BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE
MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
İmdi Muhammed (s.a.v.) Rabb'ine en ziyâde vâzıh olan;
delîldir. Zîrâ âlemden her bir cüz', kendisinin aslı
olan Rabb'ine delîldir. Binâenaleyh iyi anla! Ve ona
ancak nisâ' sevdirildi. O da onlara müştâk oldu. Zîrâ o
küllün cüz'üne şevkı bâbındandır. İmdi o, bu haber ile
Hakk'ın bu neş'et-i unsuriyye hakkında وَنَفَخْتُ
فِيهِ مِن رُّوحِي
(Hicr, 15/29) kavlinde cânib-i Hak'tan nefs-i emri
ızhâr eyledi. Ba'dehû kendi nefsini, insanın likâsına
şiddet-i şevk ile vasf etti. Binâenaleyh müştâkîn için:
"Yâ Dâvûd benim de onlara ---- ya'nî kendisine müştâk
olanlara --- şevkım eşeddir" buyurdu. O da likâ-i hâstır.
Zîrâ Resûl (a.s.) hadîs-i Deccâl'de "Sizden biriniz
ölmedikçe Rabb'ini müşâhede etmez" dedi. Böyle olunca,
kendisinde bu sıfat olan kimse için şevk lâbüddür (4).
Ya'nî âlemin (evrenin)
her bir cüz'ü (parçası)
kendi Rabb-i hâssı
(öz rabbi (kendi terkibinde
güçlü isim) olan bir isme delîldir
(işarettir).
Ve her bir isim dahi müsemmâ olan
(isimlenen) ayn-ı
vâhide-i ulûhiyyete (tek
hakikat olan uluhiyete) delîldir.
Halbuki Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in
hakîkati vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın
(Hakk’ın kayıtsız varlığının)
lâ-taayyün
(taayyünsüzlük (zat) ) mertebesinden, taayyün
(belirlilik)
mertebesine tenezzülünden
(inişinden) ibâret olduğu cihetle,
(yönüyle) esmâ-i
muhtelife-i ilâhiyyeden /
(çeşitli ilahi isimlerden) ibâret olan erbâb-ı
müteferrikanın (ayrı ayrı
rabların) kâffesini
(bütün hepsini) câmi'
olduğu (kendinde topladığı)
gibi, sûret-i unsuriyye-i Muhammediyye
(Muhammed’in unsur suretinde)
dahi, vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın,
(Hakk’ın kayıtsız varlığının) sûret-i insâniyyeye
(insan suretine)
gelinceye kadar tenezzül eylediği
(indiği) bi'l-cümle
(bütün) merâtibi
(mertebeleri)
muhtevî (kapsar)
ve cemî'-i merâtibin (bütün mertebelerin) netîcesi
(hulâsası) ve zübdesi
(aslı, özü)
olduğundan ve binâenaleyh
(bundan dolayı) onun Rabb'i Rabbü'l-erbâb
(rablerin rabbi) olan
"Allah" bulunduğundan Rabb'ine en vâzıh
(en açık) delîl
oldu.
İmdi (buna göre)
(S.a.v.) Efendimiz küll
(bütün, hep) olduğu ve kadın ondan bir cüz'
(parça) bulunduğu
için, küllün (bütünün)
cüz'üne (parçasına)
meyl (yönelmesi
ve iştiyâkı
(şiddetli arzu duyması) kâidesince
(kuralınca) ancak ona
kadın sevdirildi. O da kadınlara müştâk
(şiddetle arzu duyan)
oldu. Maahâzâ (bununla
beraber) onun iştiyâkı
(arzusu) yine kendi
nefsinedir. Çünkü cüz',
(parça) hakîkati i'tibâriyle
(bakımından) küllün
(bütünün) aynıdır
ve taayyünü (açığa çıkmış
sureti) i'tibâriyle
(bakımından) ise
gayrıdır (başkadır).
Ve bir şeyin muhabbeti
(sevgisi) ancak kendi
nefsinedir. Zîrâ (çünkü)
zuhûr, (ortaya
çıkma, görünme) Hakk'ın kendi zâtına olan
hubbü (sevgisi)
iledir. Ve cemî'-i mevcûdâtta
(bütün varlığa gelmişlerde)
sârî (yayılmış,
nüfuz etmiş) olan muhabbet
(sevgi) hakîkatte bu
hubb-i zâtînin (zati
sevginin) tafsîlinden
(detayından, teferruatından)
ibâretir. Ve iştiyâk
(özlem duymak) dahi
ayrılıktan münbaisdir (ileri
gelmiştir).
Eğer küll (bütün)
ile cüz' (parça)
arasında ayrılık vâkı'
(olmuş) olmasa idi, külliyyet
(bütünlük) ve
cüz'iyyet (kısımlık)
sıfatları zâhir olmaz
(görülmez) ve küllün
(bütünün) cüz'üne
(parçasına) muhabbeti
(sevgisi) ve
iştiyâkı (güçlü isteği,
özlemi) husûle gelmez
(oluşmaz) idi.
İmdi
(buna göre)
(S.a.v.)
حبًب الئ من ديناكم ... الخ
bu hadîs-i şerîfi ile Hakk'ın bu neş'et-i unsuriyye
(meydana çıkmış, unsurlar)
hakkında "Ben Âdem'e rûhumdan nefh ettim
(üfledim)." (Hicr,15/29)
kavlinde (sözlerinde)
mündemic (içkin)
olan nefs-i emri (işin
aslını) ızhâr
buyurdu (gösterdi).
Ve bu kavilde
(sözde) mündemic
olan (saklı
bulunan) nefs-i emr
(işin aslı) dahi
budur ki: Allah Teâlâ kendi rûh-i küllîsinden
(küll ruhundan)
insana nefh etmekle
(üflemekle),
rûh-i insânî
(insanın ruhu) rûh-i küllî-i ilâhîden
(Hakk’ın tümel ruhundan)
cüz' (bir parça)
gibi oldu. Binâenaleyh
(bundan dolayı) suret-i kesîfe-i insâniyyede
(yoğunlaşmış insan
suretlerinde) mütekayyid
(kayıtlanmış) ve
müteayyin (belirmiş)
olan Hakk-ı latîfin
(nurların nuru Hakk’ın),insana meyli
(sevgisi) ve iştiyâkı,
(özlemi) küllün
(bütünün) cüz'üne (parçasına)
meyli (sevgisi)
ve iştiyâkı (güçlü arzu
duyması) gibidir. Hak insana kendi rûhundan
nefh ettikten (üfledikten)
sonra sûret-i insâniyyede
(insanın suretinde)
zuhûru (görünmesi)
ve taayyünü (açığa çıkmış
sureti) hasebiyle
(dolayısıyla) kendi nefsini insanın likâsına
(kavuşmasına)
şiddet-i şevk (güçlü arzu,
özlem) ile vasf eyledi
(vasıflandırdı).
Şu halde onun insana iştiyâkı /
(güçlü arzu duyması)
kendi nefsine iştiyâkı (güçlü
arzu duyması) demek olur.
Devam Edecek |