BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC "HiKMET-İ
FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
Binâenaleyh Hakk'ın şevkı, onları görür olması ile
berâber, bu mukarrabîn için sâbittir. Böyle olunca
kendisini görmelerine muhabbet eder. Ve makâm-ı dünyâ
bunu men' eyler. İmdi onun kavli, âlim olmasıyla berâber
"Tâ ki biz bilelim" (Muhammed, 47/31) kavline benzedi.
Öyle ise o, ancak mevt indinde kendisi için vücûd olan
bu sıfat-ı hâssaya müştâk olur. Binâenaleyh onların ona
olan şevkleri onunla sâkin olur. Nitekim Hakk Teâlâ,
hadîs-i tereddüdde buyurdu ve o bu bâbdandır: "Ben fâil
olduğum bir şeyde, mevti kerîh gören mü'min kulumun
rûhunun kabzında tereddüd ettiğim gibi, tereddüd
etmedim. Ve ben onun mesâetini kerîh görürüm. Halbûki /
ona benim likâm lâbüddür:" İmdi onu likâ ile müjdeledi.
Ve onun için, ona mevt lâbüddür, demedi. Tâ ki onu zikr-i
mevt ile mağmûm etmeye (5).
Ya'nî Hak Teâlâ mukarrabîn
(kendisine yakın) olan kullarını cemî'-i
ahvâllerinde (bütün
hallerinde) müşâhid
(gören) olmakla
berâber Hakk'ın onlara şevkı
(şiddetli arzusu)
sâbittir (mevcuttur).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) hicâb
(perde) olan bu
beden-i kesîf-i unsurînin
(yoğunlaşmış madde bedenin) taayyünü
(sureti)
ortadan kalkmakla, Hak Teâlâ bu mukarrabînin
(yakın olanların)
kendisini bilâ-hicâb
(perdesiz) müşâhede etmelerine
(görmelerine)
muhabbet eder (arzular).
Ve makâm-ı dünyâ
(dünya makamı) mûcib-i kesret
(çokluğun gereği)
olduğundan bu rü'yeti
(görüşü) men' eder
(engeller).
Zîrâ (çünkü)
bu beden-i kesîfte
(madde bedende) hicâb-ı
tabîat ve beşeriyyet (tabiat
ve beşeriyet perdeleri) vardır. Ve (S.a.v.)
Efendimiz'in
أَنَا
بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ
(Kehf, 18/110)
ve
أنا أغضب كما يغضب البشر
ya'nî "Ben de sizin gibi beşerim" ve "Ben beşerin gazab
ettiği (öfkelendiği, kızdığı)
gibi gazab ederim"
(kızarım, öfkelenirim)
buyurmaları, bu dakîkaya
(inceliğe) işârettir.
Şu halde Hak Teâlâ'nın
يا داود انّي أشدً شوقا
اليهم
kavl-i kerîmi (mübarek
sözleri)
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى
نَعْلَم الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ
(Muhammed, 47/31) kavl-i münîfine
(yüce sözlerine)
benzer.
حَتَّى نَعْلَم
kavli (sözleri)
hakkındaki îzâhât (geniş
açıklama) Fass-ı Şîsî'de
(Şisi bölümünde) ve
Lokmânî'de (Lokman
bölümünde) "ilm-i zâtî" ve "ilm-i esmâi"
bahsinde
(konusunda)
geçti. Ya'nî Hak Teâlâ zâtında mündemic olan
(saklı bulunan) bi'l-cümle
(bütün) şuûnâtını
(işlerini) ilm-i
zatî (zati ilmi)
ve ezelîsi
(ezeli bilgisi) ile
bilip dururken "Sizden sâbir
(sabırlı olanlar) ve mücâhid olanlar
(cihad edenler)
kimlerdir? Bilmek için sizi imtihan ederiz" buyurdu. Ve
mukarrabîn (yakın olanlar)
ise şuûnât-ı ilâhiyyeden
(ilahi işlerden)
olduğu ve şuûnât-ı ilâhiyye
(ilahi işler) ise, zâtının gayrı
(başka) olmadığı
halde "Benim onlara şevkım
(güçlü arzum) daha ziyâdedir
(fazladır)"
buyurdu. İşte gerek imtihân-ı ilâhî
(Hakk’ın imtihanı) ve
gerek iştiyâk-ı ilâhî,
(Hakk’ın şiddetli arzusu) vûcûd-ı mutlak-ı
Hakk'ın (kayıtsız vücut
sahibi Hakk’ın) mertebe-i imkâna
(imkan mertebesine (ilmi
suretler mertebesine) bi't-tenezzül
(inerek) bu mertebede
zuhûruna (görünmesine)
taalluk etmekle,
(bağıntılı olmakla) her iki kavil
(söz) yekdiğerine
(birbirine) benzer.
Zîrâ (çünkü)
şey'-i latîfin (latif
(şeffaf) şeyin) mertebe-i kesâfete
(koyu mertebeye)
tenezzülü (inmesi)
hâlinde, onun sıfât-ı ârızasından
(arızi, sonradan kazanılmış
sıfatlarından) ibâret olan bu kesâfet,
(koyuluk, yoğunluk) o
şey'-i latîfin (latif şeyin)
hicâbı (perdesi)
olur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu kesâfet
(koyuluk) ortadan
kalkmalı ki, o şey'-i kesîfte
(koyu, kesif olan şeyde)
mevcûd olan latîf
(şeffaf),
aslına / rücû' edebilsin
(geri dönebilsin).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah Teâlâ kendisine müştâk
olan (hasret çeken)
mukarrabînde (yakın
olanlarda) husûle gelen
(oluşan) rü'yet
(görme) sıfat-ı
hâssasına (vasfı özelliğine)
müştâk (can atan)
olur. Ve
bu rü'yet (görme)
sıfat-ı hâssası (özelliği)
dahi, ancak ölüm vaktinde, abdin
(kulun) vasf-ı
abdiyyeti (kulluk vasfını)
hâiz
olan (taşıyan)
vücûd-i kesîfinin
(yoğunlaşmış vücudunun) ahkâmı
(hükümleri) kalktığı
hînde (sırada)
husûle gelir (oluşur).
Ve o mukarrabînin
(Hakk’a yaklaşmış olanların)
dünyâda yaşadıkları müddetçe, Hakk'a olan
iştiyâkları (şiddetli
özlemleri),
ölümleri vaktinde husûle gelen
(oluşan) bu rü'yet
(görme) sıfat-ı
hâssasıyla (vasfı
özelliğiyle)
sâkin (kararlı)
olur. Fakat inde'l-mevt
(ölüm esnasında) vâkı'
olan (oluşan) bu
rü'yet (görme)
sıfat-ı hâssası,
hayât-ı dünyâda (dünya
yaşamında) ancak beden-i unsurîden
(madde bedenden)
gayri (başka)
hicâbı (perdesi)
kalmamış olanlara göredir. Yoksa bu hayât-ı dünyeviyyede
(dünya hayatında)
kalbinde taallukât-ı imkâniyye
(imkani bağıntılar)
bulunan, ya'nî suver-i âlemden
(evren suretlerinden)
birtakım sûretlere muhabbet
(bağlılık)
bulunanlara göre,
bu rü'yet (görme)
sıfat-ı hâssası (özelliği
vasfı) vâkı'
olmaz (gerçekleşmez).
Onların çeşm-i ervâhına
(ruh gözlerine)
bu taallukât
(bağıntılar)
perde olur. Nitekim Hak Teala buyurur
وَمَن
كَانَ فِي هَـذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى
(İsrâ, 17/72) Ya'nî "Bu hayât-ı dünyeviyyede
(dünya yaşamında)
a'mâ (kör) olan
kimseler âhirette dahi a'mâdırlar
(kördürler). "Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu âlemde (dünyada)
iken dîde-i kalbden
(kalb gözünden)
hicâbât-ı imkâniyye (imkani
perdeler) ve sıfât-ı beşeriyye
(beşeri sıfatlar) gışâvelerini
(örtülerini) atmak ve inde'l-mevt
(ölüm halinde) dahi
hicâb-ı bedenin (beden
perdesinin) irtifâ'iyle
(kalkmasıyla) rü'yet-i
Hak (Hakk’ı görme)
sıfat-ı hâssasıyla
(sıfatı özelliğiyle)
müşerref olmak
(şereflenmek) iktizâ eder
(gerekir).
Nitekim Hak Teâlâ, tereddüde dâir olan hadîs-i
kudsîde: "Ben mevti (ölümü)
kerîh (iğrenç,
fena) gören mü'min kulumun rûhunun kabzında
(teslim alımında)
tereddüd ettiğim gibi, fâil olduğum
(yaptığım)
bir şeyde tereddüd etmedim. Ve ben onun
ölümden istikrâhını (nefret
etmesini) kerîh (çirkin) görürüm.
Halbuki ona benim likâm
(kavuşmam) lâ-büddür
(kaçınılmazdır)"
buyurdu. Ve bu hadîs-i
kudsî likâ-i ilâhîye (Hakk’a
kavuşmaya) müştâk olan
(özlem duyan) ibâd-ı
mukarrabînde (kendisine
yaklaşmış kullarında) husûle gelen
(oluşan) rü'yet
(görme) sıfat-ı
hâssasına (sıfatına)
Hakk'ın iştiyâkını
(büyük arzu duyduğunu)
gösterir. Zîrâ (çünkü)
Hak Teâlâ hazretleri, kendine vusûle
(ulaşmaya) sebeb olan
mevtten (ölümden)
istikrâh eden (nefret eden)
abd-i mü'minin
(mümin kulun), likâ-yı Hakk'a (Hakk’a kavuşmaya)
müştâk olduğu (can
attığı) halde rûhunu kabz etmek
(teslim almak) istediği cihetle
(için),
o abdin (kulun)
mevti (ölümü)
kerîh (çirkin)
gördüğü esnâda
rûhunu kabz etmekte (teslim
almakta) tereddüd buyuruyor. Binâenaleyh
(bundan dolayı) hadd-i
zâtında (aslında)
her bir nefis ölümü kerîh
(kötü, çirkin) gördüğü ve ölüm mevzû'-i bahis
olduğu (hakkında konuşulduğu)
vakit gam-gîn olduğu
(üzüldüğü) cihetle
(sebeple) Hak Teâlâ hazretleri bu hadîs-i
kudsîde
و لا بد له من الموت
ya'nî "Halbuki mevt (ölüm)
lâzımdır" demeyip
و لا
بد من لقائي
ya'nî "Benim likâm (kavuşmam)
lâ büddür"
(muhakkaktır) kavli
(sözleri) ile abdi
(kulu) likâ-i hâs
(hususi, özel kavuşma)
ile müjdeledi. Ve bunu dahi ölümü zikrederek
(anarak) abdi
(kulu) mağmûm etmemek
(üzmemek) için
böyle buyurdu:
Sual: Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ
(Ankebût, 29/57) ya'nî "Her bir nefis mevti
(ölümü) tadacaktır"
buyurdu ve "mevt"i (ölümü)
zikretti (andı).
İbâdı (kulları)
bundan mağmûm olmaz
(üzülmez) mı?
Cevap: Evvelen (ilk önce)
bu âyet-i kerîme umûma
(herkese) hitâben
nâzil oldu (indi).
Binâenaleyh
(bundan dolayı)
mü'min ve gayr-i mü'min
(mümin olmayan) bununla muhâtabdır. Halbuki
emmârelik (emredicilik)
mertebesinde nefis hayvâniyyetle
(hayvanlık sıfatlarıyla)
muttasıftır.
(vasıflanmıştır) Ve onun serkeşliğini
(dik başlılığını)
zikr-i mevt (ölümü anmak)
ile mağmûm edip
(üzüp) kesr etmek
(kırmak) iktizâ eder
(gerekir).
Ve nüfûs-i âbiyyeye
(örtülü nefislere)
ölümden daha müessir
(etkili) bir va'z
(öğüt) ve nasîhat
yoktur. Nitekim, Hz. Ömer (r.a.) risâlet-penâh (s.a.v.)
Efendimiz'den nasîhat istedikde, bu hakîkate işâreten
buyurdular ki:
كفى
بالموت واعظا يا عمر
ya'nî "Yâ Ömer, sana va'z
(söz) ve nasîhat olarak ölüm kifâyet eder
(yeterli gelir)."
Sâniyen (ikinci
olarak) Hak Teâlâ hazretleri bu âyet-i
kerîmede yalnız ölümün zikriyle
(anmasıyla) iktifâ
buyurmayıp (yetinmeyip)
onun netîcesini dahi mâ-ba'dinde
(devamında)
ثُمَّ
إِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
(Ankebût, 29/57) kavliyle
(sözleriyle) beyân buyurdu
(bildirdi).
Ya'nî "Her bir nefis ölümü tadacaktır.
Ba'dehû (daha sonra)
bizim cânibimize
(tarafımıza) rücû' edeceklerdir
(geri döneceklerdir)"
dedi. Şu halde mevt
(ölüm) sebeb-i
rücû'dur (geri dönme
sebebidir) ve rücû'
(geri dönmek) ise
sebeb-i mülâkâttır (kavuşma
sebebidir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) âyet-i-kerîme hem zikr-i mevti
(ölümü anma) ve hem
de tebşîr-i likâ-i hâssı
(hususi kavuşma müjdesini anmayı) câmi' olmuş
(toplamış) olur.
Hadîs-i kudsîde ise
عبدي المؤمن
buyrulduğuna nazaran (göre)
bu hitâb, hitâb-ı hâstır
(hususi hitaptır).
Zîrâ (çünkü)
nüfûs-ı mukarrabînin
(Hakk’a yakınlaşmış nefislerin)
serkeşliği (dik
başlılığı),
muvâzabat-ı şerîatle
(şeriat hükümleri ile meşgul olmakla) zâil
(sona ermiş, yok )
olmuş ve arada ancak vücûd-ı hakîkî
(gerçek varlık) ile
vücûd-ı izâfiden (göreli
vücuttan) mütevellid
(ileri gelen) bir
zevk-ı isneyniyyet (ikilik
zevki) kalmış olduğundan, abd-i mü'min
(mümin kul) yalnız
likâ-i hâs (hususi kavuşma)
ile müjdelenmiştir. /
Devam Edecek |