Füsûs-ül Hikem

411. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU   FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE

MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"'   BEYÂNINDADIR.

Meselâ şöyle bir delîl, ya'nî kıyâs-ı iktirânî (kesin kıyas) tertîb edelim (düzenleyelim): "İnsan hayvandır' "Her hayvan cisimdir"; "Öyle ise her insan cisimdir." Bu delîlde bâlâda (yukarıda) îzâh olduğu (anlatıldığı) vech ile (şekilde) teslîse (üçlemeye) müstenid (dayalı) "nizâm-ı mahsûs" (özel düzen) olduğu gibi "şart-ı mahsûs" (özel kaide) da vardır. Çünkü "hüküm" olan cisim, "illet" (sebep) olan hayvandan daha umûmîdir (geneldir). Zîrâ (çünkü) her hayvan cisimdir. Fakat her bir cisim hayvan değildir. Ve kezâ (aynı şekilde) diğer bir delîl yapıp diyelim ki: "İnsan hayvandır" ve "Her hayvan hassâstir (hislidir)"; "Öyle ise insan hassâstir (hislidir)."  Bunda da hüküm olan "hassâs" / illet olan "hayvan"a müsâvidir (denktir). Çünkü her hayvan hassâs (hisli) ve her hassâs (hisli) hayvândır.

İşte görülüyor, ki, îcâd-ı maâni (manaların yaratılması) için, nizâm-ı mahsûs (özel bir düzen) ve şart-ı mahsûs (özel kaide) üzerine tertîb olunan (düzenlenen) delîller, ferdiyyet-i selâsiyye (üçlü ferdiyet) üzerine müsteniddir (dayanmaktadır).  Ve (S.a.v.) Efendimiz'de dahi ferdiyyet-i selâsiyye (üçlü ferdiyeti) mûctemi' (toplamış) olduğundan onlar dahi delîle benzemiş oldu. Zîrâ (çünkü) vücûd-ı şerîfleri (mübarek vücutları), netîce-i âlemin (âlemin hulâsası, özü) bâdî-i tekvînidir (yaratılmış ilktir). Fakat delîl, ya'nî kıyâs-ı mantıkî (mantıki karşılaştırma) bir vech ile (şekilde) medlûlün (işaret edilenin), ya'nî delâlet (işaret) ettiği ma'nânın gayridir (başkasıdır).  Halbuki Hakk'a evvel (ilk önce) delîl olan Resûl (a.s) kendi nefsine delîldir. Zîrâ (çünkü) Resûl (a.s.)ın nefsi, zât-ı mutlak-ı Hakk'ın (kayıtsız Hakk’ın zatının) onda taayyününden (meydana çıkmasından) ibârettir. Binâenaleyh (bundan dolayı) nefs-i Muhammedî (Muhammedi nefs), Hakk'ın gayrı (Hak’tan başkası) değildir ki. Hakk'a ilk delîl olduğu vakit onun medlûlü (delalet olunanı) olan Hakk'ın gayrı (başkası) olsun. Şu halde onun Hakk'a delâleti. Hakk'ın kendi zâtına delâletidir. Ve nefs-i muhammedî (Muhammedi nefs) zât-ı mutlakın (kayıtsız zatın) bir mertebe tenezzülünden (inişinden) ibâret olmakla, zât ile nefs-i Muhammedî (Muhammedi nefs) arasındâki fark, taayyünsüzlük (belirginsizlik) ile taayyünden (belirginlikten) ibârettir.

     Mesnevî:

 

                     كر دليلت بايا أز وي رومتاب                    آفتا ب آمد دليل آفتاب       

                    شمس هر دم نور جاني ميد هد              أز وي ار سايه نشاني ميدهد         

Tercüme: "Güneşin delîli, güneş geldi. Eğer sana delîl lâzım ise ondan yüz çevirme Eğer sâye (gölge) ondan bir nişan (iz, işaret) verirse, güneş her dem (an) bir nûr-i can (cana nur) verir."

İmdi (buna göre) Sallallâlü (a.v.) Efendimiz'in hakîkati, Hak tarafından "zât", "irâde" ve "kavl" (söz) ve kendi tarafından dahi "şey'iyyet" ve "Kün! (ol) kavlini (sözünü) istimâ (işitme) ve “emre imtisâl”den (emre uymaktan) ibâret olarak ferdiyyet-i ülâyı (ilk ferdiyeti) verdiği için, kendisinde olan bu ferdiyyet-i selâsiyyeden (üçlü ferdiyetten) nâşî (dolayı), asl-ı vücûd (varlığın aslı) olan muhabbet (sevgi) bâbında (konusunda) "Sizin dünyânızdan bana üç şey sevdirildi" buyurdu. Ondan sonra da bu üç şeyi beyânen (açıklayarak) "nisâ"yı (kadını) ve "tıyb"i / (güzel kokuyu) ve "onun kurretü'l-aynı (gözünün nuru) namazda mec'ûl (kılınmış (yapılmış) ) olduğunu" zikr etti (söyledi).  Ve muhabbetin (sevginin) asl-ı vücûd (varlığın aslı) olması budur ki:    كنت كنزا مخفيا فأحببت أن أعرف    hadîs-i kudsîsi mûcibince (gereğince) zât-ı mutlakın (kayıtsız zatın) eltaf-ı latîf (latifin en latifi (nurun nuru) ) olan mertebe-i ahadiyyetten, (sırf zat mertebesinden) kesîf (koyu, yoğun) olan mertebe-i vâhidiyyete (teklik mertebesine) ve ba'dehû (daha sonra) ale't-tedrîc (derece derece) kesâfetle (yoğunlaşmakla) ervâh (ruhlar mertebesine) ve misâl (hayal mertebesine) ve şehâdet mertebelerine (görülür mertebelere) tenezzülü (inişi) bilinmekliğe olan muhabbetinden (sevgisinden) münbaisdir (ileri gelmiştir). Eğer bu muhabbet-i zâtiyye (zati sevgisi) olmasa idi, bu vücûdât-ı izâfiyye (nisbi, göreli varlıklar) zâhir olmazdı (açığa çıkmaz, görülmezdi). Binâenaleyh (bundan dolayı) asl-ı vücûd (varlığın aslı) muhabbetten (sevgiden) ibâret oldu.

Devam Edecek