Füsûs-ül Hikem

417. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE

MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"'   BEYÂNINDADIR.

Resûl (a.s.)’ın “Sizden biriniz muhakkak Rabb'ini görmez, tâ ki öle” buyurduğu gibi, vaktâki abd Hakk'a ölümden sora mülâkî olur, işte bunun için Allah Teâlâ “Benim likâm lâ-büddür” dedi. Binâenaleyh Hakk'ın iştiyâkı bu nisbetin vücûdu içindir (6)

Ya'nî (S.a.v.) Efendimiz'in    انً أحدكم لا يرى ربًه حتًى يموت    buyurduğu vech ile (şekilde),  abd (kul) Hakk'a ancak ölümden sonra mülâkî olduğu (kavuştuğu) için Allah Teâlâ bâlâda (yukarıda) zikrolunan (anlatılan) hadîs-i tereddüdde (tereddütlü hadiste) ölümden istikrâh (nefret) eden abd-i mü'mine (mümin kuluna) kendi likâsının (kavuşmasının) lâ-büd (muhakkak) olduğunu beyân eyledi (bildirdi). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak mevtin (ölümün) vücûdu indinde (sırasında), abdde (kulda) hâsıl olan (oluşan) nisbet-i rü'yete (görme sıfatına) müştâktır (şiddetli arzu duyandır). Ve Hakk'ın iştiyâkı (arzu duyması), mevt (ölüm) esnâsında vâkı' olan (gerçekleşen) bu nisbetin (sıfatın) vücûdu (varlığı) içindir.

Şiir: Habîb benim rü'yetime müştâktır; halbuki benim ona iştiyâkım eşeddir (7)

Hz. Şeyh (r.a.) bu şiiri Hak tarafından inşâd (haber vermek) ile buyururlar ki: Benim abd-i habîbim (sevgili kulum), cemâl-i bâ-kemâlimin (tam, mükemmel güzelliğimin) rü'yetine (görülmesine) müştâktır (can atar). Halbuki benim ona olan iştiyâkım (özlemim) onun bana olan iştiyâkından (özleminden) daha şedîddir (şiddetlidir).  Zîrâ (çünkü)    وَيُحِبُّونَهُ يُحِبُّهُمْ    (Mâide, 5/54) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu / (bildirildiği) üzere Hakk'ın muhabbeti (sevgisi), abdin (kulun) Hakk'a muhabbetinden (sevgisinden) mukaddemdir (öncedir). Eğer Hakk'ın abde (kula) muhabbeti (sevgisi) olmasa idi, abd (kul) Hakk'a muhabbet etmez (sevgi duymaz)  idi. Beyt:

Aşk odu evvel düşer ma'şûka, ondan âşıka

Şem'i gör ki, yanmadan yandırmadı pervâneyi

Ve nüfûs muztaribdir ve kazâ men’ eder. Binâenaleyh ben enînden şikâyet ederim, o da enînden şikâyet eder (8).

Ya'nî nüfûs (nefisler), iştiyâk-ı likâ (kavuşma özlemi) ile muztarib olurlar (çırpınıp dururlar) ve dövünürler. Halbuki mûcib-i likâ (kavuşma sebebi) olan ölüm, kazâ (takdir) olunduğu vakitten evvel gelmez. Binâenaleyh (bundan dolayı) mûcib-i likâ (kavuşma sebebi) olan ölümü, kazâ (takdir) men' eder (engeller).  Böyle olunca mûcib-i likâ (kavuşma sebebi) olan mevti (ölümü), kazânın men' etmesinden (engellemesinden) dolayı ben şikâyet ederim. Ve vücûd-ı kesîf-i izâfisi, (yoğunlaşmış izâfi varlığı) bana vusûle (ulaşmaya) mâni' (engel) olduğundan nâşî (dolayı) de, benim habîbim (sevgili dostum) dahi bu firâktan (ayrılıktan) şikâyet eder. Mesnevî:

                        أز جداييها شكايت ميكند               بشنو أز ني چون حكايت ميكند          

                 باز جويد روزكار وصل خويش        هر كسي كو دور ماند أز أصل خويش             

Tercüme: "Neyden işit, nasıl hikâyet ediyor (anlatıyor); ayrılıklardan şikâyet ediyor. Kendi aslından uzak düşen her bir kimse vakt-i visâlini (kavuşma vaktini) tekrâr arar durur.

İmdi (buna göre) bî-taayyün (taayyünsüzlük) olan Hakk-ı latîf (şeffaf (nurun nuru) hak) mertebe-i imkâna (imkân (mana) mertebesine) tenezzülünde (indiğinde) abd-i müştâkın (şidetle özlem duyan kulların) sûret-i kesîfesinde (kesifleşmiş suretinde) müteayyin olduğundan (meydana çıktığından) abd-i müştâkın (özlem çeken kulların) Hakk'a iştiyâkı, (özlemi) Hakk'ın kedi nefsine iştiyâkından (özleminden) ibâret olur. /

İmdi vaktâki muhakkak ona kendi rûhundan nefh ettiğini beyân eyledi, binâenaleyh ancak kendi nefsine müştâk oldu. Sen onu görmez misin? Onu kendi sûreti üzere halk etti. Zîrâ o, kendi rûhundandır. Ve vaktaki onun neş'eti, onun cesedinde ahlât ile müsemmâ olan bu erkân-ı erbaadan oldu, cesedinde rutûbetten olan şey sebebiyle, nefsinden işti'âl hudûs eyledi. Böyle olunca insanın rûhu, onuıı neş'eti eclinden nâr oldu. Ve işte bunun için Allah Teâlâ Mûsâ'ya ancak nâr sûretinde tekellüm etti; ve onun hâcetini onda kıldı. İmdi onun neş'eti tabîiyye olaydı, rûhu nûr olurdu (9).

Ya'nî vaktâki (ne zaman ki) Hak Teâlâ hazretleri "İnsana kendi rûhundan nefh ettim (üfledim " (Hicr 15/29) buyurdu, bi'n-netîce (sonuç olarak) ancak kendi nefsine müştâk olmuş (şiddetli arzu duymuş) oldu. Zîrâ (çünkü) abdin (kulun) vücûd-i kesîf-i mukayyedinde (yoğunlaşmış kayıtlı vücudunda) mûteayyin olan (meydan çıkan) Hak'tır. Ve bu vücûd-ı kesîfe (yoğunlaşmış varlığa) kendi rûh-i küllîsinden (tümel ruhundan) nefh etmiştir (üflemiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) bu i'tibâr (husus) ile abd (kul), Hak'tır; ve ona menfûh (üfürülmüş) olan rûh dahi Hak'tır. Ve Hak ile abd (kul) arasında hicâb (perde) olan bu vücûd-i kesîf (yoğunlaşmış vücut), ortadan ancak mevt (ölüm) ile kalkar. Ve abd-i kâmilin (yetkinliğe ulaşmış, kâmil kulun) mevt (ölüm) / indinde (sırasında) Hakk'ın müştâk olduğu (şiddetle arzuladığı) şey, bu likâ-i hâstır (hususi kavuşmadır). Bu likâ-i hâs (hususi kavuşma) ise, bir emr-i i'tibârîdir (göreli bir husustur). Şu halde, hakîkatte Hakk'ın iştiyâkı (duyduğu özlem) yine kendi nefsine olmuş olur. Sen Hak Teâlâ hazretlerini görmez misin ki    إن الله خلق آدم على صورته    hadîs-i şerîfinde haber verildiği üzere insanı kendi sûreti üzerine yarattı. Çünkü insan, onun rûh-ı küllîsindendir (tümel, küll ruhundandır). Ve insanın sûret-i ilâhiyye (Hakk’ın sureti) üzere mahlûk (yaratılmış) olması, Hakk'ın hayât, ilim, sem', basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn sıfatlarını câmi' bulunması (kendinde toplaması) i'tibâriyledir (dolayısıyladır).  Hakk'ın bu sıfât-ı küllîyyesi (tümel, küll sıfatları), abdin (kulun) vücûd-i kesîfinde (yoğunlaşmış vücudunda) cüz'iyyetle (kısım olmakla) zâhir olmuştur (açığa çıkmıştır). Vaktâki (ne zaman ki) insanın neş'et-i sûriyyesi (zahiri varlığı) onun cesedinde müctemi' olup (toplanıp) kan, safrâ, sevdâ (vücudun salgıladığı bir tür ifrazat) ve balgamdan ibâret erkân-ı erbaadan (dört temel esastan) vücûd buldu, cesedinde rutûbetle hâsıl olan (oluşan) harâret-i garîziyye (vücudun harareti) sebebiyle, onun zâtından ve nefsinden işti'âl (yanma) hâdis oldu (ortaya çıktı). Şu halde, insanın neş'et-i sûriyyesi (zahiri varlığı) bu vech ile (şekilde) olduğu için, rûh-ı hayvânîsi (hayvani ruhu) nâr (ateş) oldu.

Ma’lûm (bilinmiş) olsun ki: Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin, insanın neş'et-i sûriyyesi (suretinin meydana gelmesi) erkân-ı erbaadan (dört temel esastan) vücûd (varlık) bulduğunu beyân buyurması (bildirmesi), tıbb-ı atîk (eski tıb) kânûnu mücibincedir (gereğincedir) ve muhakkıkînin (tahkik ehlilerinin) kabûl-gerdesi olan (kabul ettikleri) esâsât (esaslar) dahi budur. İlm-i tıbb-ı atîk (eski tıp ilminin) esâsâtının (esaslarının) mücmelen (özet olarak) beyânı (açıklaması) budur ki:

Hakîm-i mutlak (Cenabı Hak) hazretleri âlem-i kesâfet (madde âlemi) olan dünyâyı ve onda olan eşyâyı (şeyleri) dört rükünden (temel esastan) halk eyledi (yarattı) ki, bunlar da havâ, nâr, (ateş) toprak ve sudur. Ve bunlardan her birinin birer tabiat-ı asliyyesi (kendine has tabiatı) vardır ki, havânınki bârid (soğukluk), nârınki (ateşinki) hâr (sıcaklık), toprağınki yâbis (kuruluk) ve suyunki râtıbdır (rutubettir). Bu dört rükünden (temel esastan) her birinin beden-i insânîde (insan bedeninde) birer meskeni (bulunduğu yer) vardır ki, onlar da balgam, / safrâ, sevdâ (vücudun salgıladığı bir tür sıvı) ve demdir (kandır). Etibbâ (tıp ilminde) bunlara "ahlât-ı erbaa" (dört karışım) tesmiye ederler (derler). Safrânın tabîati (huyu) hâr (sıcaklık) ve yâbistir (kuruluktur). Unsur-ı nâr-ı tabîîden (tabiatı ateş esasından) mütevelliddir (ileri gelmektedir). Meskeni (bulunduğu yer) vücûd-ı insânîde (insan vücudunda) merâredir (öd kesesidir). Merârenin (öd kesesinin) meskeni (bulunduğu yer) baştır. Demin (kanın) tabîati (huyu), hârr-ı ratbdır (rutubetli sıcaktır), havâ-yı tabîîden (havanın tabiatından) mütevelliddir (ileri gelmiştir).  Vücûd-i insânîde (insan vücudunda) meskeni (bulunduğu yer) karaciğerdir. Balgamın tabîati (huyu) bârid-i ratbdır (rutubetli soğuktur), unsur-i mâ'dan (su esasından) mütevelliddir (ileri gelmiştir). Vücûd-i insânîde (insan vücudunda) meskeni (bulunduğu yer) akciğerdir. Sevdânın tabîati (huyu) bârid-i yâbistir (kuru soğuktur) ve unsur-i arzdan (toprak esasından) mütevelliddir (ileri gelmiştir). Vücûd-i insânîde (insan vücudunda) meskeni (bulunduğu yer) dalaktır. Harâret (sıcaklık) safrâdan, sürûr (sevinç) demden (kandan), gam (keder, kaygı, üzüntü) balgamdan ve havf (korku) sevdâdan mütehassıldır (oluşmuştur). İşte etibbânın (tıp ilminin) "ahlât-ı erbaa" (dört karışım) tesmiye ettikleri (dedikleri) bunlardır. Kıvâm-ı beden (bedenin olgunluk derecesi) bu ahlât-ı erbaa (dört karışım) iledir. Bedenin salâhı (düzgünlüğü) bunların i'tidâli (denkliği, ölçülülüğü) ve fesâdı (bozulması) dahi birinin galebesiyle (fazla, üstün olmasıyla) olur.

Zaman dört kısma münkasimdir (bölünmüştür): Yaz, sonbahar, kış ve ilkbahardır. Yazın tabiatı hârr-ı yâbistir (kuru sıcaktır). Bu vakit vücûd-ı insânîde (insan vücudunda) safrâ ziyâdelenir (fazlalaşır).Sonbaharın tabîati bârid-i yâbistir (kuru soğuktur); sevdâ ziyâdeleşir (fazlalaşır).  Kışın tabîati bârid-i ratbdır (rutubetli soğuktur). Bu mevsimde balgam ziyâde (fazla) olur. İlk bahâr hârr-ı ratb-ı leyyindir (rutubetli ılıktır). Bu mevsimde dem (kan) tezâyüd eder (artar). Safrâya her bir bârid-i' ratb (nemli soğuk) ve deme (kana) her bir bârid-i yâbis (kuru soğuk) ve balgama her bir hârr-ı yâbis (kuru sıcak) ve sevdâya her bir hârr-ı ratb (nemli sıcak) devâ-yı nâfi'dir (yararlı ilaçtır). Binâenaleyh (bundan dolayı) her bir illetin (hastalığın) devâsı (çaresi) zıddı iledir. Velâkin (ama) bu edviyenin (ilaçların) te'sîrâtı (etkileri) tabîî değildir, belki bi-iznillâhdır (Allah’ın izniyledir).

Devam Edecek