BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE
MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
Suâl: Tecârib-i
medîdeye (uzun tecrübelere)
ve keşfiyyât-ı fenniyyeye
(fenni buluşlara)
müstenid (dayalı)
olan tıbb-ı cedîd (yeni tıb),
tedâvî-i emrâz
(hastalıkların tedavisi) hakkında birtakım
kavâid-i cedîde (yeni
kaideler) vaz' etmiş
(koymuş) olduğundan
tıbb-ı atîkın (eski tıbbın)
bu kavânînine
(kaidelerine) iltifât etmiyor
(ilgi göstermiyor).
Hakâyıkın
(hakikatlerin) bu esâsât-ı metrûkeye
(terk edilmiş esaslara)
istinâdı (dayandığı)
şâyân-ı nazardır
(düşünmeye değerdir).
Cevap: Hangi tıp olursa olsun, esâs, evvelen
(ilk önce) marazın
(hastalığın) teşhîsi
ve sâniyen (ikinci olarak)
o marazın
(hastalığın) tedâvîsidir. Eski ve yeni tıbba
göre her bir marazın
(hastalığın) birtakım a'râzı
(belirtileri) vardır.
Etibbâ (doktorlar)
emrâzı (hastalığı),
bu a'râzından
(belirtilerinden) teşhîs eder ve ona göre
tedâvî eyler. Keşfiyyât-ı fenniyye
(fenni buluşlar)
a'râzın (hastalık
işaretlerinin) usûl-i ta"yînini
(belirleme şeklini)
tebdîl etmiş (değiştirmiş)
ve ez-cümle (sözün
kısası) vücûd-i insânîde
(insan vücudunda)
marazın (hastalığın)
tekevvününe (oluşmasına)
sebep olan basillerin
(bakterilerin)
vücûdunu (varlığını)
ızhâr eylemiştir (açığa
çıkartmıştır).Bi't-tabi'
(doğal olarak)
marazın (hastalığın)
tedâvîsi için dahi birtakım usûl-i cedîde
(yeni yöntemler) vaz'
etmiştir (koymuştur).
Diğer taraftan tıb ile alâkadâr olan kimyâ-yı
cedîd (yeni kimya)
dahi anâsır-ı basîtayı
(basit elementleri) keşf edip yekdîğerinden
(birbirinden)
evsâfını (vasıflarını)
temyîz eylediği
(ayırdığı) cihetle
(yönüyle) klor,
sodyum potasyum, iyod ilh.... gibi birtakım anâsır-ı
basîtanın (basit
elementlerin) edviye
(ilaçlar) olarak isti'mâline
(kullanılmasına) başlanmıştır. Halbuki tıbb-ı
atîkta (eski tıpta)
bu anâsır-ı basîta (basit
elementler),
mürekkebât
(bileşik) hâlinde isti'mâl olunur
(kullanılır).
Ve marîz olanların
(hastalananların)
meâli (neticesi)
helâke (ölüme) değil ise, kesb-i âfiyet ederler
(sıhhat kazanırlar).
Tıbb-ı cedîd (yeni
tıp) ise mikrop nazariyyesi
(teorisi) dâiresinde
(sınırları içersinde)
tedâvi eder. Bir taraftan ağdiye
(yenilip içilecekler)
vâsıtasıyla vücûdu takviye
(kuvvetlendirmek) ve
diğer taraftan mikropların te'sîrini
(etkisini) izâle
edebilecek (giderebilecek)
ilâçlar verir. Etibbâ-yı cedîde
(yeni doktorlar)
kendi nazariyyeleri
(teorileri) dâiresinde
(sınırı içersinde)
müstağrak (batmış)
olduklarından tıbb-ı atîkın
(eski tıbbın)
kânunları ile meşgûliyyeti
(uğraşmayı) abes
(lüzumsuz, saçma) görürler. Ve her iki tıbbın
kavâid-i esâsiyyesini (temel
kaidelerini) tevfîka
(uyarlamaya) lüzûm
görmezler.
Hattâ Fransız etibbâsından
(doktorlarından) biri, Fransa hükümeti
tarafından Madagaskar'ın zabtı
esnâsında yerli etibbânın
(doktorların)
hastalarını usûl-i atîkâ
(eski tıb) dâiresinde
(sınırları içersinde)
tedâvî ettiklerini ve müsmir
(verimli) netîceler
zuhûra geldiğini görerek: "Biz kendi usûl-i
tebâbetimizde (tıp ilmi
kaidelerine) saplanıp kaldık. Bu yerli
etibbânın (yerli doktorların)
usûl-i tedâvîlerini
(tedavi kaidelerini)
tedkîk edip (inceleyip)
istifâde etmek hatırımıza gelmiyor. Onlar
merzâyı (hastalıkları)
pekâlâ tedâvî edebiliyorlar" demiş idi. Hadd-i
zâtında (aslında)
tıbb-ı cedîdin (yeni tıbbın),
tıbb-ı atîka (eski
tıbba) iltifât etmemesiyle
(önem vermemesiyle)
onun butlânı (saçma olması)
lâzım gelmez. Çünkü kânûn-i atîk
(eski kaideler)
dâiresinde (sınırları
içersinde) vâkı’ olan
(gerçekleşen) tedâvî
netîcesinde merzâ (hastalar) iâde-i âfiyet etmektedir
(sıhhatlerine tekrar geri kazanmaktalar). /
Tıbb-ı cedîd
(yeni tıb),
mikropların hâriçten
(dışarıdan)
alındığını gösteriyor. Acabâ bu mikropların tıbb-ı
atîkın (eski tıbbın)
gösterdiği ahlât-ı erbaadan
(dört karışımdan)
birinin galebesiyle (üstün
gelmesiyle) vücûdda tekevvün etmediği
(oluşmadığı) neden
ma'lûm (bilinir)?
Eğer bi't-tedkîk
(incelenerek) böyle olduğu tezâhür ederse
(görülürse),
galebesi
(üstünlüğü) görülen ahlâtın
(bileşiğin) hadd-i
i'tidâle (makul, ılımlı
dereceye) ircâ'ına
(çevrilmesine) hizmet
etmek usûlünün (kaidesinin),
o mikropların vücûdda inkırâzına
(tükenmesine) sebeb
olacağı pek tabii bir netîce
olur. Bugün hâriçten
(dışarıdan) vücûda
giren her bir mikrobun her vücûdda tahrîbât îkâ’
edemediği (yapamadığını)
etibbâ-yı cedîde
(yeni doktorlar) tarafından i'tirâf
olunmakta, bunun için de, o vücûdun mikroplara mukâvemet
ettiği (direndiği)
nazariyyesi (teorisi)
ileriye sürülmektedir. Bu cihet
(yön) dahi bâlâdaki
(yukarıdaki)
mütâlaayı (kanaati)
müeyyeddir
(doğrulamaktadır).
Çünkü ahlât-ı
erbaası (dört bileşiği)
hadd-i i'tidâlde
(ılımlı, denk ölçüde) bulunan bir vücûda
hâriçten (dışarıdan)
sirâyet eden (girip
bulaşan) mikroplar, vücûddaki bu i'tidâli
(denkliği)
bozamadıkları için, te'sîr
(etki) edemeyebilirler. Bu esâsâtın
(esasların) tedkîkı
(incelenmesi) ve
atîk (eski) ve
cedîd (yeni) tıb
ahkâmının (hükümlerinin)
tevfîkı (tatbik
edilmesi),
münsıf (vicdan ve insaf
sahibi) ve hâzık
(usta) etibbânın
(doktorların) himmetine
(yüksek iradesine)
kalmış bir şeydir.
İmdi
(buna göre) insanın
erkân-ı erbaasından (dört
esasından) en latîfi
(en şeffafı) rükn-i
harûrîsidir (hararetle ilgili
asıldır).
Ve bedenin hayâtı
(yaşamı) harâret-i garîziyyenin
(vücud ısısının)
devâmiyledir. Ve bu harâret
(ısı) munkatı' olunca
(kesilince),
rûh-ı hayvânî
(hayvansal ruhu) dahi munkatı'
(kesilmiş) olur. Ve
harâret-i garîziyyenin (vücut
ısısının) bakâsı
(devamlılığı) rutûbet-i garîziyyenin
(doğal, fıtri rutubetin)
bakâsıyladır (devamlılığı
iledir).
Rutûbet fânî
olunca (son bulunca)
harâret dahi kesilir. Zîrâ
(çünkü) rutûbet cesed-i
insânîde (insan bedeninde)
bulunan unsur-i mâ'dan
(su unsurundan)
mütevelliddir (ileri
gelmiştir).
Ve Fasa-ı Eyyûbî'de
(Eyüp bölümünde) dahi
îzâh olunduğu (anlatıldığı)
üzere ateş ile su, hikmet-i tabîiyye
(fizik bilgisi)
ahkâmınca (hükümlerince)
yekdîğerinin
(birbirlerinin) zıddı olan seyyâlden
(akışkandan)
ibâret ise de, bi'l-kîmyâ
(kimyaca) aynı
anâsırın (esas unsurların)
muhassalâtıdır
(bileşkeleridir).
Ve hattâ bugün küremizin etrafında temevvüc
eden (dalgalanan)
bahr-ı muhît (okyanus)
evvelce ateş olan, müvellidü'l-mâ'
(hidrojen) ve
müvellidü'l-humûza (oksijen)
ve sodyumdan mürekkebdir
(bileşiktir).
İşte insanın vücûd-i kesîfi
(yoğunlaşmış vücudu) bu âlemden
(dünyadan) mahlûk
(yaratılmış) olduğu
ve bu âlem-i tabîînin (tabiat
aleminin) menşei
(esası, kökü) ateş bulunduğu için hayvânât-ı
sâirenin (diğer hayvanların)
rûhu gibi insanın rûh-i hayvânîsi
(hayvansal ruhu)
dahi, cesedinde (bedeninde)
rutûbet-i garîziyye
(fıtrı, doğal rutubet)
sebebiyle kendi nefsinden ve zâtından işti'âl
eden (yanan) nâr
(ateş) oldu. Ve
âlem-i tabîatin / (tabiat
aleminin) menşei
(esası) ateş olmasının sırrı, merâtib-i
kesîfede (koyu, yoğun
mertebelerde) zuhûr
(ortaya çıkması) ile
bilinmeğe olan muhabbet-i ilâhîyye
(ilahi sevginin)
harâretiyle halk-ı eşyâya
(şeylerin yaratılmasına) irâde-i ilâhîyyenin
(ilahi iradenin)
tevcîhidir. (yönelmesidir)
Mâdemki âlem-i kesâfetin
(yoğun, koyu âlemlerin)
aslı ateştir; ve âlem-i kesâfette
(yoğunlaşmış âlemlerde)
mütekevvin (yaratılmış)
olan insânın rûh-ı hayvânîsi
(hayvansal ruhu) dahi
nârdır (ateştir),
bunun için Hak Teâlâ hazretleri, Mûsâ
(a.s.)’a. ancak nâr (ateş)
sûretinde
(şeklinde) mütecellî olup
(görünüp) ona hitâb
etti; (seslendi)
ve o sırada Mûsâ (a.s.)’ın muhtaç olduğu şey dahi nâr
(ateş) idi. Zîrâ
(çünkü) ısınmak için
ateş aramağa gitmiş idi. Onun hâceti
(ihtiyacı) nâr
(ateş) olduğu ve
vücûdu kesîfi (yoğunlaşmış
varlığı) erkân-ı erbaanın
(dört temel unsurun)
ictimâından (toplanmasından)
hâsıl olduğu
(oluştuğu) için, tecellî
(görünme) nâr
(ateş) sûretinde
(şeklinde) vâkı'
(olmuş) oldu. Ve eğer
Mûsâ (a.s.)’ın neş'eti
(vücuda gelmesi) ba'zı melâike-i kirâmm
(yüce meleklerin)
neş'eti (meydana gelişi)
gibi, gayr-i unsurî
(maddi olmasa) ve
tabîî-i nûrî (nur’un
doğasından) ola idi, onun rûhu sûret-i
nâriyyede (ateş suretinde)
değil, sûret-i nûriyyede
(nur suretinde) zâhir
olur (görülür)
idi.
Devam Edecek |