BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE
MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
Fakat bu nefha-i ilâhiyyenin
(Hakk’ın nefesinin),
ervâh-ı nûriyyenin
(nur ruhların) ve
a'râzın (sıfatların)
vücûdu (varlığı)
için sereyânı (yayılması),
başka bir sereyândır
(yayılmadır).
Çünkü o nefha
(nefes),
cevher-i rûhânî (ruhi cevher)
olan tabîat-ı mutlakada
(sınırsız, kayıtsız, tümel
tabiatta), cismiyyetten
(cisimlikten)
mücerred (tecrid edilmiş,
soyutlanmış) olduğu halde, sereyân etmek
(yayılmak) sûretiyle
ervâh-ı nûriyyeyi (nur
ruhları) îcâd eder
(yaratır).
Ve a'râzın
(sıfatların) îcâdı
(yaratılması) dahi,
nefes-i rahmânînin (rahmani
nefesin) zâhiri
(dışı, dış görünüşü) olan tabîat-ı mukayyede
(kayıtlı tabiat)
vâsıtasıyla olur. Ve "cevher"
(varlığı kendinden olan)
ile "araz" (kendi
kendine vücut bulamayıp başka bir cevher ile meydana
gelen)
hakkındaki tafsîlât
(geniş açıklama) /
Fass-ı Şuaybî'de (Şuaybi
bölümünde) mürûr etti
(geçti).
İmdi
(buna göre) mahall-i
infiâl (edilgi yeri)
olan tabîat, kendisinde vücûd
(varlık) bulan suver
(suretler)
üzerine, sûret-i ma'kûlesi
(akli sureti)
ile tekaddüm ettiği
(önce, evvel olduğu) gibi, mahall-i infiâl
(edilgi yeri) olan
nisâ (kadınlar)
dahi, kendi sûreti ile kendisinden tevellüd eden
(doğan) nev'-i
beşerin (insan türünün)
sûretleri üzerine tekaddüm eyledi.
(evvel, önce oldu)
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Resûl (a.s.) hadis-i şerîfînde, evvelâ
(ilk önce) nisâyı
(kadınları) zikr etti (andı).
Ondan sonra (S.a.v.) Efendimiz, bu haberde te'nîsi
tezkîr üzerine gâlib kıldı. Zîrâ o nisâya tehemmümü kasd
eti. Binâenaleyh
ثلاث
dedi ve
aded-i zükrâna mahsûs olan
ها
ile
ثَلاَثَة
demedi. Zîrâ onda tiybin zikri vardır. Halbuki tiyb
müzekkerdir. Ve Arabın âdeti, tezkîri te'nîs üzerine
tağlîb etmektir. Şu halde
الفواطم و زيد خرجوا
der ve
خرجن
demez. Her ne kadar tezkîr, te'nîs üzerine vâhid ve nisâ
cemâat olursa da arab tezkîri, tağlib eyledi. Halbuki
Resûl (a.s.) Arabîdir. İmdi Nebi (s.a.v.), / ona
tehabbübde, onunla, hubbünü kendi nefsi ile ihtiyâr
etmediği şey kasd olunan ma'nâya riâyet etti. Böyle
olunca Allah Teâlâ ona bilmediği şeyi ta'lîm eyledi ve
Allah Teâlâ'nın fazlı onun üzerine azîm oldu.
Binâenaleyh "hâ"sız
ثلاث
kavli ile te'nîsi tezkîr üzerine tağlîb eyledi. Şu halde
(S.a.v.) hakâyıka ne kadar âlimdir ve hukûkun riâyetine
ne kadar şedîddir! (18).
Ya'nî Resûl (a.s.), nisâyı
(kadınları) ibtidâ
(ilkin) zikr ettikten
(andıktan) sonra
bu hadîs-i şerîfte, te'nîsi
(dişiyi) tezkîr
(erkek) üzerine gâlib
(üstün) kıldı. Zîrâ
(çünkü) nisâya
(kadınlara) ihtimâmı
(itina, özen gösterdiğini)
kasd eyledi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
حبب اليً من دنياكم ثلاث
hadîs-i şerîfinde, aded-i zükrâna
(erkeğin adedine)
mahsûs olan "hâ"
ile
ثَلاَثَة
demeyip
ثلاث
buyurdu. Çünkü
ثلاث
de müzekker (eril)
olan "tıyb"
kelimesinin zikri (söylemi)
mündemicdir
(içinde dâhildir).
Halbuki ibârede
(cümlede) müzekker
(eril) ile müennes
(dişil) müctemi
(birlikte toplu)
olunca Arab'ın (Arapların)
âdeti
tezkîri (erkeği)
te'nîs (kadın)
üzerine gâlib (üstün)
kılmaktır. Şu halde Arab, "Fâtıma'lar ve Zeyd
çıktılar" diyeceği mahalde
(yerde)
الفواطم و زيد خرجوا
fiilini cem'-i müzekker
(tekil olan eril kelimenin arkasına takı ekleyip çoğul)
olarak
isti'mâl eder (kullanır).
Erkek olan Zeyd bir kişidir ve kadın olan
Fâtıma'lar müteaddiddir
(birden fazladır),
deyip müennes
(dişil) sîğasiyle
(fiil çekimiyle)
خَرَجْنَ
demez. Erkek bir kişi de olsa tezkîri
(erkeği) te'nîs
(dişi) üzerine gâlib (üstün)
kılar. Halbuki (S.a.v.) Efendimiz, kavm-i Arabın
(Arap kavminin) en
fasîhidir (en düzgün söz
söyleme kabiliyetine sahip olduğuna).
Bakılırsa bu hadîs-i şerîfte kâide-i Arab
(Arapların kurallarına)
üzerine (göre)
tezkîri (erkeği)
te'nîs (dişi)
üzerine gâlib (üstün)
kılmaları iktizâ eder
(gerekir) idi. Maahâzâ /
(bununla beraber)
böyle yapmadılar, Zîrâ
(çünkü) bu hadis-i şerîflerinde öyle bir
ma'nâya riâyet (saygı,
itibar) buyurdular
ki, o ma'nâ
ile nisâ (kadınlar)
muhabbetinin
(sevgisinin) kendi kalb-i şerîflerine
(mübarek kalblerine)
cânib-i Hak'tan (Hak
tarafından) ilkâ olunup
(konulup) hubb-i
nisâyı (kadınların sevgisini)
kendi nefisleriyle ihtiyâr etmedikleri
(istemedikleri) kasd
olundu. İşte
kâide-i Arab (Arapların
kurallarının) hilâfına
(zıddına) olarak
Resûl (a.s.), te'nîsi
(dişiyi) tezkîr
(eril) üzerine
tağlîb (diğer
kelimenin anlamını da içine alacak şekilde)
buyurmakla (söylemekle)
bu ma'nâyı kasd
eylediler. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah
Teâlâ, (S.a.v.) Efendimiz'e bilmediği şeyi ta'lîm
buyurdu. (öğretti)
Onlara ta'lîm olunan
(öğretilen) şey dahi, nisâ'
(kadınlar) nev'-i
insânînin (insan türünün)
asl-ı vücûdu
(varlığının aslı) olup mahall-i infiâl
(edilgin yeri)
oldukları idi. Böyle olunca bu ta'lîm
(öğreti) ve tahbîb-i
nisâ (kadınların
sevdirilmesi) (S.a.v.) Efendimiz üzerine
Allah Teâlâ'nın fazl-ı azîmi
(büyük lutfu) oldu. Zîrâ
(çünkü) ma'rifet-i
hakâyık (hakikat bilgileri)
Allah Teâlâ'nın fazl-ı azîmidir
(büyük lûtfudur).
İşte kadınlarda asliyyet
ma'nâsı mevcûd olduğu cihetle
(yönüyle),
(S.a.v.) Efendimiz, onların hâline i'tinâ ve
ihtimâm (özen)
kasdıyla (gayesiyle)
"hâ"sız olarak "selâs" kavliyle
(sözleriyle) te'nîsi
(dişil kelimeyi)
tezkîr (eril kelime)
üzerine gâlib (üstün,
güçlü) kıldı. Nazar et
(bak, gör) ki,
(S.a.v.) Efendimiz eşyânın
(varlıkların) hukûkuna ne kadar şiddetle
riâyet buyurmuştur (saygı
göstermişlerdir, gözetmişlerdir) ve ilm-i
hakâyıkı (hakikat ilimlerini)
ne güzel bilirler!
Devam Edecek |