BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC "HiKMET-İ
FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
İşte bunun için Resûl (a.s.), onlarda Hakk'ın kemâl-i
şuhûdundan dolayı nisâyâ muhabbet etti. Zîrâ Hak,
mevâddan mücerred olarak ebeden müşâhede olunmaz. Çünkü
Allah Teâlâ, zâtıyle âlemlerden ganîdir. İmdi emr, bu
vecihden mümteni' ve şuhûd ancak maddede vâki' oldukda,
Hakk'ın nisâda olan şuhûdu, şuhûdun a'zamı ve ekmelidir.
Ve vuslatın a'zamı dahi cimâ'dır. O da Hak Teâlâ'nın
kendisine halîfe olması için, kendi sûreti üzere halk
ettiği kimseye teveccüh-i ilâhînin nazîridir:
Binâenaleyh onda kendi nefsini görür. İmdi onu tesviye
ve ta'dîl etti. Ve onun nefsi olan kendi rûhundan onda
nefh eyledi. Böyle olunca onun zâhiri halk ve bâtını
Hak'tır. İşte bundan dolayı onu bu heykel için tedbîr
ile vasf eyledi. Zîrâ Allah Teâlâ, emri semâdan tedbîr
eder ve o arza ulüvvdür; o da / esfel-i sâfilîndir. Zîrâ
o, erkânın esfelidir (13).
Bâlâda (yukarıda)
zikr olunan (anlatılan)
îzâhâttan
(açıklamalardan) dolayı kadınlarda Hakk'ın
kemâl-i şuhûduna (tam olarak
görünmesine) mebnî
(dayalı),
(A.s.v.) Efendimiz, Hakk'ın sevdirmesiyle
nisâya (kadınlara)
muhabbet etti (sevgi
duydu).
Velâkin (fakat)
kadınlarda Hakk'ı ekmel-i vech üzere
(en mükemmel şekilde)
müşâhede edebilmek
(görebilmek),
her bir ferdin
(kişinin) kârı değildir. Buna mazhar-ı
Muhammedî (Muhammedi görüntü
yeri) ister. Mahzâ
(sadece) huzûzât-ı
nefsâniyyelerini (nefsanî
arzularını) istîfâ
(yerine getirmek)
için kadına perestiş eden
(tapan) cehele
(kendini bilmezler) bu şuhûddan
(görüşten) gâfildir
(habersizdirler).
Onlar bu âlemde
(dünyada) gördükleri sûretleri müstakıllü'l-vücûd
(bağımsız varlık)
zannettiklerinden, suver-i âlemden
(evren suretlerinden)
herhangi birine mahzâ
(sadece) onun zâtından dolayı alâka ederler
(ilgilenirler).
Vaktâki (ne zaman
ki) o sûret bozulur, şûrîde
(perişan) olurlar.
Fakat insân-ı kâmil (yetkin,
tam mükemmel insan),
bu âlemin
(evrenin) kesîf
(koyu, yoğun) olan
sûretlerinden her birinde Hakk'ı o sûretin muktezâsına
(gereklerine) göre
gâh (bazen)
fâiliyyet (etkenlik)
ve gâh (bazen)
münfailiyyet (edilgenlik)
ile müşâhede ettiği
(gördüğü) gibi, o
suver-i kesîfeden
(yoğunlaşmış suretlerden) biri olan kadında,
hem fâiliyyet (etkenlik)
ve hem de münfailiyyet
(edilgenlik) ile
müşâhede eyler (görür).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) kadın mazharında
(görüntü yerinde)
Hakk'ı suver-i sâireden
(diğer suretlerden) daha mükemmel bir vech
ile (şekilde)
temâşâ eder (seyreder).
Ve Hakk'ı müşâhede
(görmek) için
mezâhirin (görüntü yerlerinin
(suretlerin) vücûdu
(varlığı) lâzımdır.
Zîrâ (çünkü)
Hakk'ı maddeden mücerred (soyutlanmış, yalın) olarak görmek ebeden
(hiçbir zaman, asla)
mümkün değildir. Çünkü Hak eltaf-ı latîftir
(latifin latifidir).
Ve bî-nihâye latîf
(sonsuz latif) olan
vücûd-i mutlak (kayıtsız,
sınırsız varlık) mertebe mertebe tekâsüf
etmedikçe (kesifleşmedikçe,
yoğunlaşmadıkça) mer'i olmaz
(gözle görülmez).
Nitekim diğer
fasslarda (konularda)
dahi beyân olunduğu
(anlatıldığı) üzere, latîf
(şeffaf) olan buharı
o mertebede görmek mümkün değildir. Evvel
(ilkin) emirde
tekâsüf edip
(yoğunlaşıp) bulut olmak lâzımdır. Fakat
bulut dahi latîf (şeffaf)
olduğundan hiss-i basarın
(görme duyusundan)
gayri (başka) olan
havâs (duyu) ile
idrâk olunmaz (anlaşılmaz).
Bir mertebe daha tekâsüf edip
(yoğunlaşıp) su olmak
lâzımdır. Velâkin (fakat)
su dahi mâdûnuna
(alt derecedekine) nisbetle
(göre) latîf
olduğundan eşkâl-i muhtelifede
(çeşitli şekillerde)
zâhir olmaz (görülmez).
Birtakım sûretler ile
(şekillerde) zuhûr
(görünmek) için
incimâd edip (donup)
buz olmak iktizâ eder
(gerekir).
İşte latîf (şeffaf)
olan buhar, havâss-ı hamse-i zâhirenin
(beş duyunun) mecmûu
(hepsi) ile ancak
buz mertebesine tenezzül ettiği
(indiği) vakit meşhûd
(görülür) ve
mahsûs olur (hissedilir).
Maahâzâ (bununla
beraber) buhara buhar denebilmek için / o, bu
sûretlerin hiç birine muhtaç değildir; onların
cümlesinden (hepsinden)
müstağnîdir
(doygundur). İşte
bu misalde (örnekte)
vâzıhan (açık olarak)
anlaşılacağı vech ile
(şekilde),
latîf (şeffaf
(nurun nuru)
olan zât-ı Hakk'ı (Hakk’ın
zatı) maddelerden mücerred
(soyunmuş, soyutlanmış)
olarak müşahede etmek
(görmek) ebeden
(asla) mümkün olmaz. Zîrâ
(çünkü) zât-ı latîf-i
Hak (Hakk’ın latif olan zatı),
o mertebe-i letâfetinde
(latif olduğu mertebesinde)
âlemlerden, ya'nî merâtib-i kesîfe-i
sâiresinden (yoğunlaşmış
diğer mertebelerden) ganîdir
(doygundur, zengindir).
Bu hakîkatten gâfîl
(habersiz) olan
maddiyyûn, (maddeciler)
zât-ı latîfin
(latif olan zatın) sıfât-ı ârızasından
(sonradan kazanılmış
sıfatlarından) ibâret olan kesâfetten
(yoğunlaşmalarından)
mütehassıl (meydana gelen)
maddeye i'tibâr edip
(değer verip) hakîkat-i
vücûdu (gerçek varlığı),
madde ve kuvvet nâmiyle
(adıyla) ikiye tefrîk
ederek (ayırarak):
"Madde ve kuvvet ezelîdir
(başlangıcı olmayan)
ve ebedîdir" (sonsuzdur)
hükmünü vermişlerdir. Bu hüküm, onların
vehminden (zanlarından)
mütevellid (ileri
gelen) bir hükümdür.
İmdi
(buna göre)
maddeden mücerred
(soyutlanmış) olarak Hakk'ın şuhûdu
(görülmesi) mümteni'
(imkânsız) ve
Hakk'ı müşâhede (görmek)
ancak maddede vâkı' olunca
(gerçekleşince) suver-i
maddiyyeden (madde
suretlerden) biri olan kadında Hakk'ın şuhûdu
(görünmesi) suver-i
maddiyye-i sâireden (diğer
madde suretlerden) daha mükemmel ve daha azîm
(büyük) olur. Ve
biraz yukarıda izâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere vuslatın
(kavuşmanın) a'zamı
(en büyüğü) dahi
cimâ'dır (çiftleşmedir).
Ve cimâ'
(çiftleşme) dahi, Hak Teâlâ'nın kendisine
halîfe kılmak için, kendi sûreti üzere halk ettiği
(yarattığı) Âdem'e,
(İnsan’a) hubb-i
zâtîsi (zati sevgisi)
ile vâkı' (olmuş)
olan teveccühünün
(yönelmesinin) nazîridir
(benzeridir).
Zîrâ (çünkü)
فأحْبَبْتُ أن اعرف
hadîs-i kudsîsi mûcibince
(gereğince) Hak Teâlâ bilinmeğe muhabbet
etti. Bu hubb-i zâtîsi (zati
sevgisi) ile halk-ı âleme
(âlemi yaratmaya)
teveccüh eyledi (yöneldi
(irade etti) ve şecere-i kevnin
(kâinat ağacının)
semeresi (meyvesi)
olarak Âdem (İnsan)
zâhir oldu
(meydana geldi). Ve Âdem (İnsan) Hakk'ı
bil'l-cümle (bütün)
esmâsı (isimleri)
ile bildi. Çünkü Allah Teâlâ Âdem'i
(İnsanı) kendi sûreti
üzerine halk etti (yarattı).
Ve Âdem
(İnsan) kendini
bilmekle Hakk'ı ârif oldu
(bildi). Ve
Hak dahi kendi sûreti üzere halk ettiği
(yarattığı) Âdem'i
(İnsanı) halîfe
kılıp, onda kendi nefsini müşâhede eyledi
(gördü).
Ve Hak Teâlâ Âdem'i
(İnsanı) tesviye
(düzgünleştirip)
ve ta'dîl ederek,
(düzgün hale sokarak)
nefes-i rahmânîsi
(rahmanının nefesi) olan kendi rûhundan ona
nefh eylediği (üflediği)
cihetle (yönüyle)
Âdem'in (İnsan’ın)
zâhiri (dışı)
halk ve bâtını
(içi) Hak olmuş olur. İşte cimâ'
(çiftleşme) dahi bu
teveccüh-i ilâhînin (Hakk’ın
yönelmesinin (ilahi iradenin) ) nazîridir
(benzeridir).
Çünkü erkek / bu cimâ'
(çiftleşme)
vâsıtasıyla kendi sûretinin misli
(benzeri) olan
veledini (evladını)
ızhâr etmek (meydana
çıkarmak) ister. Ve veledin
(evladın) aslı
pederin nutfesidir
(spermasıdır).
Ve nutfe (sperma)
ise pederin nefsidir. Ve veled
(evlad) zâhir oldukda
(meydana geldiğinde)
peder onda bâtın olur
(gizlenir).
İşte insanın zâhiri
(dışı) halk ve bâtını
(içi) Hak olduğundan
dolayı, Allah Teâlâ Âdem'i
(İnsan’ı) bu heykel-i insânî
(madde
beden) için,
müdebbir (tedbir edici)
kıldı ve onu
إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً
(Bakara, 2/30) kavlinde
(sözlerinde) tedbîr ile vasf eyledi
(vasıflandırdı).
Çünkü halîfe müdebbirdir
(tedbir edicidir). Ve
onu tedbîr ile vasfının
(nitelendirmesinin) beyânı
(açıklaması) budur
ki, Hak Teâlâ emr-i vücûdu
(varlığın işini)
semâdan (gökten)
tedbîr eder (önlemini
alır, korur, yönetir).
Ve semâ (gök)
arza (yere)
nisbeten (göre)
ulüvvdür (yüksektir)
ve arz (yer,
toprak), esfel-i
sâfilîndir (en aşağıdadır).
Zîrâ (çünkü)
erkânın (temel
unsurların) esfelidir
(en aşağısıdır).
Ve âlem-i insânîde
(insanlık âleminde)
kadının erkeğe nisbeti
(kıyası) arzın semâya nisbeti
(kıyası) gibidir. Ve
sâfil (en aşağıda)
olan arz (yer),
âlî (yüksek)
olan semâdan
(gökten) nâzil
(inen) ve vâsıl olan
(ulaşan) yağmur ve
harâret (ısı) ile
hazîne-i vücûdunda
(varlığının hazinesinde) meknûz
(saklı) olan mevâddı
(maddeleri)
nasıl tevlîd ederse
(doğurursa),
sâfil olan
(aşağıda olan) kadın dahi, âlî
(yüksek) olan
racülden (erkekten)
kendisine vâsıl (ulaşan)
ve nâzil olan
(inen) şeyle veled
(evlad) tevlîd eyler
(doğurur).
Devam Edecek |