BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE
MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
İmdi
(buna göre) erkek
ile kadının derecelerinde müteayyin olan
(görülen, meydana çıkan),
ancak Hakk'ın vücûd-i vâhididir
(tek varlığıdır).
Fakat, Hakk'ın onlarda taayyünü
(meydana çıkışı),
onların a'yân-ı sâbiteleri
(ilmi suretlerinin)
muktezâsıncadır
(gerektirdiğincedir).
Racülün (erkeğin)
mazharında
(görüntü yerinde) fâiliyyet
(etkenlik) ve
mütekaddemiyyet (öncelik)
ile ve kadının mazharında
(görüntü yerinde)
dahi münfaiiyyet (edilgenlik)
ve müteahhariyyet
(sonralık) ile zâhir olur
(açığa çıkar, görülür).
Zîrâ
(çünkü) onların a'yân-ı
sâbitelerinin (ilmi
suretlerinin) kâbiliyyet ve isti'dâdı
bunlardır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) üzerlerine ale's-seviyye
(eşit şekilde) vâkı'
olan (gerçekleşen)
tecellîyi kabûl ettikleri vakit, ayân
(ilmi suretler) bu
isti'dâdları hasebiyle
(dolayısıyla) yekdîğerinden
(birbirlerinden)
mütemeyyiz (seçkin, farklı)
olurlar. Ve her bir aynın
(ilmi suretin)
isti'dâd-ı gayr-i mec'ûlü
(yapılmamış istidadı) ne ise Hak'tan,
istihkâkı olan (hak ettiği)
o şeyi taleb eder
(ister).
Bu takdîrce hakâyıka (hakikatlere) vâkıf olan (bilen)
her bir ârif
(bilirkişi); / Hak
sâhibi olan her bir "ayn"a
(zata, ilmi surete) hakkını verir.
İşte hakâyıka
(hakikatlere) vâkıf
(bilen, haberli)
olan ârif, her şeye hakknı verdiği için Muhammed
(s.a.v.) Efendimiz'in nisâya
(kadınlara) olan muhabbeti
(sevgisi) Allah Teâlâ
hazretlerinin sevdirmesiyle vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Ve çünkü Allah Teâlâ
her bir şeyin ayn-ı sâbitesinin
(ilmi suretinin) iktizâsı (gereği)
ne ise, o şeye onu verdi. Cevâd-ı mutlakın
(cömert kayıtsızın, (Hakk’ın))
verdiği o şey, o şeyin ayn-ı Hakk'ıdır.
(zatının hakkıdır) Şu
halde Hak, atâyâ-yı ilâhiyyesini
(ilahi bağışlarını)
ancak istihkâka (hak
edilmişe) müsteniden
(dayanarak) verdi ki,
o şey, o atâyâya (bağışlara)
müsemmâsı
(isimleneni) ile ya'nî zâtı ve hakîkati ile
müstehak oldu (hak etti).
Atâyâ-yı ilâhiyye
(ilahi bağışlar) hakkındaki tafsilât
(geniş açıklama)
Fass-ı Şîsî'de (Şisi
bölümünde) mürûr etti
(geçti).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) cemî'-i
hakâyıkı (bütün hakikatleri)
muhît olması
(ihata etmesi, kuşatması) hasebiyle
(dolayısıyla) ârif-i
küll (tam
bilen) olan
(S.a.v.) Efendimiz'e, onun hakîkatinin ve zâtının hakkı
olan muhabbet-i nisâ
(kadınların sevgisi) verildi. Ve o da insân-ı
kâmilin (yetkin, olgun
İnsan’ın) hakkını vererek, Hakk'ın
sevdirmesiyle nisâya
(kadınlara) muhabbet etti
(sevgi duydu).
Ve ancak nisâyı takdîm etti; zîrâ onlar mahall-i
infiâldir. Nitekim tabîat kendisinden sûret ile mevcûd
olan şep üzerine tekaddüm etti. Halbuki tabîat,
hakîkatte, ancak nefes-i rahmânîdir. Zîrâ nefha,
cevher-i heyûlânîde, hâssaten âlem-i ecrâm hakkında
sereyan ettiği için, onda suver-i âlemin a'lâsı ve
esfeli müntefih oldu. Ve onun ervâh-ı nûriyye ve a'râz
için sereyânına gelince, bu başka sereyandır (17).
/Ya'ni
nisâ (kadınlar)
mahall-i infiâl (edilgi yeri)
oldukları için, Resûl (a.s.)
حبًب الئ من دنياكم ثلاث النساء والطيب و جعلت قرة عيني
في الصلوة
hadis-i şerîfinde, kendisine sevdirildiğini beyân
buyurduğu (bildirdiği)
üç şeyden "nisâ"yı
(kadınları) evvelen
(ilk önce) zikr etti
(andı).
Ve evvelen
(ilk önce) zikr
olunmalarına (anılmalarına)
mahall-i infiâl
(edilgi yeri) olduklarının sebeb oluşu budur
ki, onlar racül-i fâilin
(etken olan erkeğin) tekarrübünden
(yakınlaşmasından)
müteessir olup (etkilenip)
vücûdlarına nâzil olan
(inen) nutfeyi
(meniyi),
müddet-i muayyene
(belli zaman) zarfında terbiye ederek, bî-sûret
(suretsiz) olduğu
halde sûret-i insâniyyeye
(insan suretine) ifrâğ
(şekillendirerek) ve
tevlîd ederler (doğururlar).
Şu halde nisâ’
(kadınlar),
nev'-i insânînin (insan
cinsinin) asl-ı vücûdudur
(varlığının aslıdır).
Ve nisâ'(kadınlar),
mademki
kendisinden mütevellid olan
(doğan) evlâd sûretlerinden mukaddemdir
(öncedir) ve şecere-i
kevnin (kâinat ağacının)
semeresi (meyvesi)
dahi insandır; binâenaleyh
(bundan dolayı) bu
tekaddüm-i vücûdîden
(vücudunun önceliğinden) dolayı nisânın
(kadınların) ibtidâ
(ilkin) zikri
(anılması) iktizâ
etti (gerekti).
Ve "tıyb" (güzel
koku) ile "namazda kurretü'l-ayn
(göz nuru)",
levâzım-ı insâniyyeden
(insanın
gereksiniminden)
olduğundan, bunların da "nisâ"dan
(kadınlardan) sonra
zikr (anılması)
lâzım geldi. Nitekim tabîat, kendisinden mütekevvin olan
(oluşan) birtakım
suver-i mevcûde (mevcût
suretlere)
üzerine
(göre) tekaddüm etti
(önce oldu).
Zîrâ (çünkü)
insan, hayvan, nebât
(bitki) ve cemâd
(cansız dediğimiz varlıkların)
envâ'ının
(çeşitlerinin) sûretleri tabîattan tekevvün
etti (oluştu) ve
bu sûretler tabîatta zâhir oldu
(açığa çıktı).
Ve tabîat hakkındaki îzâhât
(geniş açıklama)
Fasa-ı İdrîsî ve İlyâsî'de
(idris ve ilyas konusunda)
mürûr etti (geçti).
İmdi
(buna göre) âlem-i
tabiatta (tabiat âleminde)
zâhir olan (açığa
çıkan görülen) suver-i kesîfe
(yoğunlaşmış suretler)
, ondan evvel
(önce) mertebe-i
ilimde (ilim mertebesinde)
sâbittir
(mevcuttur, belirlenmiştir) ve latîftir
(şeffaftır).
O suver-i ma'kûle
(zihni suretler) ancak mertebe-i tabîata
(tabiat mertebesine)
tenezzül edince (inince)
kesîf (koyu)
olup meşhûd olurlar
(görünürler).Tabîat
ise ancak nefes-i rahmânîden
(rahmanın nefesinden) ibârettir. Çünkü gerek
mertebe-i ilm-i ilâhîde
(Allah’ın ilminde) peydâ olan
(meydana çıkan) esmâ-i
ilâhîyye (ilahi isimlerin)
sûretleri ve gerek mertebe-i imkânda
(imkân mertebesinde)
zâhir olan (açığa çıkan)
suver-i kesîfe
(yoğunlaşmış suretler) nefes-i rahmânî
(rahmanın nefesi) ile
tabîatta zâhirdir (açığa
çıkmıştır).
Ve nefes-i rahmânî
(rahmani nefes) bi'l-cümle
(bütün) eşyâ
(varlıklar) için ilk
maddedir. Nitekim insan, soğuk havâya nefesini salıverip
"hoh" dediği vakit, vücûdundaki harâret-i garîziyye
(doğal vücut ısısı)
ile ısınmış olan havâ ağzından duman hâlinde çıkar. İşte
bunun gibi
فأحببت أن اعرف
hadîs-i kudsîsinde beyân buyrulan
(anlatılan) hubb-i
ilâhî (ilahi sevginin)
harâretiyle / Hak Teâlâ hazretlerinin, halk-ı eşyâya
(varlıkların yaratılmasına)
irâdesi teveccüh etmekle
(yönelmekle),
ahadiyyet-i zâtiyyesinde
(ahad olan zatında)
bi'l-kuvve (güç, kuvve
olarak) mevcûd ve mahfî
(gizli) olan bi'l-cümle
(bütün) esmâsını
(isimlerini)
nefes-i rahmânîsi (rahmani
nefesi) ile tenfîs eyledi
(üfledi) Ve latîf
(şeffaf) olan nefes-i
rahmânî (rahmani nefesi),
kesîf (koyu)
olan mertebe-i tabîatta
(tabiat mertebesinde)
bâtın (iç, gizli)
ve tabîat-ı kesîfe (koyu
olan tabiat) onun zâhiri
(dışı) oldu. Şu halde
tabîat nefes-i rahmânînin
(rahmani nefesin) aynıdır. Ve mahall-i infiâl
(edilgi yeri) olan
tabîat bi'l-cümle (bütün) suverin (suretlerin)
asl-ı vücûdu (varlığının
aslı, temeli) olmakla o sûretlerin kâffesine
(bütün hepsinden)
tekaddüm etti. (önce oldu)
Ve tabîat hakîkatte ancak nefes-i rahmânîden
(rahmanın nefesinden)
ibâret olduğundan suver-i âlemin
(evren suretlerinin)
a'lâsı (en yükseği)
ve esfeli (en aşağısı)
o nefes-i rahmânîde
(rahmanın nefesinde)
müntefih (üflenmiş)
oldu. Zîrâ (çünkü)
hâssaten (özellikle)
âlem-i ecrâm
(cisimler alemi) sûretlerini ızhar etmek
(açığa çıkarmak, göstermek)
için nefha-i rahmânî
(rahmanın nefesi),
cevher-i heyûlânî
(maddenin ilk cevheri)
olan tabîat-ı mukayyedede
(kayıtlı tabiatta)
sereyân eder (yayılır).
"Heyûlâ" "suver
(suretleri) ve eşkâli
(şekilleri) kabûl
eden ilk madde"ye derler. Ve tabîat, ki nefes-i
rahmânînin (rahmanın
nefesinin) aynıdır, âlem-i ecrâmın
(cisimler âleminin)
sûretleri, nefha-i rahmânînin
(rahmanın nefesinin)
sereyâniyle (yayılmasıyla),
o cevher-i heyûlânide
(maddenin ilk cevherinde)
zâhir olur (açığa çıkar).
Nitekim ilm-i hey'et
(astronomi) ulemâsı
(âlimleri) rasadât
(rasad aletleri) ve
istidlâlât (deliller)
ile keşf etmişlerdir
(meydana çıkarmışlardır) ki, ecrâmın
(cisimlerin) aslı
birtakım sehâb-ı muzîlerden
(parlak bulutlardan) ibârettir. Küre-i arzın
(dünyanın) devr-i
senevîsi (bir yıllık devri)
i'tibâriyle
(dolayısıyla) milyonlarca seneler mürûriyle
(geçmesiyle) bu
sehâb-ı muzîler (parlak
bulutlar),
gittikçe kesafet
(koyuluk, yoğunluk) peydâ edip
(oluşturup) evvelen
(ilk önce) "ateş"e
ve sâniyen (ikinci olarak)
"su"ya ve sâlisen
(üçüncü olarak) "cemâd"a
(cisimlere) inkılâb
ederler (dönüşürler).
Ondan sonra bu küreler üzerinde nebâtât
(bitkiler) ve
hayvânât (hayvanlar)
zâhir olur (meydana
gelir).Ve âyet-i kerîmede
ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء وَهِيَ دُخَانٌ
(Fussılet, 41/11) buyrulması dahi bidâyet-i
teşekküllerinde (
başlangıçtaki oluşumlarında) ecrâmın
(cisimlerin) duhân
(duman) hâlinde
bulunduklarına işârettir. İşte nefha-i ilâhiyyenin
(hakk’ın nefesinin)
tabîat-ı mukayyedede (kayıtlı
tabiatta) sereyânı
(yayılması) budur. Bu
babdaki (konudaki)
izâhât (geniş açıklama)
Fass-ı Îsevî'de
(İsa bölümünde)
geçti.
Devam Edecek |