Füsûs-ül Hikem

423. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE

MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"'   BEYÂNINDADIR.

 

İmdi kim ki, nisâya bu hadd üzere muhabbet etse, o hubb-i ilâhîdir ve kim ki onlara hâssaten şehvet-i tabîiyye üzere muhabbet etse, bu şehvetin ilmi onda nâkıs olur. İmdi onun indinde ruhsuz bir sûret oldu ve gerçi o sûret, nefs-i emrde zât-ı rûhdur. Velâkin o, imreesine veyâ hangisi olursa olsun ünsâya iltizâz-ı mücerredden dolayı mübâşeret eden kimse için gayr-i meşhûddur. Velâkin kime muhabbet ettiğini idrâk etmez. Binâenaleyh bilinceye kadar o, onu lisânıyla tesmiye etmedikçe, gayrın onu ondan câhil olduğu şeyi kendi nefsinden câhil oldu. Nitekim onların ba'zısı: “Muhakkak benim âşık olduğum nâs indinde sahîh oldu. Şu kadar var ki, benim aşkımın kime olduğunu bilmediler” dedi. Bunun gibi bu da iltizâza muhabbet etti. Binâenaleyh kendisinde iltizâz vâkı' olan mahalle muhabbet eyledi; / o da mer'edir. Velâkin mes'elenin rûhu ondan gâib oldu. Eğer bile idi, kiminle iltizâz ettiğini ve iltizâz edenin kim olduğunu bilir ve kâmil olur idi (15).

Ya'nî kim ki nisâya (kadınlara), onlarda Hakk'ın kemâl-i şuhûdundan (tam göründüğünden) dolayı muhabbet etse (sevse), onun muhabbeti (sevgisi) hubb-i ilâhidir (ilahi sevgidir) ve o kimse Hakk'a muhabbet edip (sevgi duyup) Hak'la iltizâz eyler (zevklenir). Ve nisâya (kadınlara) hâssaten (özellikle) şehvet-i tabîiyye (doğasının, nefsinin şehveti) üzere muhabbet eden (seven) kimsede o şehvet ve muhabbetin (sevginin) ilmi noksandır. O kimse kendisine vârid olan (gelen) şehvet ve muhabbetin (sevginin) hubb-i ilâhî (ilahi sevgi) olduğunu ve kiminle lezzet bulduğunu bilmez. Binâenaleyh (bundan dolayı) öyle bir muhabbet (sevgi), böyle bir muhabbet (sevgi) indinde (yanında) rûhsuz bir sûret olur. Vâkıâ (her ne kadar) hubb-i ilâhî (ilahi sevgi) ile nazar eden (bakan) kimsenin nazarında (görüşünde) sûret, rûhun zâtıdır. Velâkin (fakat) o sûret, kendi zevcesine (eşine) veyâhut meşrû'u'l-istimtâ' (faydalanması kanunca uygun) olan sâir (diğer) bir kadına, mücerred (yalnız) iltizâz (lezzet almak) kasdıyla cimâ' eden (çiftleşen) kimse için meşhûd değildir (görülmez). Çünkü o kimse, kime muhabbet ettiğini (sevdiğini) ve kiminle iltizâz eylediğini (lezzet aldığını) idrâk etmez. İmdi (buna göre) bir kimsenin nâ-mahrem (yabancı) olan bir kadına kendisinde hâsıl olan (oluşan) muhabbet (sevgi) üzerine şehveti galeyâna gelse (coşsa),  zinâdan tevakkî etmelidir (korunmalıdır).  Gerçi (her ne kadar) o şehvet ve muhabbet (sevgi) dahi, hubb-i ilâhidir (ilahi sevgidir).  Zîrâ (çünkü) Allah Teâlâ hazretleri zînâ hakkında    إِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَمَقْتاًوَسَاء سَبِيلاً    (Nisâ, 4/22) buyurduğu için alâ-tarîkı’z-zinâ (zina yoluyla) kadına mübâşeret (dokunma, temas etme) vücûh-i adîde ile (birçok yönleriyle) memküt (gazaba müstahak) ve makdûh (beğenilmeyen, kötülenmiş) bir şeydir. Nitekim, Fahreddîn-i Irâki (k.A.s.) Kitâb-ı Leme'ât'ının (parıltılar adlı kitabının) yirminci lem'asında (parıltısında) bu husûsta îzâhât-ı âtiyeyi (aşağıdaki açıklamayı) i'tâ buyururlar (verirler): "Ve eğer muhibb (seven kişi), her bir sûrette vech-i ma'şûku (sevdiğinin yüzünü) görecek gibi mükâşif (keşif sahibi) olursa, nâ-marzîde (şeriatça hoş karşılanmayan şeyde) onun vechini (yüzünü) görse bile rızâ vermemelidir. Zîrâ (çünkü) onun nâ-marzîde olan vechi, (yüzü) ona râzî olmamasıdır.    وَلَا يَرْضَى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ    (Zümer, 39/7). Bir muhibb (seven) ki, Hakk'ı Hak ile görür ve âlemi Hak görür; münkerâta (şeriatça yasak olan şeylere) Hak ile, Hak üzerine, / Hak için inkâr eyler. Ve bu inkârda hüccetini (delilini) ikâme edip ortaya koyup) şer'an (şeriatça) harâm olan her bir şeyde cemâl-i Hakk'ı (Hakk’ın yüzünü) görmez. Şüphesiz ondan ictinâb eyler (kaçar, uzaklaşır); belki ona tab'an (yaratılışı gereği) rağbeti (alakası) olmaz. Burada bir şüphe müzâhame eyler (sıkıntı verir).  Şöyle ki, muhibb (sevgi besleyen kişi) mâdemki mahkum-i tecellîdir (tecelli mahkumudur) ve tecellî, bütün eşyâyı (varlıkları) şâmildir (kavramış, ihata etmiştir), tecellîyi nazarından (düşüncesinden) nasıl def’ edebilir (uzaklaştırabilir)?  Buna cevâben (cevap olarak) deriz ki, tecellî iki nevi'dir (çeşittir): Tecellî-i zât (zati tecelli) ve tecellî-i esmâ ve sıfât (isimler ve sıfatların tecellisi). Muhibb (seven kişi) tecellî-i zâtîyi (zati tecelliyi) kuvveti ve istîlâsı hasebiyle (dolayısıyla) def’ edemez (kendisinden uzaklaştıramaz, ortadan kaldıramaz). Ammâ tecellî-i esmâ ve sıfâtı (isimlerin ve sıfatların tecellisini) def’e (gidermeye) kâdirdir (güçlüdür). (Çünkü bu tecellî kuvve-i temyîz ve tasarrufu ref’ edecek kuvveti hâiz değildir) Muhîbb (seven kişi) tecellî-i kahrîyi (kahr tecellisini) tecellî-i lutfî (lutf tecellisi) ile def’ edebilir (uzaklaştırabilir). Ve nâ-meşrû' olan (kanuna ve şeriata uygun olmayan) her bir şeyde kahır (sıkıntı, keder) ve celâl ve marzî (rıza gösterilmiş, beğenilmiş) olan her bir şeyde, nişân-ı lutf (iyilik, güzellik, hoşluk belirtisi) ve cemâl görür. Burada    اعُوذ بِرِضاكَ منْ سخطك    der ve tecellî-i zâtîde (zati tecellide)    أعوذ بك منك    der."

İşte ârifîn (Hakk’ı bilen kişinin) kendi menkûhası (nikahlı eşi) veyâ memlûkesi (cariyesi) olmayan kadınlara karşı olan mesleği (tutumu) budur. İmdi (buna göre) nisâya (kadınlara) hâssaten (özellikle) şehvet-i tabîiyye (nefsi şehvet) üzere muhabbet eden (seven) ve mücerred (yalnız) iltizâz (lezzet almak) için mübâşeret (dokunan, temas) eyleyen kimse, kendi nefsinden câhil (habersiz) oldu ve kendi nefsi mezâhir-i ilâhiyyeden (ilahi görüntü yerlerinden) bir mazhar (görüntü yeri) olduğunu ve hubb-i ilâhî (ilahi sevgi) ile iltizâz eylediğini (lezzet aldığını) ve Hakk'ın kadında fâiliyyet (etkinlik) ve münfailiyyet (edilgenlik) ve müşâhid bulunduğunu (gördüğünü) bilmedi. Nitekim kadına mübâşeret (dokunan, temas) eden kimse, kendi lisâniyle "Ben nisâya (kadınlara) muhabbet (sevgi) ve mübâşerette (temasta) hubb-i ilâhi (ilahi sevgi) ile iltizâz ederim" (lezzet alırım) demedikçe, onun bu hâlini başkaları da bilmez. Böyle bir müşâhede (görüş) sâhibinin kadına mübâşeretini (temasını), şehvet-i tabîiyye (nefsi şehvet) ile iltizâzdan (lezzetlenmekten) ibâret zannederler ve ârif (Hakk’ı bilen) bu hâlini gayra (başkasına) i'lâm edinceye (anlatıncaya, bildirinceye) kadar, onun kadınıyla mücâmaatini (cinsi münasebetini), gâfilin (gaflet içinde olanın) mücâmaati (cinsel ilişkisi) gibi telakkî ederler (düşünürler). Zîrâ (çünkü) sûret-i cimâ'da (cinsel ilişki şeklinde) ittihâd (birleşme) vardır. Ârif (Hakk’ı bilen) ile gâfilin (gaflet içinde bulunanın) cimâ'ında (cinsi münâsebetinde) şeklen (şekil olarak) fark yoktur, ancak ma'nâları başkadır. Nitekim bu müşahede (görüş) sâhibi olan âriflerden (Hakk’ı bilenlerden) / biri:

                       غير أن لم يعرفوا عشقي لمن           صحًٍ  عند النّاس أني عاشق         

Ya'nî "Muhakkak benim âşık olduğum, nâs (insanlar) indinde (katında) sahîh (doğru, kusursuz) oldu. Şu kadar var ki aşkımın kime olduğunu bilmediler" dedi.

Bu beyt-i şerîf (bu şerefli, mübarek beyit) sultânü'l-âşıkîn (âşıkların sultanı) Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) efendimizin bir gazel-i şerîfinden (mübarek gazelinden) müstahrecdir (alınmıştır).

Dîvân-ı Kebîr-i âlîlerinde (yüce büyük divanında) münderic olan (bulunan) gazel-i arabî (Arapça yazılmış manzume) şudur:

 

                   أنت عيني أنت روحي في البدن                  يا غزالا بين غزلان اليمن          

                     يا قريب العهد من شرب اللبن              يا صغير السنّ يا رطب البدن          

                       غير ان لم يعرفوا عشقي لمن               صحّ عند الناس أني عاشق           

                    من رآى روحين عاشا في البدن             روحه روحي و روحي روحه           

                          كل شئ منكم عندي حسن            اقطعوا وصلي وان شئتم صلوا           

                           ديلمي الحد رومي الذقن                 يوسفي الوجه تركي القفاء    

Devam Edecek