Füsûs-ül Hikem

426. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE

MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"'   BEYÂNINDADIR.

Fakat bu nefha-i ilâhiyyenin (Hakk’ın nefesinin), ervâh-ı nûriyyenin (nur ruhların) ve a'râzın (sıfatların) vücûdu (varlığı) için sereyânı (yayılması), başka bir sereyândır (yayılmadır). Çünkü o nefha (nefes), cevher-i rûhânî (ruhi cevher) olan tabîat-ı mutlakada (sınırsız, kayıtsız, tümel tabiatta),  cismiyyetten (cisimlikten) mücerred (tecrid edilmiş, soyutlanmış) olduğu halde, sereyân etmek (yayılmak) sûretiyle ervâh-ı nûriyyeyi (nur ruhları) îcâd eder (yaratır).  Ve a'râzın (sıfatların) îcâdı (yaratılması) dahi, nefes-i rahmânînin (rahmani nefesin) zâhiri (dışı, dış görünüşü) olan tabîat-ı mukayyede (kayıtlı tabiat) vâsıtasıyla olur. Ve "cevher" (varlığı kendinden olan)  ile "araz" (kendi kendine vücut bulamayıp başka bir cevher ile meydana gelen) hakkındaki tafsîlât (geniş açıklama) / Fass-ı Şuaybî'de (Şuaybi bölümünde) mürûr etti (geçti).  İmdi (buna göre) mahall-i infiâl (edilgi yeri) olan tabîat, kendisinde vücûd (varlık) bulan suver (suretler) üzerine, sûret-i ma'kûlesi (akli sureti) ile tekaddüm ettiği (önce, evvel olduğu) gibi, mahall-i infiâl (edilgi yeri) olan nisâ (kadınlar) dahi, kendi sûreti ile kendisinden tevellüd eden (doğan) nev'-i beşerin (insan türünün) sûretleri üzerine tekaddüm eyledi. (evvel, önce oldu) Binâenaleyh (bundan dolayı) Resûl (a.s.) hadis-i şerîfînde, evvelâ (ilk önce) nisâyı (kadınları) zikr etti (andı).

Ondan sonra (S.a.v.) Efendimiz, bu haberde te'nîsi tezkîr üzerine gâlib kıldı. Zîrâ o nisâya tehemmümü kasd eti. Binâenaleyh    ثلاث    dedi ve aded-i zükrâna mahsûs olan    ها    ile    ثَلاَثَة    demedi. Zîrâ onda tiybin zikri vardır. Halbuki tiyb müzekkerdir. Ve Arabın âdeti, tezkîri te'nîs üzerine tağlîb etmektir. Şu halde    الفواطم  و زيد خرجوا    der ve    خرجن    demez. Her ne kadar tezkîr, te'nîs üzerine vâhid ve nisâ cemâat olursa da arab tezkîri, tağlib eyledi. Halbuki Resûl (a.s.) Arabîdir. İmdi Nebi (s.a.v.), / ona tehabbübde, onunla, hubbünü kendi nefsi ile ihtiyâr etmediği şey kasd olunan ma'nâya riâyet etti. Böyle olunca Allah Teâlâ ona bilmediği şeyi ta'lîm eyledi ve Allah Teâlâ'nın fazlı onun üzerine azîm oldu. Binâenaleyh "hâ"sız    ثلاث    kavli ile te'nîsi tezkîr üzerine tağlîb eyledi. Şu halde (S.a.v.) hakâyıka ne kadar âlimdir ve hukûkun riâyetine ne kadar şedîddir! (18).

Ya'nî Resûl (a.s.), nisâyı (kadınları) ibtidâ (ilkin) zikr ettikten (andıktan) sonra bu hadîs-i şerîfte, te'nîsi (dişiyi) tezkîr (erkek) üzerine gâlib (üstün) kıldı. Zîrâ (çünkü) nisâya (kadınlara) ihtimâmı (itina, özen gösterdiğini) kasd eyledi. Binâenaleyh (bundan dolayı)    حبب اليً من دنياكم ثلاث    hadîs-i şerîfinde, aded-i zükrâna (erkeğin adedine) mahsûs olan "hâ" ile    ثَلاَثَة    demeyip    ثلاث    buyurdu. Çünkü    ثلاث    de müzekker (eril) olan "tıyb" kelimesinin zikri (söylemi) mündemicdir (içinde dâhildir). Halbuki ibârede (cümlede) müzekker (eril) ile müennes (dişil) müctemi (birlikte toplu) olunca Arab'ın (Arapların) âdeti tezkîri (erkeği) te'nîs (kadın) üzerine gâlib (üstün) kılmaktır. Şu halde Arab, "Fâtıma'lar ve Zeyd çıktılar" diyeceği mahalde (yerde)    الفواطم  و  زيد خرجوا    fiilini cem'-i müzekker (tekil olan eril kelimenin arkasına takı ekleyip çoğul) olarak isti'mâl eder (kullanır). Erkek olan Zeyd bir kişidir ve kadın olan Fâtıma'lar müteaddiddir (birden fazladır), deyip müennes (dişil) sîğasiyle (fiil çekimiyle)    خَرَجْنَ    demez. Erkek bir kişi de olsa tezkîri (erkeği) te'nîs (dişi) üzerine gâlib (üstün) kılar. Halbuki (S.a.v.) Efendimiz, kavm-i Arabın (Arap kavminin) en fasîhidir (en düzgün söz söyleme kabiliyetine sahip olduğuna). Bakılırsa bu hadîs-i şerîfte kâide-i Arab (Arapların kurallarına) üzerine (göre) tezkîri (erkeği) te'nîs (dişi) üzerine gâlib (üstün) kılmaları iktizâ eder (gerekir) idi. Maahâzâ / (bununla beraber) böyle yapmadılar, Zîrâ (çünkü) bu hadis-i şerîflerinde öyle bir ma'nâya riâyet (saygı, itibar) buyurdular ki, o ma'nâ ile nisâ (kadınlar) muhabbetinin (sevgisinin) kendi kalb-i şerîflerine (mübarek kalblerine) cânib-i Hak'tan (Hak tarafından) ilkâ olunup (konulup) hubb-i nisâyı (kadınların sevgisini) kendi nefisleriyle ihtiyâr etmedikleri (istemedikleri) kasd olundu. İşte kâide-i Arab (Arapların kurallarının) hilâfına (zıddına) olarak Resûl (a.s.), te'nîsi (dişiyi) tezkîr (eril) üzerine tağlîb (diğer kelimenin anlamını da içine alacak şekilde) buyurmakla (söylemekle) bu ma'nâyı kasd eylediler. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ, (S.a.v.) Efendimiz'e bilmediği şeyi ta'lîm buyurdu. (öğretti) Onlara ta'lîm olunan (öğretilen) şey dahi, nisâ' (kadınlar) nev'-i insânînin (insan türünün) asl-ı vücûdu (varlığının aslı) olup mahall-i infiâl (edilgin yeri) oldukları idi. Böyle olunca bu ta'lîm (öğreti) ve tahbîb-i nisâ (kadınların sevdirilmesi) (S.a.v.) Efendimiz üzerine Allah Teâlâ'nın fazl-ı azîmi (büyük lutfu) oldu. Zîrâ (çünkü) ma'rifet-i hakâyık (hakikat bilgileri) Allah Teâlâ'nın fazl-ı azîmidir (büyük lûtfudur). İşte kadınlarda asliyyet ma'nâsı mevcûd olduğu cihetle (yönüyle), (S.a.v.) Efendimiz, onların hâline i'tinâ ve ihtimâm (özen) kasdıyla (gayesiyle) "hâ"sız olarak "selâs" kavliyle (sözleriyle) te'nîsi (dişil kelimeyi) tezkîr (eril kelime) üzerine gâlib (üstün, güçlü) kıldı. Nazar et (bak, gör) ki, (S.a.v.) Efendimiz eşyânın (varlıkların) hukûkuna ne kadar şiddetle riâyet buyurmuştur (saygı göstermişlerdir, gözetmişlerdir) ve ilm-i hakâyıkı (hakikat ilimlerini) ne güzel bilirler!

Devam Edecek