BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE
MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
İmdi nisânın zikri ile ibtidâ etti ve salâtı te'hîr
eyledi. Bu da kadının kendi “ayn”ının asl-ı zuhûrunda,
muhakkak racülden bir cüz' olmasından nâşîdir. Nitekim,
insan Hakk'ın ba'zı zuhûrâtıdır ve Hak onun aslı ve
menşeidir. Ve insanın nefsine ma'rifeti, kendi Rabb'inin
ma'rifetine mukaddimedir. Zîrâ onun Rabb'ine ma'rifeti,
onun kendi nefsine ma'rifetinden netîcedir. Bunun için
Resûl (a.s.) "Kendi nefsini ârif olan kimse Rabb'ini
ârif olur" buyurdu. Binâenaleyh eğer istersen bu haberde
men'-i ma'rifetle ve vusûlden acz ile kâil olursun. Zîrâ
muhakkak o, onun hakkında câizdir ve eğer istersen
ma'rifetin sübûtu ile kâil olursun. İmdi evvelkisi,
muhakkak sen kendi nefsini ârif olmadığını ârif olursun.
/ Şu halde Rabb'ini ârif olmazsın. Ve ikincisi nefsini
ârif olursun; binâenaleyh Rabb'ini ârif olursun (3).
Ya'nî kadının "ayn"ının
(hakikatinin) asl-ı zuhûru
(açığa çıktığı asıl),
erkeğin bir cüz'ü
(parçası)
olarak vâkı' olduğu
(gerçekleştiği) için, muhabbet
(sevgi) bâbında
(konusunda) beyân
buyurduğu (bildirdiği)
üç şeyden ibtidâ (ilkin)
kadını ve sonra da namazı zikr etti
(söyledi).
Zîrâ (çünkü)
vücûdda (varlıkta)
asl (esas)
olan fâiliyyettir
(etkinliktir) ve münfailiyyet
(edilgenlik)
netîcedir (sonuçtur).
Ve mazhar-ı fâiliyyet
(etkenliğin görüntü yeri)
erkek ve mazhar-ı münfailiyyet
(edilgenliğin görüntü yeri)
kadındır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) kadın
erkeğin netîcesidir
(mahsulüdür) ve netîce
(meyve) cüz'dür
(parçadır). Şu halde
kadın asl-ı zuhûrda (açığa
çıktığı asılda)
erkeğin cüz'ü (parçası)
olmuş olur. Nitekim insan Hakk'ın ba'zı
zuhûrâtıdır (görünmeleridir,
meydana çıkmalarıdır).
Ve Hak insanın aslı
(hakikati) ve
menşeidir (köküdür, çıktığı
yerdir).
Zîrâ (çünkü)
hakîkat-i insâniyye (insanın
hakikati) olan hakîkat-i Muhammediyye,
(Muhammedi hakikat)
lâ-taayyün (taayyünsüzlük
(belirsizlik) ) olan zât-ı ahadiyyenin
(sırf zatın)
mertebe-i taayyüne
(belirlilik kazandığı mertebeye) tenezzülüdür
(inmesidir).
Eğer zât-ı mutlak,
(kayıtsız zat) libâs-ı
taayyüne (taayyün elbisesine)
bürünüp mukayyed olmasa
(kayıtlanmasa) idi,
onun tafsîli (detayı,
teferruatı) ve zâhiri
(dış görünüşü) olan
vücûd-ı insânî (insanın
varlığı) sâha-ârâ-yı bürûz
(zuhur sahasına gelmiş)
olmaz idi.
Beyt:
جمال خويش بر صحرا نهاديم
فرستاديم آدم را به بيرون
اكر چشمت بود چيدا نها يم
جمال ما ببين زين را ز چنهان
كه
كوهر چيش نا بينا نهاديم
وكر چشمت نبشد آن چنان دان
اكر چه اين همه اسما نهاديم
مشو احول مسما جز يكي نيست
Tercüme: "Âdem'i (İnsanı)
mertebe-i icmâlimizden
(hülasa, öz mertebemizden)
hâriç (dışarıda)
olan mertebe-i tafsîle
(detay, teferruat mertebemize)
gönderdik; cemâlimizi
(yüzümüzü) ızhâr
ettik (gösterdik).
Bu gizli sırdan cemâlimizi
(yüzümüzü) temâşâ et
(seyret);
eğer gözün varsa, o cemâlimizi
(yüzümüzü) meydana
koyduk. Eğer gözün yoksa öyle bil ki, körün önüne bir
gevher (cevher)
vaz' ettik (koyduk).
/ Vâkıâ
(ne zaman ki) bütün
bu esmâdan (isimlerden)
ibâret olan taayyünâtı
(meydana gelmişleri)
ızhâr ettik (açığa çıkardık).
Fakat sen şaşı olma! Müsemmâ
(isimlenen) birden
gayri (başka)
değildir.
Böyle olunca insanın kendi nefsine ma'rifeti
(ilmi, bilgisi),
Rabb'inin
ma'rifetine (bilinişine)
mukaddimedir
(başlangıçtır).
Çünkü insanın Rabb'ine ma'rifeti
(ilmi, bilgisi) onun
kendi nefsine ma'rifetinden
(bilgisinden) netîcedir. Ya'nî insan kendi
nefsinin sıfât-ı infiâliyye
(edilginlik sıfatı) ve merbûbiyye
(kulluk) ile muttasıf
(vasıflanmış)
olduğunu ârif olmadıkça,
(bilmedikçe) Hakk'ın sıfât-ı fiiliyye
(fiili sıfatlar) ve
rubûbiyyet ile muttasıf
(vasıflanmış) olduğunu bilmez. Zîrâ
(çünkü) fâiliyyet,
(etkilemek)
münfailiyyet (etkilenmek)
ile zahir olur
(açığa çıkar). İşte insanın kendi nefsine muhabbeti
(sevgisi) Rabb'inin
ma'rifetine (bilinmesine)
mukaddime
(başlangıç) olduğu için (S.a.v.)
Efendimiz:
من عرف نفسه فقد عرف ربًه
buyurdu. Zîrâ (çünkü)
vücûd-i izâfi-i insânî
(insanın izafi (göreli) varlığı) vücûd-i
hakîki-i Hakk'ın (gerçek
varlık sahibi Hakk’ın) cüz'ü
(parçası) gibi
olduğundan ve cüz'ün
(parçanın) vasfından küllün
(hepin, tümelin)
vasfına intikâl olunabileceğinden,
(geçilebileceğinden)
insan kendi vücûd-i cüz"îsinin
(parça olan varlığının)
vasfını ârif olmakla
(bilmekle) Hakk'ın vücüd-i küllîsinin
(Hakk’ın tümel varlığının)
vasfinı ârif olur
(bilir).
Devam Edecek |