BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE
MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
İmdi kim ki, nisâya bu hadd üzere muhabbet etse, o hubb-i
ilâhîdir ve kim ki onlara hâssaten şehvet-i tabîiyye
üzere muhabbet etse, bu şehvetin ilmi onda nâkıs olur.
İmdi onun indinde ruhsuz bir sûret oldu ve gerçi o sûret,
nefs-i emrde zât-ı rûhdur. Velâkin o, imreesine veyâ
hangisi olursa olsun ünsâya iltizâz-ı mücerredden dolayı
mübâşeret eden kimse için gayr-i meşhûddur. Velâkin kime
muhabbet ettiğini idrâk etmez. Binâenaleyh bilinceye
kadar o, onu lisânıyla tesmiye etmedikçe, gayrın onu
ondan câhil olduğu şeyi kendi nefsinden câhil oldu.
Nitekim onların ba'zısı: “Muhakkak benim âşık olduğum
nâs indinde sahîh oldu. Şu kadar var ki, benim aşkımın
kime olduğunu bilmediler” dedi. Bunun gibi bu da
iltizâza muhabbet etti. Binâenaleyh kendisinde iltizâz
vâkı' olan mahalle muhabbet eyledi; / o da mer'edir.
Velâkin mes'elenin rûhu ondan gâib oldu. Eğer bile idi,
kiminle iltizâz ettiğini ve iltizâz edenin kim olduğunu
bilir ve kâmil olur idi (15).
Ya'nî kim ki nisâya
(kadınlara),
onlarda Hakk'ın kemâl-i şuhûdundan
(tam
göründüğünden)
dolayı muhabbet etse
(sevse),
onun muhabbeti (sevgisi)
hubb-i ilâhidir
(ilahi sevgidir) ve o kimse Hakk'a muhabbet
edip (sevgi duyup)
Hak'la iltizâz eyler
(zevklenir).
Ve nisâya
(kadınlara) hâssaten
(özellikle) şehvet-i
tabîiyye (doğasının,
nefsinin şehveti)
üzere muhabbet eden
(seven) kimsede o şehvet ve muhabbetin
(sevginin) ilmi
noksandır. O kimse kendisine vârid olan
(gelen) şehvet ve
muhabbetin (sevginin)
hubb-i ilâhî (ilahi
sevgi) olduğunu ve kiminle lezzet bulduğunu
bilmez. Binâenaleyh (bundan
dolayı) öyle bir muhabbet
(sevgi),
böyle bir muhabbet
(sevgi) indinde
(yanında) rûhsuz bir
sûret olur. Vâkıâ (her ne
kadar) hubb-i ilâhî
(ilahi sevgi) ile
nazar eden (bakan)
kimsenin nazarında
(görüşünde) sûret, rûhun zâtıdır. Velâkin
(fakat) o sûret,
kendi zevcesine (eşine)
veyâhut meşrû'u'l-istimtâ'
(faydalanması kanunca uygun)
olan sâir (diğer)
bir kadına, mücerred
(yalnız) iltizâz
(lezzet almak)
kasdıyla cimâ' eden
(çiftleşen) kimse için meşhûd değildir
(görülmez).
Çünkü o kimse, kime muhabbet ettiğini
(sevdiğini) ve
kiminle iltizâz eylediğini
(lezzet aldığını) idrâk etmez. İmdi
(buna göre) bir
kimsenin nâ-mahrem (yabancı)
olan bir kadına kendisinde hâsıl olan
(oluşan) muhabbet
(sevgi) üzerine
şehveti galeyâna gelse
(coşsa), zinâdan
tevakkî etmelidir (korunmalıdır). Gerçi
(her ne kadar) o
şehvet ve muhabbet (sevgi)
dahi, hubb-i ilâhidir
(ilahi sevgidir).
Zîrâ
(çünkü) Allah Teâlâ
hazretleri zînâ hakkında
إِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً
وَمَقْتاًوَسَاء سَبِيلاً
(Nisâ, 4/22) buyurduğu için alâ-tarîkı’z-zinâ
(zina yoluyla) kadına
mübâşeret (dokunma, temas
etme) vücûh-i adîde
ile (birçok
yönleriyle)
memküt (gazaba müstahak)
ve makdûh
(beğenilmeyen, kötülenmiş) bir şeydir.
Nitekim, Fahreddîn-i Irâki (k.A.s.) Kitâb-ı Leme'ât'ının
(parıltılar adlı kitabının)
yirminci lem'asında
(parıltısında) bu
husûsta îzâhât-ı âtiyeyi
(aşağıdaki açıklamayı) i'tâ buyururlar
(verirler):
"Ve eğer muhibb
(seven kişi),
her bir sûrette vech-i ma'şûku
(sevdiğinin yüzünü)
görecek gibi mükâşif (keşif
sahibi) olursa, nâ-marzîde
(şeriatça hoş karşılanmayan
şeyde) onun vechini
(yüzünü) görse bile
rızâ vermemelidir. Zîrâ
(çünkü) onun nâ-marzîde olan vechi,
(yüzü) ona râzî
olmamasıdır.
وَلَا يَرْضَى لِعِبَادِهِ
الْكُفْرَ
(Zümer, 39/7). Bir muhibb
(seven) ki, Hakk'ı Hak ile görür ve âlemi Hak
görür; münkerâta (şeriatça
yasak olan şeylere) Hak ile, Hak üzerine, /
Hak için inkâr eyler. Ve bu inkârda hüccetini
(delilini) ikâme edip
ortaya koyup)
şer'an (şeriatça)
harâm olan her bir şeyde cemâl-i Hakk'ı
(Hakk’ın yüzünü)
görmez. Şüphesiz ondan ictinâb eyler
(kaçar, uzaklaşır);
belki ona tab'an
(yaratılışı gereği) rağbeti
(alakası) olmaz.
Burada bir şüphe müzâhame eyler
(sıkıntı verir).
Şöyle ki, muhibb
(sevgi besleyen kişi) mâdemki mahkum-i
tecellîdir (tecelli
mahkumudur) ve tecellî, bütün eşyâyı
(varlıkları) şâmildir
(kavramış, ihata etmiştir),
tecellîyi nazarından
(düşüncesinden) nasıl
def’ edebilir
(uzaklaştırabilir)?
Buna cevâben
(cevap olarak) deriz
ki, tecellî iki nevi'dir
(çeşittir):
Tecellî-i zât (zati
tecelli) ve tecellî-i esmâ ve sıfât
(isimler ve sıfatların
tecellisi). Muhibb
(seven kişi) tecellî-i
zâtîyi (zati tecelliyi)
kuvveti ve istîlâsı
hasebiyle
(dolayısıyla) def’ edemez
(kendisinden
uzaklaştıramaz, ortadan
kaldıramaz).
Ammâ tecellî-i esmâ ve sıfâtı
(isimlerin ve sıfatların
tecellisini) def’e
(gidermeye) kâdirdir
(güçlüdür).
(Çünkü bu tecellî kuvve-i temyîz ve tasarrufu
ref’ edecek
kuvveti hâiz
değildir) Muhîbb (seven kişi)
tecellî-i kahrîyi
(kahr tecellisini) tecellî-i lutfî
(lutf tecellisi) ile
def’ edebilir
(uzaklaştırabilir).
Ve nâ-meşrû' olan
(kanuna ve şeriata uygun olmayan) her bir
şeyde kahır (sıkıntı, keder)
ve celâl ve marzî
(rıza gösterilmiş, beğenilmiş) olan her bir
şeyde, nişân-ı lutf (iyilik,
güzellik, hoşluk belirtisi) ve cemâl görür.
Burada
اعُوذ بِرِضاكَ منْ سخطك
der ve tecellî-i zâtîde (zati
tecellide)
أعوذ بك منك
der."
İşte
ârifîn (Hakk’ı bilen kişinin)
kendi menkûhası
(nikahlı eşi) veyâ memlûkesi
(cariyesi) olmayan
kadınlara karşı olan mesleği
(tutumu) budur. İmdi
(buna göre) nisâya
(kadınlara) hâssaten
(özellikle)
şehvet-i tabîiyye (nefsi
şehvet) üzere muhabbet eden
(seven) ve mücerred
(yalnız) iltizâz
(lezzet almak)
için mübâşeret (dokunan,
temas) eyleyen
kimse, kendi nefsinden
câhil (habersiz)
oldu ve kendi nefsi
mezâhir-i ilâhiyyeden
(ilahi görüntü yerlerinden)
bir mazhar
(görüntü yeri) olduğunu ve hubb-i ilâhî
(ilahi sevgi) ile
iltizâz eylediğini (lezzet
aldığını) ve Hakk'ın kadında fâiliyyet
(etkinlik) ve
münfailiyyet (edilgenlik)
ve müşâhid bulunduğunu
(gördüğünü) bilmedi.
Nitekim kadına mübâşeret
(dokunan, temas)
eden kimse,
kendi lisâniyle "Ben nisâya
(kadınlara) muhabbet
(sevgi) ve
mübâşerette (temasta)
hubb-i ilâhi (ilahi
sevgi) ile iltizâz ederim"
(lezzet alırım)
demedikçe, onun bu hâlini başkaları da bilmez. Böyle bir
müşâhede (görüş)
sâhibinin kadına mübâşeretini
(temasını),
şehvet-i tabîiyye
(nefsi şehvet) ile iltizâzdan
(lezzetlenmekten)
ibâret zannederler ve ârif
(Hakk’ı bilen) bu hâlini gayra
(başkasına) i'lâm
edinceye (anlatıncaya,
bildirinceye) kadar, onun kadınıyla
mücâmaatini (cinsi
münasebetini),
gâfilin (gaflet
içinde olanın) mücâmaati
(cinsel ilişkisi)
gibi telakkî ederler
(düşünürler).
Zîrâ (çünkü)
sûret-i cimâ'da
(cinsel ilişki
şeklinde) ittihâd
(birleşme) vardır.
Ârif (Hakk’ı bilen) ile gâfilin (gaflet
içinde bulunanın) cimâ'ında
(cinsi münâsebetinde)
şeklen (şekil olarak)
fark yoktur, ancak ma'nâları başkadır.
Nitekim bu müşahede (görüş)
sâhibi olan âriflerden
(Hakk’ı bilenlerden)
/ biri:
غير أن لم يعرفوا عشقي لمن
صحًٍ عند النّاس أني عاشق
Ya'nî "Muhakkak benim âşık olduğum, nâs
(insanlar) indinde
(katında) sahîh
(doğru, kusursuz)
oldu. Şu kadar var ki aşkımın kime olduğunu bilmediler"
dedi.
Bu beyt-i şerîf
(bu şerefli, mübarek beyit)
sultânü'l-âşıkîn (âşıkların
sultanı) Hz.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) efendimizin bir gazel-i
şerîfinden (mübarek
gazelinden) müstahrecdir
(alınmıştır).
Dîvân-ı Kebîr-i âlîlerinde
(yüce büyük divanında) münderic olan
(bulunan) gazel-i
arabî (Arapça yazılmış
manzume)
şudur:
أنت
عيني أنت روحي في البدن
يا غزالا بين غزلان اليمن
يا قريب العهد من شرب اللبن
يا صغير السنّ يا رطب البدن
غير ان لم يعرفوا عشقي لمن
صحّ عند الناس أني عاشق
من رآى روحين عاشا في البدن
روحه روحي و روحي روحه
كل شئ منكم عندي حسن
اقطعوا وصلي وان شئتم صلوا
ديلمي الحد رومي الذقن
يوسفي الوجه تركي القفاء
Devam Edecek |