Füsûs-ül Hikem

412. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU   FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE

MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"'   BEYÂNINDADIR.

İmdi nisânın zikri ile ibtidâ etti ve salâtı te'hîr eyledi. Bu da kadının kendi “ayn”ının asl-ı zuhûrunda, muhakkak racülden bir cüz' olmasından nâşîdir. Nitekim, insan Hakk'ın ba'zı zuhûrâtıdır ve Hak onun aslı ve menşeidir. Ve insanın nefsine ma'rifeti, kendi Rabb'inin ma'rifetine mukaddimedir. Zîrâ onun Rabb'ine ma'rifeti, onun kendi nefsine ma'rifetinden netîcedir. Bunun için Resûl (a.s.) "Kendi nefsini ârif olan kimse Rabb'ini ârif olur" buyurdu. Binâenaleyh eğer istersen bu haberde men'-i ma'rifetle ve vusûlden acz ile kâil olursun. Zîrâ muhakkak o, onun hakkında câizdir ve eğer istersen ma'rifetin sübûtu ile kâil olursun. İmdi evvelkisi, muhakkak sen kendi nefsini ârif olmadığını ârif olursun. / Şu halde Rabb'ini ârif olmazsın. Ve ikincisi nefsini ârif olursun; binâenaleyh Rabb'ini ârif olursun (3).

Ya'nî kadının "ayn"ının (hakikatinin) asl-ı zuhûru (açığa çıktığı asıl), erkeğin bir cüz'ü (parçası) olarak vâkı' olduğu (gerçekleştiği) için, muhabbet (sevgi) bâbında (konusunda) beyân buyurduğu (bildirdiği) üç şeyden ibtidâ (ilkin) kadını ve sonra da namazı zikr etti (söyledi). Zîrâ (çünkü) vücûdda (varlıkta) asl (esas) olan fâiliyyettir (etkinliktir) ve münfailiyyet (edilgenlik) netîcedir (sonuçtur). Ve mazhar-ı fâiliyyet (etkenliğin görüntü yeri) erkek ve mazhar-ı münfailiyyet (edilgenliğin görüntü yeri) kadındır. Binâenaleyh (bundan dolayı) kadın erkeğin netîcesidir (mahsulüdür) ve netîce (meyve) cüz'dür (parçadır). Şu halde kadın asl-ı zuhûrda (açığa çıktığı asılda) erkeğin cüz'ü (parçası) olmuş olur. Nitekim insan Hakk'ın ba'zı zuhûrâtıdır (görünmeleridir, meydana çıkmalarıdır). Ve Hak insanın aslı (hakikati) ve menşeidir (köküdür, çıktığı yerdir). Zîrâ (çünkü) hakîkat-i insâniyye (insanın hakikati) olan hakîkat-i Muhammediyye, (Muhammedi hakikat) lâ-taayyün (taayyünsüzlük (belirsizlik) ) olan zât-ı ahadiyyenin (sırf zatın) mertebe-i taayyüne (belirlilik kazandığı mertebeye) tenezzülüdür (inmesidir). Eğer zât-ı mutlak, (kayıtsız zat) libâs-ı taayyüne (taayyün elbisesine) bürünüp mukayyed olmasa (kayıtlanmasa) idi, onun tafsîli (detayı, teferruatı) ve zâhiri (dış görünüşü) olan vücûd-ı insânî (insanın varlığı) sâha-ârâ-yı bürûz (zuhur sahasına gelmiş) olmaz idi.

Beyt:

 

                     جمال خويش بر صحرا نهاديم                  فرستاديم آدم را به بيرون            

                       اكر چشمت بود چيدا نها يم              جمال ما ببين زين را ز چنهان           

                      كه كوهر چيش نا بينا نهاديم             وكر چشمت نبشد آن چنان  دان            

                      اكر چه اين همه اسما نهاديم             مشو احول مسما جز يكي نيست            

Tercüme: "Âdem'i (İnsanı) mertebe-i icmâlimizden (hülasa, öz mertebemizden) hâriç (dışarıda) olan mertebe-i tafsîle (detay, teferruat mertebemize) gönderdik; cemâlimizi (yüzümüzü) ızhâr ettik (gösterdik). Bu gizli sırdan cemâlimizi (yüzümüzü) temâşâ et (seyret); eğer gözün varsa, o cemâlimizi (yüzümüzü) meydana koyduk. Eğer gözün yoksa öyle bil ki, körün önüne bir gevher (cevher) vaz' ettik (koyduk). /  Vâkıâ (ne zaman ki) bütün bu esmâdan (isimlerden) ibâret olan taayyünâtı (meydana gelmişleri) ızhâr ettik (açığa çıkardık). Fakat sen şaşı olma! Müsemmâ (isimlenen) birden gayri (başka) değildir.

Böyle olunca insanın kendi nefsine ma'rifeti (ilmi, bilgisi),  Rabb'inin ma'rifetine (bilinişine) mukaddimedir (başlangıçtır). Çünkü insanın Rabb'ine ma'rifeti (ilmi, bilgisi) onun kendi nefsine ma'rifetinden (bilgisinden) netîcedir. Ya'nî insan kendi nefsinin sıfât-ı infiâliyye (edilginlik sıfatı) ve merbûbiyye (kulluk) ile muttasıf (vasıflanmış) olduğunu ârif olmadıkça, (bilmedikçe) Hakk'ın sıfât-ı fiiliyye (fiili sıfatlar) ve rubûbiyyet ile muttasıf (vasıflanmış) olduğunu bilmez. Zîrâ (çünkü) fâiliyyet, (etkilemek) münfailiyyet (etkilenmek) ile zahir olur (açığa çıkar). İşte insanın kendi nefsine muhabbeti (sevgisi) Rabb'inin ma'rifetine (bilinmesine) mukaddime (başlangıç) olduğu için (S.a.v.) Efendimiz:    من عرف نفسه فقد عرف ربًه    buyurdu. Zîrâ (çünkü) vücûd-i izâfi-i insânî (insanın izafi (göreli) varlığı) vücûd-i hakîki-i Hakk'ın (gerçek varlık sahibi Hakk’ın) cüz'ü (parçası) gibi olduğundan ve cüz'ün (parçanın) vasfından küllün (hepin, tümelin) vasfına intikâl olunabileceğinden, (geçilebileceğinden) insan kendi vücûd-i cüz"îsinin (parça olan varlığının) vasfını ârif olmakla (bilmekle) Hakk'ın vücüd-i küllîsinin (Hakk’ın tümel varlığının) vasfinı ârif olur (bilir).

Devam Edecek