Füsûs-ül Hikem

419. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.

Nûr ile nâr (ateş) arasındaki fark budur ki, nâr (ateş) yakar, nûr ise yakmaz. Binâenaleyh (bundan dolayı) ateşten münbais olan (ileri gelen) aydınlığa "ziyâ" (ışık) denir, nûr denmez. Nitekim, âyet-i kerîmede işâret buyrulur:    ضِيَاء وَالْقَمَرَ  الشَّمْسَ  جَعَلَ   نُوراً    (Yûnus, 10/5). Ve hikmet-i tabîiyye (fizik ilmi) ulemâsı (âlimleri) dahi bunda müttehiddir (birleşmişlerdir). Onlara göre de ziyânın (ışığın) menba'ı (kaynağı) harâret ve elektriğin menba'ı (kaynağı) dahi ziyâdır (ışıktır). Bunların üçü dahi şey'-i vâhiddir (tek şeydir). Bu şey'-i vâhid (tek şey), ihtizâzât-ı muhtelifelerinden (çeşitli titreşimlerinden) dolayı suver-i muhtelifede (çeşitli şekillerde) zâhir olmuşlardır (görünmüşlerdir). Şu halde bir cism-i nârî-i muzîden (ışık saçan cisimden), bir cism-i gayr-i muzîye (ışıksız cisme) vârid olup (gelip) ondan aks eden (yansıyan) aydınlığa "nûr" tesmiyesi (denmesi) câiz (doğru) olur. Zîrâ (çünkü) kamerin (ayın) ışığı ona güneşten vâsıl olan (ulaşan) ziyâdan (ışıktan) mütevelliddir (ileri gelmektedir). İşte insanın cism-i kesîfinde (yoğunlaşmış bedeninde) bi-zâtihî (kendiliğinden) keyfiyyet-i ihtirâk (yanma hususu) vâkı' (olmuş) olduğundan rûh-i hayvânisî (hayvansal ruhu) nârîdir (ateşe mensuptur).  Ve melâike-i kirâmın (yüce meleklerin) ba'zıları ki, onlar Âdem'e secde ile teklîf olundular, onların vücûdu, îzâh olunan (açıklanan) anâsırdan (unsurlardan) terekküb etmediği (bileşik olmadığı) ve binâenaleayh (bundan dolayı) onları vücûdunda bi-zâtihî (kendiliğinden) keyfiyyet-i ihtirâk (yanma hususu) vâkı' (olmuş) olmadığı için, ruhları nûrîdir (nura mensuptur).

Ve ondan "neth" ile kinâye etti. Muhakkak onun nefes-i rahmânîden olduğuna işâret eyler. Zîrâ nefh olan bu nefes ile onun "ayn"ı zâhir oldu. Ve menfûhun-fîhin isti'dâdı sebebiyle, işti'âl nâr oldu, nûr olmadı. Binâenaleyh, insanın onun sebebiyle insan olduğu şeyde Hakk'ın nefesi bâtın oldu. Ba'dehû onun için, onun sûreti üzere, şahs-ı âharı müştakk kıldı; "kadın" tesmiye eyledi. Onun sûreti üzere zâhir oldu. Böyle olunca ona müştâk oldu, şeyin kendi nefsine iştiyâkıdır. Ve kadın ona müştâk oldu, şeyin kendi vatanına iştiyâkıdır. İmdi ona kadın sevdirildi. Zîrâ Allah Teâlâ kendi sûreti üzere halk ettiği kimseye muhabbet etti. Ve onların kadrleri ve menziletleri azîm ve neş'et-i tabîiyyeleri âlî iken, onun için melâike-i nûriyyîne secde ettirdi (1O).

Ya'nî Hak Teâlâ    رُّوحِي وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن    (Hicr, 15/29) kelâmında (sözlerinde) rûhdan "nefh" (nefes verme, üfleme) ile kinâye etti (açıktan olmayıp üstü kapalı olarak değindi) ki, bu kelâm (söz) ile rûhun nefes-i rahmânîsinden (rahmanının nefesinden) hâsıl (olmuş) olduğuna işâret eder. Zîrâ (çünkü) "üflemek" nefes ile olur. / Ve üflemekten ibâret olan bu nefes ile hâriçte (dışta) evvelen (ilk önce) insanın rûhu ve ba'dehû (daha sonra) vücûd-i kesîfi (kesif, yoğunlaşmış varlığı) zâhir oldu (meydana geldi). Ve bu nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi) bi'l-cümle (bütün) eşyânın (varlığa gelmişlerin) ilk maddesidir. Ve nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi) vücûd-i Hakk'ın (Hakk’ın varlığının) aynıdır. Ve menfûhun-fîh (kendisine nefes verilen),  ki neş'et-i unsuriyyedir (vücuda gelmiş unsurdur), onun isti'dâdı sebebiyle nefesinden işti'âl (yanma) hâdis oldu (meydana çıktı). Bu işti'âl (yanma) dahi nâr (ateş) oldu, nûr olmadı. Nitekim bâlâda (yukarda) îzâh olundu (anlatıldı). Böyle olunca insan, ki rûh-i hayvânîsiyle (hayvansal ruhuyla) insandır, işte onun bu rûh-i hayvânîsinde (hayvani ruhunda) nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi) bâtın oldu (gizlendi). Ve rûh-i hayvânîsi (hayvansal ruhu) sebebiyle insan denilen mahlûk (yaratık) dahi o nefes-i rahmânînin (rahmani nefesin) zâhiri (dışı, dış yüzü) oldu. Ba'dehû (daha sonra) Âdem için, o Âdem'in sûreti üzere, diğer bir şahsı ondan müştakk kıldı (türetti); ve ona "kadın" tesmiye etti (ismini verdi). Zîrâ (çünkü) vücûdda (varlıkta) zükûret (erkeklik) ünûsetten (dişilikten) mukaddemdir (öncedir) ve ünûset (dişilik), zükûretten (erkeklikten) müştakktır (türemiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) kadın, Âdem dediğimiz insanın sûreti üzere zâhir oldu (göründü). Şu halde Âdem, bir şeyin kendi nefsine (zatına) iştiyâkı (arzu, özlem duyması) kabîlinden (türünden) olarak, kadına müştâk (şiddetli arzu, özlem duyan) oldu ve kadın dahi, bir şeyin kendi vatanına ve aslına (özüne) iştiyâkı (özlem duyması) kabîlinden (türünden) olarak, Âdem'e müştâk (arzulayan, özlem duyan) oldu. Bu takdirce kadın, insana sevdirildi. Çünkü Allah Teâlâ kendi sûreti üzere yaratmış olduğu insana muhabbet etti (sevdi) ve melâike-i nûriyyîne (nurani meleklerine) Âdem (İnsan) için secde ettirdi. Maahâzâ (diyelim ki) Âdem'e secde eden melâikenin (meleklerin) kadr (dereceleri) ve menziletleri (makamları) azîm (ulu) ve neş'et-i tabîiyyeleri (tabiatlarının yaratılışları) dahi Âdem'in (İnsan’ın) neş'etinden (yaratılışndan) âlî (yüce) idi. Ya'nî Hak Teâlâ kendi sûreti üzere yarattığı insanı sevdiği gibi, insan dahi kendi sûreti üzere kendinden iştikâk eden (türeyen) kadını sevdi demek olur.

İmdi münâsebet buradan vâkı' oldu. Halbuki sûret, münâsebet cihetinden â'zam ve ecell ve ekmeldir. Zîrâ o zevc kıldı, ya'nî vücûd-i Hakk'ı şef’ etti. Nitekim kadın kendi vücûdu ile racülü şef etti. Binâenaleyh onu zevc kıldı. Böyle olunca Hak ve racül ve kadın olarak selâse zâhir oldu. İmdi racül, kadının aslına iştiyâkı kabîlinden olarak, kendi aslı olan Rabb'ine müştâk oldu. Şu halde Allah Teâlâ kendi sûreti üzere olan kimseyi sevdiği gibi, Rabb'i ona nisâyı sevdirdi. İmdi muhabbbet, ancak ondan tekevvün eden kimseye vâkı' oldu. Ve muhakkak onun, muhabbeti ondan tekevvün eden kimse için oldu ki, o da Hak'tır. İşte bunun için "Bana sevdirildi" dedi. Ve onun hubbünün, sûreti üzerine olduğu Rabb'ine taallukundan dolayı, kendi nefsinden “Ben sevdim” demedi; hattâ onun mer'esine olan muhabbetinde. Zîrâ onu, Allah Teâlâ'nın ona hubbü vâsıtasıyla, tahalluk-ı ilâhîden nâşî sevdi (11).

Ya'nî erkek ile kadın ve insan ile Hak arasındaki münâsebet (ilişki) buradan vâkı' (olmuş) oldu. Zîrâ (çünkü) sûret-i âdemiyye (insan sureti), sûret-i ilâhîyyeden (İlahi suretten) ve nisâ (kadın) dahi Âdem'den müştaktır (türemiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) erkeğin kadına iştiyâkı (olan özlemi), Hakk'ın Âdem'e (insana) iştiyâkını (özlemini) müş'ir (bildiren) bir temsîldir (örnektir). Ve münâsebet (ilişki) husûlünde (olmasında) sûret a'zam (en büyük) ve ecell (en ulu) ve ekmeldir (en mükemmeldir). Zîrâ (çünkü) sûret, ferd (tek) olan vücûd-i Hakk'ı (Hakk’ın varlığını) / zevc (çift) kıldı; ya'nî vitr (tek) olan vücûd-i Hakk'ı (Hakk’ın vücudunu) şef’ (çift) etti. Ve ferd-i latîf (şeffaf tek) mertebe-i kesâfete (koyu mertebeye) tenezzül edip (inip) sûret bağlamadıkça (suretlenmedikçe) meşhûd olmaz (görülmez). Ve sûretle meşhûd olunca (görülünce) o sûret-i kesîfe (yoğunlaşmış suret) o ferd-i latîfîn (latif tekin) zevci (eşi) olur ve teklik ile çiftlik zuhûra (meydana) gelir. Meselâ buhâr-ı latîf (şeffaf olan buhar) kendi mertebesinde ferddir (tektir). Vaktâki (ne zaman ki) tekâsüf edip (yoğunlaşıp) bulut olur, göze görünür. Zîrâ (çünkü) buhâr bî-sûret (suretsiz) iken sûret ile müteayyin oldu (belli oldu). Binâenaleyh (bundan dolayı) o bulutun sûreti vücûdda buhârın zevci (eşi, çifti) oldu. Ve buhâr mertebe-i letâfette (şeffaf olduğu mertebede) vitr (tek) iken bulut mertebesine tenezzül ettikde (indiğinde) şef’iyyet (çiftlik) tezâhür eyledi (oluştu) ve bulut buhardan müştakk oldu (türedi). İşte sûret-i insâniyye (insanın sureti) vücûd-i Hakk'ı (Hakk’ın vücudunu) şef’ (çift) ettiği gibi, erkekten müştakk olan (türeyen) kadının vücûdu dahi, erkeği şef’ (çift) etti ve racül (erkek) ferd (tek) iken onu çift kıldı. Şu halde biri Hak, diğeri racül (erkek) ve bir diğeri kadın olmak üzere üç şey zâhir oldu (meydana çıktı). Ve üç adedi (sayısı) tek adedlerin (sayıların) ilk mertebesidir. Nitekim Fass-ı Sâlihî'de (Salih bölümünde) tafsîl olundu (geniş olarak anlatıldı).

Devam Edecek