Füsûs-ül Hikem

421. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.

İşte bunun için Resûl (a.s.), onlarda Hakk'ın kemâl-i şuhûdundan dolayı nisâyâ muhabbet etti. Zîrâ Hak, mevâddan mücerred olarak ebeden müşâhede olunmaz. Çünkü Allah Teâlâ, zâtıyle âlemlerden ganîdir. İmdi emr, bu vecihden mümteni' ve şuhûd ancak maddede vâki' oldukda, Hakk'ın nisâda olan şuhûdu, şuhûdun a'zamı ve ekmelidir. Ve vuslatın a'zamı dahi cimâ'dır. O da Hak Teâlâ'nın kendisine halîfe olması için, kendi sûreti üzere halk ettiği kimseye teveccüh-i ilâhînin nazîridir: Binâenaleyh onda kendi nefsini görür. İmdi onu tesviye ve ta'dîl etti. Ve onun nefsi olan kendi rûhundan onda nefh eyledi. Böyle olunca onun zâhiri halk ve bâtını Hak'tır. İşte bundan dolayı onu bu heykel için tedbîr ile vasf eyledi. Zîrâ Allah Teâlâ, emri semâdan tedbîr eder ve o arza ulüvvdür; o da / esfel-i sâfilîndir. Zîrâ o, erkânın esfelidir (13).

Bâlâda (yukarıda) zikr olunan (anlatılan) îzâhâttan (açıklamalardan) dolayı kadınlarda Hakk'ın kemâl-i şuhûduna (tam olarak görünmesine) mebnî (dayalı), (A.s.v.) Efendimiz, Hakk'ın sevdirmesiyle nisâya (kadınlara) muhabbet etti (sevgi duydu). Velâkin (fakat) kadınlarda Hakk'ı ekmel-i vech üzere (en mükemmel şekilde) müşâhede edebilmek (görebilmek), her bir ferdin (kişinin) kârı değildir. Buna mazhar-ı Muhammedî (Muhammedi görüntü yeri) ister. Mahzâ (sadece) huzûzât-ı nefsâniyyelerini (nefsanî arzularını) istîfâ (yerine getirmek) için kadına perestiş eden (tapan) cehele (kendini bilmezler) bu şuhûddan (görüşten) gâfildir (habersizdirler). Onlar bu âlemde (dünyada) gördükleri sûretleri müstakıllü'l-vücûd (bağımsız varlık) zannettiklerinden, suver-i âlemden (evren suretlerinden) herhangi birine mahzâ (sadece) onun zâtından dolayı alâka ederler (ilgilenirler). Vaktâki (ne zaman ki) o sûret bozulur, şûrîde (perişan) olurlar. Fakat insân-ı kâmil (yetkin, tam mükemmel insan),  bu âlemin (evrenin) kesîf (koyu, yoğun) olan sûretlerinden her birinde Hakk'ı o sûretin muktezâsına (gereklerine) göre gâh (bazen) fâiliyyet (etkenlik) ve gâh (bazen) münfailiyyet (edilgenlik) ile müşâhede ettiği (gördüğü) gibi, o suver-i kesîfeden (yoğunlaşmış suretlerden) biri olan kadında, hem fâiliyyet (etkenlik) ve hem de münfailiyyet (edilgenlik) ile müşâhede eyler (görür). Binâenaleyh (bundan dolayı) kadın mazharında (görüntü yerinde) Hakk'ı suver-i sâireden (diğer suretlerden) daha mükemmel bir vech ile (şekilde) temâşâ eder (seyreder). Ve Hakk'ı müşâhede (görmek) için mezâhirin (görüntü yerlerinin (suretlerin) vücûdu (varlığı) lâzımdır. Zîrâ (çünkü) Hakk'ı maddeden mücerred (soyutlanmış, yalın) olarak görmek ebeden (hiçbir zaman, asla) mümkün değildir. Çünkü Hak eltaf-ı latîftir (latifin latifidir). Ve bî-nihâye latîf (sonsuz latif) olan vücûd-i mutlak (kayıtsız, sınırsız varlık) mertebe mertebe tekâsüf etmedikçe (kesifleşmedikçe, yoğunlaşmadıkça) mer'i olmaz (gözle görülmez).  Nitekim diğer fasslarda (konularda) dahi beyân olunduğu (anlatıldığı) üzere, latîf (şeffaf) olan buharı o mertebede görmek mümkün değildir. Evvel (ilkin) emirde tekâsüf edip (yoğunlaşıp) bulut olmak lâzımdır. Fakat bulut dahi latîf (şeffaf) olduğundan hiss-i basarın (görme duyusundan) gayri (başka) olan havâs (duyu) ile idrâk olunmaz (anlaşılmaz). Bir mertebe daha tekâsüf edip (yoğunlaşıp) su olmak lâzımdır. Velâkin (fakat) su dahi mâdûnuna (alt derecedekine) nisbetle (göre) latîf olduğundan eşkâl-i muhtelifede (çeşitli şekillerde) zâhir olmaz (görülmez). Birtakım sûretler ile (şekillerde) zuhûr (görünmek) için incimâd edip (donup) buz olmak iktizâ eder (gerekir). İşte latîf (şeffaf) olan buhar, havâss-ı hamse-i zâhirenin (beş duyunun) mecmûu (hepsi) ile ancak buz mertebesine tenezzül ettiği (indiği) vakit meşhûd (görülür) ve mahsûs olur (hissedilir). Maahâzâ (bununla beraber) buhara buhar denebilmek için / o, bu sûretlerin hiç birine muhtaç değildir; onların cümlesinden (hepsinden) müstağnîdir (doygundur).  İşte bu misalde (örnekte) vâzıhan (açık olarak) anlaşılacağı vech ile (şekilde), latîf (şeffaf (nurun nuru) olan zât-ı Hakk'ı (Hakk’ın zatı) maddelerden mücerred (soyunmuş, soyutlanmış) olarak müşahede etmek (görmek) ebeden (asla) mümkün olmaz. Zîrâ (çünkü) zât-ı latîf-i Hak (Hakk’ın latif olan zatı), o mertebe-i letâfetinde (latif olduğu mertebesinde) âlemlerden, ya'nî merâtib-i kesîfe-i sâiresinden (yoğunlaşmış diğer mertebelerden) ganîdir (doygundur, zengindir). Bu hakîkatten gâfîl (habersiz) olan maddiyyûn, (maddeciler) zât-ı latîfin (latif olan zatın) sıfât-ı ârızasından (sonradan kazanılmış sıfatlarından) ibâret olan kesâfetten (yoğunlaşmalarından) mütehassıl (meydana gelen) maddeye i'tibâr edip (değer verip) hakîkat-i vücûdu (gerçek varlığı), madde ve kuvvet nâmiyle (adıyla) ikiye tefrîk ederek (ayırarak): "Madde ve kuvvet ezelîdir (başlangıcı olmayan) ve ebedîdir" (sonsuzdur) hükmünü vermişlerdir. Bu hüküm, onların vehminden (zanlarından) mütevellid (ileri gelen) bir hükümdür.

İmdi (buna göre) maddeden mücerred (soyutlanmış) olarak Hakk'ın şuhûdu (görülmesi) mümteni' (imkânsız) ve Hakk'ı müşâhede (görmek) ancak maddede vâkı' olunca (gerçekleşince) suver-i maddiyyeden (madde suretlerden) biri olan kadında Hakk'ın şuhûdu (görünmesi) suver-i maddiyye-i sâireden (diğer madde suretlerden) daha mükemmel ve daha azîm (büyük) olur. Ve biraz yukarıda izâh olunduğu (anlatıldığı) üzere vuslatın (kavuşmanın) a'zamı (en büyüğü) dahi cimâ'dır (çiftleşmedir). Ve cimâ' (çiftleşme) dahi, Hak Teâlâ'nın kendisine halîfe kılmak için, kendi sûreti üzere halk ettiği (yarattığı) Âdem'e, (İnsan’a) hubb-i zâtîsi (zati sevgisi) ile vâkı' (olmuş) olan teveccühünün (yönelmesinin) nazîridir (benzeridir). Zîrâ (çünkü)    فأحْبَبْتُ أن اعرف    hadîs-i kudsîsi mûcibince (gereğince) Hak Teâlâ bilinmeğe muhabbet etti. Bu hubb-i zâtîsi (zati sevgisi) ile halk-ı âleme (âlemi yaratmaya) teveccüh eyledi (yöneldi (irade etti) ve şecere-i kevnin (kâinat ağacının) semeresi (meyvesi) olarak Âdem (İnsan) zâhir oldu (meydana geldi). Ve Âdem (İnsan) Hakk'ı bil'l-cümle (bütün) esmâsı (isimleri) ile bildi. Çünkü Allah Teâlâ Âdem'i (İnsanı) kendi sûreti üzerine halk etti (yarattı).  Ve Âdem (İnsan) kendini bilmekle Hakk'ı ârif oldu (bildi).  Ve Hak dahi kendi sûreti üzere halk ettiği (yarattığı) Âdem'i (İnsanı) halîfe kılıp, onda kendi nefsini müşâhede eyledi (gördü). Ve Hak Teâlâ Âdem'i (İnsanı) tesviye (düzgünleştirip) ve ta'dîl ederek, (düzgün hale sokarak) nefes-i rahmânîsi (rahmanının nefesi) olan kendi rûhundan ona nefh eylediği (üflediği) cihetle (yönüyle) Âdem'in (İnsan’ın) zâhiri (dışı) halk ve bâtını (içi) Hak olmuş olur. İşte cimâ' (çiftleşme) dahi bu teveccüh-i ilâhînin (Hakk’ın yönelmesinin (ilahi iradenin) ) nazîridir (benzeridir). Çünkü erkek / bu cimâ' (çiftleşme) vâsıtasıyla kendi sûretinin misli (benzeri) olan veledini (evladını) ızhâr etmek (meydana çıkarmak) ister. Ve veledin (evladın) aslı pederin nutfesidir (spermasıdır). Ve nutfe (sperma) ise pederin nefsidir. Ve veled (evlad) zâhir oldukda (meydana geldiğinde) peder onda bâtın olur (gizlenir). İşte insanın zâhiri (dışı) halk ve bâtını (içi) Hak olduğundan dolayı, Allah Teâlâ Âdem'i (İnsan’ı) bu heykel-i insânî (madde beden) için, müdebbir (tedbir edici) kıldı ve onu    إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً    (Bakara, 2/30) kavlinde (sözlerinde) tedbîr ile vasf eyledi (vasıflandırdı). Çünkü halîfe müdebbirdir (tedbir edicidir). Ve onu tedbîr ile vasfının (nitelendirmesinin) beyânı (açıklaması) budur ki, Hak Teâlâ emr-i vücûdu (varlığın işini) semâdan (gökten) tedbîr eder (önlemini alır, korur, yönetir). Ve semâ (gök) arza (yere) nisbeten (göre) ulüvvdür (yüksektir) ve arz (yer, toprak),  esfel-i sâfilîndir (en aşağıdadır). Zîrâ (çünkü) erkânın (temel unsurların) esfelidir (en aşağısıdır). Ve âlem-i insânîde (insanlık âleminde) kadının erkeğe nisbeti (kıyası) arzın semâya nisbeti (kıyası) gibidir. Ve sâfil (en aşağıda) olan arz (yer), âlî (yüksek) olan semâdan (gökten) nâzil (inen) ve vâsıl olan (ulaşan) yağmur ve harâret (ısı) ile hazîne-i vücûdunda (varlığının hazinesinde) meknûz (saklı) olan mevâddı (maddeleri) nasıl tevlîd ederse (doğurursa), sâfil olan (aşağıda olan) kadın dahi, âlî (yüksek) olan racülden (erkekten) kendisine vâsıl (ulaşan) ve nâzil olan (inen) şeyle veled (evlad) tevlîd eyler (doğurur).

Devam Edecek