BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE
MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
Resûl (a.s.)’ın “Sizden biriniz muhakkak Rabb'ini
görmez, tâ ki öle” buyurduğu gibi, vaktâki abd Hakk'a
ölümden sora mülâkî olur, işte bunun için Allah Teâlâ
“Benim likâm lâ-büddür” dedi. Binâenaleyh Hakk'ın
iştiyâkı bu nisbetin vücûdu içindir (6)
Ya'nî (S.a.v.) Efendimiz'in
انً
أحدكم لا يرى ربًه حتًى يموت
buyurduğu vech ile (şekilde),
abd
(kul) Hakk'a ancak
ölümden sonra mülâkî olduğu
(kavuştuğu) için Allah Teâlâ bâlâda
(yukarıda) zikrolunan
(anlatılan) hadîs-i
tereddüdde (tereddütlü
hadiste) ölümden istikrâh
(nefret) eden
abd-i mü'mine
(mümin kuluna) kendi likâsının
(kavuşmasının) lâ-büd
(muhakkak)
olduğunu beyân eyledi
(bildirdi).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Hak mevtin
(ölümün) vücûdu
indinde
(sırasında),
abdde (kulda)
hâsıl olan
(oluşan) nisbet-i rü'yete
(görme sıfatına)
müştâktır (şiddetli arzu
duyandır).
Ve Hakk'ın iştiyâkı (arzu
duyması),
mevt (ölüm)
esnâsında vâkı' olan
(gerçekleşen) bu nisbetin
(sıfatın) vücûdu
(varlığı) içindir.
Şiir: Habîb benim rü'yetime müştâktır; halbuki benim ona
iştiyâkım eşeddir (7)
Hz.
Şeyh (r.a.) bu şiiri Hak tarafından inşâd
(haber vermek) ile
buyururlar ki: Benim abd-i habîbim
(sevgili kulum),
cemâl-i bâ-kemâlimin
(tam, mükemmel
güzelliğimin)
rü'yetine
(görülmesine) müştâktır
(can atar).
Halbuki benim ona olan iştiyâkım
(özlemim) onun bana
olan iştiyâkından
(özleminden) daha şedîddir
(şiddetlidir).
Zîrâ
(çünkü)
وَيُحِبُّونَهُ
يُحِبُّهُمْ
(Mâide, 5/54) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu /
(bildirildiği) üzere
Hakk'ın muhabbeti (sevgisi),
abdin (kulun)
Hakk'a muhabbetinden
(sevgisinden)
mukaddemdir (öncedir).
Eğer Hakk'ın abde
(kula) muhabbeti
(sevgisi) olmasa idi, abd
(kul) Hakk'a muhabbet
etmez (sevgi duymaz)
idi. Beyt:
Aşk
odu evvel düşer ma'şûka, ondan âşıka
Şem'i gör ki, yanmadan yandırmadı pervâneyi
Ve nüfûs muztaribdir ve kazâ men’ eder. Binâenaleyh ben
enînden şikâyet ederim, o da enînden şikâyet eder (8).
Ya'nî nüfûs (nefisler),
iştiyâk-ı likâ
(kavuşma özlemi) ile muztarib olurlar
(çırpınıp dururlar)
ve dövünürler. Halbuki mûcib-i likâ
(kavuşma sebebi) olan
ölüm, kazâ (takdir)
olunduğu vakitten evvel gelmez. Binâenaleyh
(bundan dolayı) mûcib-i
likâ (kavuşma sebebi)
olan ölümü, kazâ (takdir)
men' eder
(engeller). Böyle
olunca mûcib-i likâ (kavuşma
sebebi) olan mevti
(ölümü),
kazânın men' etmesinden
(engellemesinden)
dolayı ben şikâyet ederim. Ve vücûd-ı kesîf-i izâfisi,
(yoğunlaşmış izâfi varlığı)
bana vusûle
(ulaşmaya) mâni'
(engel) olduğundan nâşî
(dolayı) de, benim
habîbim (sevgili dostum)
dahi bu firâktan
(ayrılıktan) şikâyet eder. Mesnevî:
أز جداييها شكايت ميكند
بشنو أز ني چون حكايت ميكند
باز
جويد روزكار وصل خويش
هر كسي كو دور ماند أز أصل
خويش
Tercüme: "Neyden işit, nasıl hikâyet ediyor
(anlatıyor);
ayrılıklardan şikâyet ediyor. Kendi aslından
uzak düşen her bir kimse vakt-i visâlini
(kavuşma vaktini)
tekrâr arar durur.
İmdi
(buna göre) bî-taayyün
(taayyünsüzlük)
olan Hakk-ı latîf (şeffaf
(nurun nuru) hak) mertebe-i imkâna
(imkân (mana) mertebesine)
tenezzülünde
(indiğinde) abd-i müştâkın
(şidetle özlem duyan kulların)
sûret-i kesîfesinde
(kesifleşmiş suretinde)
müteayyin olduğundan
(meydana çıktığından) abd-i müştâkın
(özlem çeken kulların)
Hakk'a iştiyâkı, (özlemi)
Hakk'ın kedi nefsine iştiyâkından
(özleminden) ibâret
olur. /
İmdi vaktâki muhakkak ona kendi rûhundan nefh ettiğini
beyân eyledi, binâenaleyh ancak kendi nefsine müştâk
oldu. Sen onu görmez misin? Onu kendi sûreti üzere halk
etti. Zîrâ o, kendi rûhundandır. Ve vaktaki onun neş'eti,
onun cesedinde ahlât ile müsemmâ olan bu erkân-ı
erbaadan oldu, cesedinde rutûbetten olan şey sebebiyle,
nefsinden işti'âl hudûs eyledi. Böyle olunca insanın
rûhu, onuıı neş'eti eclinden nâr oldu. Ve işte bunun
için Allah Teâlâ Mûsâ'ya ancak nâr sûretinde tekellüm
etti; ve onun hâcetini onda kıldı. İmdi onun neş'eti
tabîiyye olaydı, rûhu nûr olurdu (9).
Ya'nî vaktâki (ne zaman ki)
Hak Teâlâ hazretleri "İnsana kendi rûhundan
nefh ettim (üfledim
" (Hicr 15/29) buyurdu, bi'n-netîce
(sonuç olarak) ancak
kendi nefsine müştâk olmuş
(şiddetli arzu duymuş) oldu. Zîrâ
(çünkü) abdin
(kulun) vücûd-i kesîf-i
mukayyedinde (yoğunlaşmış
kayıtlı vücudunda) mûteayyin olan
(meydan çıkan)
Hak'tır. Ve bu vücûd-ı kesîfe
(yoğunlaşmış varlığa)
kendi rûh-i küllîsinden
(tümel ruhundan) nefh etmiştir
(üflemiştir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu i'tibâr
(husus) ile abd
(kul),
Hak'tır; ve ona menfûh
(üfürülmüş) olan rûh
dahi Hak'tır. Ve Hak ile abd
(kul) arasında hicâb
(perde) olan bu vücûd-i
kesîf (yoğunlaşmış vücut), ortadan ancak mevt (ölüm)
ile kalkar. Ve abd-i kâmilin
(yetkinliğe ulaşmış, kâmil
kulun) mevt (ölüm)
/ indinde
(sırasında)
Hakk'ın müştâk olduğu
(şiddetle arzuladığı) şey, bu likâ-i hâstır
(hususi kavuşmadır).
Bu likâ-i hâs
(hususi kavuşma) ise, bir emr-i i'tibârîdir
(göreli bir husustur).
Şu halde, hakîkatte Hakk'ın iştiyâkı
(duyduğu özlem) yine
kendi nefsine olmuş olur. Sen Hak Teâlâ hazretlerini
görmez misin ki
إن
الله خلق آدم على صورته
hadîs-i şerîfinde haber verildiği üzere insanı kendi
sûreti üzerine yarattı. Çünkü insan, onun rûh-ı
küllîsindendir (tümel, küll
ruhundandır).
Ve insanın sûret-i ilâhiyye
(Hakk’ın sureti)
üzere mahlûk (yaratılmış)
olması, Hakk'ın hayât, ilim, sem', basar,
irâde, kudret, kelâm ve tekvîn sıfatlarını câmi'
bulunması (kendinde
toplaması) i'tibâriyledir
(dolayısıyladır).
Hakk'ın bu sıfât-ı
küllîyyesi (tümel, küll
sıfatları),
abdin (kulun)
vücûd-i kesîfinde
(yoğunlaşmış vücudunda) cüz'iyyetle
(kısım olmakla) zâhir
olmuştur (açığa çıkmıştır).
Vaktâki (ne zaman
ki) insanın neş'et-i sûriyyesi
(zahiri varlığı) onun
cesedinde müctemi'
olup (toplanıp)
kan, safrâ, sevdâ (vücudun
salgıladığı bir tür ifrazat)
ve balgamdan ibâret erkân-ı erbaadan
(dört temel esastan)
vücûd buldu, cesedinde
rutûbetle hâsıl olan (oluşan)
harâret-i garîziyye
(vücudun harareti)
sebebiyle, onun zâtından ve nefsinden işti'âl
(yanma) hâdis oldu
(ortaya çıktı). Şu halde, insanın neş'et-i sûriyyesi
(zahiri varlığı)
bu vech ile
(şekilde) olduğu için, rûh-ı hayvânîsi
(hayvani ruhu)
nâr (ateş)
oldu.
Ma’lûm (bilinmiş)
olsun ki: Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin, insanın
neş'et-i sûriyyesi (suretinin
meydana gelmesi) erkân-ı erbaadan
(dört temel esastan)
vücûd (varlık)
bulduğunu beyân buyurması
(bildirmesi),
tıbb-ı atîk (eski
tıb) kânûnu mücibincedir
(gereğincedir)
ve muhakkıkînin
(tahkik ehlilerinin) kabûl-gerdesi olan
(kabul ettikleri)
esâsât (esaslar)
dahi budur. İlm-i tıbb-ı atîk
(eski tıp ilminin)
esâsâtının (esaslarının)
mücmelen (özet
olarak) beyânı
(açıklaması) budur ki:
Hakîm-i mutlak (Cenabı Hak)
hazretleri âlem-i kesâfet
(madde âlemi) olan
dünyâyı ve onda olan eşyâyı
(şeyleri) dört rükünden
(temel esastan) halk
eyledi (yarattı)
ki, bunlar da havâ, nâr,
(ateş) toprak ve sudur. Ve bunlardan her
birinin birer tabiat-ı asliyyesi
(kendine has tabiatı)
vardır ki, havânınki bârid
(soğukluk),
nârınki (ateşinki)
hâr (sıcaklık),
toprağınki yâbis
(kuruluk) ve suyunki râtıbdır
(rutubettir).
Bu dört rükünden
(temel esastan) her birinin beden-i insânîde
(insan bedeninde)
birer meskeni (bulunduğu yer)
vardır ki, onlar da balgam, / safrâ, sevdâ
(vücudun salgıladığı bir tür
sıvı) ve demdir
(kandır).
Etibbâ (tıp ilminde)
bunlara "ahlât-ı erbaa"
(dört karışım)
tesmiye ederler (derler).
Safrânın tabîati
(huyu) hâr
(sıcaklık) ve yâbistir
(kuruluktur).
Unsur-ı nâr-ı tabîîden
(tabiatı ateş esasından)
mütevelliddir (ileri
gelmektedir).
Meskeni (bulunduğu
yer) vücûd-ı insânîde
(insan vücudunda)
merâredir (öd kesesidir).
Merârenin (öd
kesesinin) meskeni
(bulunduğu yer)
baştır. Demin (kanın)
tabîati (huyu),
hârr-ı ratbdır
(rutubetli sıcaktır),
havâ-yı tabîîden
(havanın tabiatından) mütevelliddir
(ileri gelmiştir).
Vücûd-i insânîde
(insan vücudunda)
meskeni (bulunduğu yer)
karaciğerdir. Balgamın tabîati
(huyu) bârid-i
ratbdır (rutubetli soğuktur),
unsur-i mâ'dan (su
esasından) mütevelliddir
(ileri gelmiştir).
Vücûd-i insânîde
(insan vücudunda) meskeni
(bulunduğu yer)
akciğerdir. Sevdânın tabîati
(huyu) bârid-i yâbistir
(kuru soğuktur)
ve unsur-i arzdan
(toprak esasından) mütevelliddir
(ileri gelmiştir).
Vücûd-i insânîde
(insan vücudunda) meskeni
(bulunduğu yer)
dalaktır. Harâret (sıcaklık)
safrâdan, sürûr
(sevinç) demden
(kandan),
gam (keder, kaygı,
üzüntü) balgamdan ve havf
(korku) sevdâdan
mütehassıldır (oluşmuştur).
İşte etibbânın
(tıp ilminin) "ahlât-ı erbaa"
(dört karışım)
tesmiye ettikleri (dedikleri)
bunlardır. Kıvâm-ı beden
(bedenin olgunluk derecesi)
bu ahlât-ı erbaa
(dört karışım) iledir. Bedenin salâhı
(düzgünlüğü) bunların
i'tidâli (denkliği,
ölçülülüğü) ve fesâdı
(bozulması) dahi
birinin galebesiyle (fazla,
üstün olmasıyla) olur.
Zaman dört kısma münkasimdir
(bölünmüştür):
Yaz, sonbahar, kış ve ilkbahardır. Yazın
tabiatı hârr-ı yâbistir (kuru
sıcaktır).
Bu vakit vücûd-ı insânîde
(insan vücudunda)
safrâ ziyâdelenir
(fazlalaşır).Sonbaharın tabîati bârid-i
yâbistir (kuru soğuktur);
sevdâ ziyâdeleşir
(fazlalaşır). Kışın
tabîati bârid-i ratbdır
(rutubetli soğuktur). Bu mevsimde
balgam ziyâde (fazla)
olur. İlk bahâr hârr-ı ratb-ı leyyindir
(rutubetli ılıktır).
Bu mevsimde dem
(kan) tezâyüd eder
(artar).
Safrâya her bir bârid-i' ratb
(nemli soğuk) ve deme (kana)
her bir bârid-i yâbis
(kuru soğuk)
ve balgama her bir hârr-ı yâbis
(kuru sıcak) ve
sevdâya her bir hârr-ı ratb
(nemli sıcak)
devâ-yı nâfi'dir (yararlı
ilaçtır).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) her bir illetin
(hastalığın) devâsı
(çaresi) zıddı iledir. Velâkin (ama)
bu edviyenin
(ilaçların) te'sîrâtı
(etkileri) tabîî
değildir, belki bi-iznillâhdır
(Allah’ın izniyledir).
Devam Edecek |