BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE
MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
Bu
gazelin ebyâtında (ilk iki
mısrası),
ba'zı nüshalarda,
takdîm (öne alındığı)
ve te'hîr (geriye
bırakıldığı) vâkı' olmuştur.
Hattâ müsıkî-şinâsân-ı mevleviyândan Eyyûbî
Zekâî Dede (rahmetullahi aleyh) tarafından "Süz-i Dil"
makâmından bestelenmiş olan Âyîn-i Şerîf bu gazelin şu
ebyât-ı şerîfesiyle (şerefli
mısralarla)
başlar:
يا قريب العهد من شرب اللبن
يا صغير السن يا رطب البدن
من رآى روحين عاشا في البدن
روحه روحي و روحي روحه
غير ان لم يعرفوا عشقي لمن
صحّ عند الناس أني عاشق
Şu
halde cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimiz
كما
قال بعضهم
kavliyle (sözleriyle)
Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimize işâret buyurmuş
olurlar. Zîrâ (çünkü)
âriflerin bu iki nûr-i dîdesi
(göznuru),
yekdîğeriyle
(birbirleriyle) Konya'da ve Şâm-ı şerîfte
(mübarek gecede)
mülâkât edip (görüşüp)
sohbet etmiş idiler. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu
beyt-i şerîfte (kutsal
mekânda) cenâb-ı pîr-i destigîr
(yüksek mevki sahibi, ulu
zât),
lisân-ı mübârekleriyle
(mübarek dilleriyle):
"Halk zanneder ki, ben mahlûka
yaratılmışa) âşıkım;
velâkin (fakat)
benim aşkım mahlûkun
(yaratılmışın) mazharında
(görüntü yerinde)
zâhir (açığa çıkan)
ve mütecellî olan
(görünen) Hakk'adır. Ancak, onlar benim
aşkımın kime olduğunu bilmediler" / buyurmadıkça
(demedikçe),
câhiller onların aşkından haberdâr olmadılar.
Ve kezâ (aynı şekilde)
ârif (Hakk’ı bilen)
dahi iltizâza
(lezzetlenmeye) muhabbet etti
(sevgi duydu).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) kendisinde iltizâz vâkı' olan
(lezzet bulunan)
mahalle (yere),
ya'nî kadına muhabbet eyledi
(sevgi duydu).
Fakat onun iltizâzı
(lezzet bulması) hubb-i
ilâhî (ilahi sevgi)
iledir. Çünkü Hakk'ı maddeden mücerred
(soyutlanmış, yalın)
olarak müşahede (görmek)
mümkün değildir. Kadın ise, maddedir. Hak,
onun mazharında (görüntü
yerinde) zâhir olmuştur
(açığa çıkmıştır).
Ârif, kadını severse, ancak hubb-i ilâhi
(ilahi sevgi) ile
iltizâzın (lezzetlenmenin)
mahalli (yeri)
olduğu için sever. Fakat mücerred
(sadece) iltizâz
(lezzet almak) için
kadını seven câhil böyle değildir. Mes'elenin rûhu, o
câhilden gâibdir
(gizlenmiştir).
Eğer ârifin
(Hakk’ı bilenin) bilmiş olduğu rûh-i
mes'eleyi (meselenin ruhunu)
bile (bilse)
idi, kadının mazharında
(görüntü yerinde)
kiminle iltizâz ettiğini
(lezzetlendiğini) ve kendi mazharında
(görüntü yerinde)
kimin iltizâz eylediğini
(lezzet aldığını) bilir ve kâmil
(tam olgun) olur idi.
Velâkin (ama)
bilmedi, mertebe-i hayvânîde
(hayvanlık mertebesinde) kaldı. Nitekim
Mevlânâ Câmî (k.s.) buyurur: Rubâi:
آوزهء عشق در جهان كم بودي
عشق ار نه كمال نسل آدم بودي
سر
دفتر عاشقان عالم بودي
ورشهوت نفس عشق بودي خر و
گاو
Tercüme: "Eğer aşk nesl-i
Âdem'in (insan neslinin)
kemâli (tamlığı
olgunluğu) olmasa idi, cihanda
(evrende) aşkın sıyt
(ünü) ve şöhreti
noksan olurdu. Ve eğer nefsin şehveti aşk olaydı,
eşekler ve öküzler, uşşâk-ı âlem
(âlem âşıkları)
defterinin en başına kayd olunurlardı. Zîrâ
(çünkü) şehvet
husûsunda eşeklerle öküzler, insana tekaddüm eder
(insandan ilerde olurlar)."
Hak Teâlâ'nın
وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ
(Bakara. 2/228) kavliyle mer'e, racül derecesinden nâzil
olduğu gibi, Hakk'ın sûreti üzerine olmakla berâber,
sûret üzerine mahlûk olan insan dahi onu kendi sûreti
üzerine inşâ eden Hakk'ın derecesinden nâzil oldu. İmdi
bu derece ki, Hak racülden onunla temeyyüz etti, Hak
onunla âlemlerden ganî ve fâil-i evvel oldu. Zîrâ sûret
fâil-i sânîdir. Binâenaleyh Hak için olan evveliyyet,
onun için yoktur. Böyle olunca a'yân, merâtib ile
temeyyüz eyledi. Şu halde her bir ârif, her bir Hak
sâhibine hakkını verdi. İşte bunun için hubb-i nisâ,
Muhammed (s.a.v.)e tahbîb-i ilâhiden vâkı' oldu. Ve
muhakkak Allah Teâlâ “Her şeye halkını verdi.” (Tâhâ,
20/50). O da, onun ayn-ı hakkıdır. Binâenaleyh onu ancak
istihkâk ile verdi ki, o şey, ona müsemmâsı ile, ya'nî
bu müstehak, zâtıyla müstehak oldu (16).
Ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin "Ricâl
(erkekler) için
kadınlar üzerine
bir derece sâbitir
(belirlenmiştir)."
(Bakâra, 2/228) kavlinde
(sözlerinde) beyân
buyrulduğu (bildirildiği)
üzere, kadın erkeğin derecesinden aşağı
olduğu gibi, Hakk'ın sûreti üzerine mahlûk
(yaratık) olan racül
(erkek) dahi,
sûret-i Hak (Hakk’ın sureti)
üzere olmakla berâber, o racülü
(erkeği) kendi sûreti
üzere inşâ buyuran (vücuda
getiren) Hakk'ın derecesinden daha aşağı
oldu. Zîrâ (çünkü)
vücûdda (varlıkta)
fâiliyyet (etkenlik)
mukaddem (önce)
ve münfailiyyet
(edilgenlik) muahhardır
(sonradır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) racül
(erkek) sûreti
üzerine zâhir olan (açığa
çıkan) kadın, racülün
(erkeğin)
derecesinden aşağı olduğundan ricâl
(erkekler) için
kadınlar üzerine bir derece sâbit
(belirlenmiş) olur.
Ve kezâ (aynı şekilde)
sûret-i Hak (Hakk’ın
sureti) / üzerine mahlûk
(yaratık) olan racül
(erkek) dahi,
Hakk'ın derecesinden aşağıdır. Böyle olunca Hak,
racülden (erkekten)
temeyyüz ettiği (üstün
vasıfla farklı, seçkin olduğu) bu derece ile
âlemlerden ganî (doygun,
zengin) ve fâil-i evvel
(ilk fail, ilk etken)
oldu. Çünkü Hakk'ın zâtı mutlak
(salt, kayıtsızlık)
ve bî-taayyündür
(taayyünsüzlüktür).
Racül (erkek)
ise, taayyüne ve bu taayyün
(açığa çıkmış suret)
ile müteayyin olabilmek
(belli olabilmek, görünebilmek) için vücûd-i
Hakk'a (Hakk’ın varlığına)
muhtaçtır. İşte racül
(erkek) bu vasfiyla
zât-ı mutlâkın (kayıtsız
zatın) derecesinden mütemeyyiz
(üstün vasıfla farklı, seçkin)
oldu. Ve Hak ıtlâk-ı zâtisi
(zatının kayıtsızlığı)
cihetinden (yönünden)
bi'l-cümle (bütün)
taayyünâttan
(açığa çıkmış suretlerden) münezzeh
(arı, beri) olduğu
cihetle (dolayısıyla)
keserât-ı mûteayyineden
(açığa çıkmış çokluk suretlerinden) ibâret
olan âlemlerden ganî (zengin)
oldu. Ve menşe-i taayyünât
(açığa çıkmış suretlerin
kaynağı) zât-ı mutlak
(kayıtsız zat)
olduğundan, Hak fâil-i evvel
(ilk etken) oldu. Zîrâ
(çünkü) süret fâil-i
sânîdir (ikinci dereceden
faildir).
Ve Hakk'ın evveliyyeti (öncelikliği),
fâil-i sânî
(ikinci dereceden fail) olan o sûrette
yoktur. Burada "sûret"ten murâd; vücûd-i mutlak-ı
Hakk'ın (kayıtsız, sınırsız
Hakk’ın varlığının) taayyün-i evvel
(ilk taayyün)
mertebesine tenezzülünden
(inmesinden) ibârettir ki, bu mertebeye "hakîkat-i
külliyye-i insâniyye"
(insan’ın tümel hakikati) ta'bîr olunur
(denir) ve "hakîkat-i
Muhammediyye" (Muhammedi
hakikat) de denir. Bu mertebenin birçok
ıstılâhâtı (tabirleri,
deyişleri) vardır. Şu halde Hak, mertebe-i
ıtlâkıyla (kayıtsızlık
mertebesiyle) taayyün-i evvel
(ilk taayyün)
mertebesine nazaran (göre)
fâil-i evvel (aslı
fail, ilk etken)
olduğu gibi, taayyün-i evvelin
(ilk taayyünün)
sûretiyle de fâil-i sânîdir
(ikinci derecede faildir).
Çünkü zât-ı mutlak
(kayıtsız zat),
bu mertebede müteayyin olarak
(bellilik kazanarak)
esmâ (isimler) ve
sıfât (sıfatlar)
ile suver-i kevniyyenin (kevni
suretlerin) fâilidir
(etkileyenidir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) vücûdda
(varlıkta) iki fâil
(etken) olmayıp,
fâil-i evvel (ilk etken)
Hakk'ın mertebe-i ıtlâkı
(kayıtsızlık, sırf zat
mertebesi) ve fâil-i sâni
(ikinci etken) yine
Hakk'ın ilk mertebe-i tenezzülü
(indiği mertebe) olan
sûret-i hakîkat-i insâniyyedir
(İnsan’ın hakikatinin suretidir).
Böyle olunca
a'yân-ı sâbite, (ilmi
suretler) ilm-i ilâhi
(Allah’ın ilim)
mertebesinde, gayr-i mec'ûl
(yapılmamış (açığa çıkarılmamış) olan
isti'dâdlarıyla, birtakım nisebî
(sıfatları)
temeyyüzleriyle
(farklılıklarıyla (özelliklerinin bir birlerinden farklı
oluşlarıyla) ) yekdîğerinden
(birbirinden)
ayrıldı. A'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) ve isti'dâd-ı gayr-i mec'ûl
(yapılmamış, açığa çıkarılmamış
istidatlar) hakkındaki îzâhât
(geniş açıklama) Fass-ı
üzeyrî'de (Üzeyir bölümünde)
misâl (örnek)
îrâdı (getirmek)
sûretiyle beyân olundu
(anlatıldı).
Devam Edecek |