Füsûs-ül Hikem

428. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE

MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"'   BEYÂNINDADIR.

Ve "tıyb"in ve onu "nisâ"dan sonra kıldığının hikmetine gelince, nisâda revâyıh-ı tekvîn olduğundan dolayıdır. Zîrâ "Etyab-ı tıyb, ınâk-ı habîbdir". Mesel-i sâirde böyle dediler. Vaktâki Resûl, bi'l-asâle abd olarak halk olundu, aslâ başını siyâdete kaldırmadı. Belki münfail olmasıyla berâber, sâcid ve vâkıf olarak zâil olmadı. Hattâ Allah Teâlâ ondan tekvîn ettiğini tekvîn eyledi. İmdi ona rütbe-i fâiliyyeti ve a'râf-ı tayyibe olan âlem-i enfâsta te'sîri i'tâ eyledi. Binâenaleyh, ona "tıyb" sevdirildi. İşte bundan dolayı onu, ya'nî tıybi, zikirde nisâdan sonra kıldı. Böyle olunca Hakk'ın    رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ ذُو الْعَرْشِ    (Mü'min. 40/15) kavlinde, Hak için olan derecâta riâyet eyledi. Zîrâ onun üzerine, onun istivâsı Rahmân ismiyledir. Şu halde bir kimse kalmadı ki, onun üzerine Arş'ın ihâtası olsun da, o kimseye rahmet-i ilâhiyye isâbet etmesin. O da Allah Teâ'nın    وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ وَرَحْمَتِي    (A'râf, 7/156) kavlidir. Ve Arş her şeye vâsi’dir ve müstevî Rahmân'dır. İmdi âlemde, onun hakîkati ile rahmetin sereyânı vâki' olur. Nitekim biz onu bu kitâbdan ve Fütûh-i Mekkî’den bir mevzi'in gayrinde beyân ettik (20).

Ve güzel kokuların Resûl (a.s.)’a sevdirilmesi ve "güzel koku"yu Resûl (a.s.)’ın "nisâ"dan (kadınlardan) sonra zikretmesi (anması), şu hikmete (sebebe) mebnîdir (dayalıdır) ki, nisâda (kadınlarda) tekvîn (yaratma) kokuları vardır. Zîrâ (çünkü) nev'-i beşerin (insan türünün) tevellüd ettiği (doğduğu) mahal (yer) nisâdır (kadınlardır). Velâkin (fakat) nisâ (kadınlar),  racülün (erkeğin) cimâ'ından (çiftleşmesinden) münfailen (etkilenerek) tevlîd-i veled eyler (evlad doğurur). Binâenaleyh (bundan dolayı) nisâ (kadınlar), mahall-i infiâldir (etkilenme yeridir). Halbuki fiilin fâile (etkene, fiili işleyene) izâfeti (bağıntısı) etemmdir (en tamdır).  Emr-i tekvînin (yaratma hususunun) fâile (etkene (fiili işleyene) izâfeti (bağıntısı) kavî (güçlü) ve münfaile (edilgene (etkiyi üstünde kabul edene)) izâfeti (bağıntısı) zaîf (zayıf) olduğu, için, Hz. Şeyh (r.a.) bu izâfet-i zaîfeye (zayıf bağlantıya) işâreten, “nisâda (kadınlarda) tekvîn (yaratma) kokuları vardır.” buyurdu. İşte bu tekvîn (yaratma) kokusu, güzel kokularla münâsebetdâr (ilişkili) olduğundan, Resûl (a.s.)’a güzel kokular cânib-i Hak'tan (Hak tarafından) sevdirildi. Ve Resûl (a.s) hadîs-i şerîfinde "güzel koku"yu, "nisâ"dan (kadınlardan) sonra zikr eyledi (andı). Hattâ mesel-i meşhûrda (meşhur atasözünde)    أطيب الطيب عناق الحبيب    ya'nî “Tıybin (kokunun) etyabı (en güzeli), habîbin (sevgilinin) ınâkıdır” (sarılıp kucaklaşmasıdır) derler. Zîrâ (çünkü) kişi sevdiğine mülâkî olunca (kavuşunca) boynuna sarılır ve onu koklar. Ve ma'şûkunun (sevdiğinin) kokusunu hiçbir kokuya tercîh etmez.

Vaktâki (ne zaman ki) (S.a.v.) Efendimiz, cemi'-i taayyünâtın (bütün açığa çıkmış suretlerin) mebdei (başlangıcı, en evveli) olarak halk olundu (yaratıldı) ki, Hakk'ın taayyün-i evvel (ilk taayyün (uluhiyet)) mertebesidir ve bu mertebe tasarrufât-i ilâhiyye (ilahi tasarruflar) için mahall-i infiâldir (etki, tesir etme yeridir) ve bi'l-asâle (asaleten, asıl olarak) ubûdiyyet-i mahza (sırf kulluk) mertebesidir. İşte (S.a.v.) Efendimiz mebdeiyyetle (evveliyyetle, ilk olmakla) muttasıf (vasıflanmış) iken aslâ başını siyâdete (seyyidliğe, beyliğe) kaldırmadı. Ya'nî hilâfet-i kübrâ (en büyük halifelik) ile mütehakkık (gerçekleşmiş) iken tasarrufa (idare etmeye, yönetmeye) meyl etmedi (yönelmedi). Belki tasarrufât-ı ilâhiyyeden (ilahi tasarruflardan) münfail (etkilenmiş) olmakla berâber, edeben (edep olarak) hazret-i ulûhiyyette (ulûhiyet makamında) sâcid (secde eden) ve bâb-ı rubûbiyyette (rububiyet kapısında) vâkıf (bilen, haberli) olarak, aslâ ubûdiyyetten (kulluktan) zâil (geçmiş) olmadı. Nihâyet Allah Teâlâ hazretleri bu hakîkat-i Muhammediyyeden (Muhammedi hakikatten) ve taayyün-i evvelden (ilk taayyün mertebesinden) cemî'-i mükevvenâtı (bütün varlıkları) tekvîn (yarattı) ve îcâd eyledi. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:    إن الله لما خلق العقل قال له أقبل فأقبل ثم قال له أدبر فأدبر فقال وعزتي وجلالي بك آخذ وبك اعطي وبك اثيب وبك اعاقب    Ya'nî “Tahkîkan (hakikatten) Allah Teâlâ aklı halk ettikde (yarattığında) ona "Gel" dedi, geldi. Ba'dehû (daha sonra) "Git" dedi, gitti. Buyurdu ki: İzz'im (izzetim) ve Celâl'im hakkı için seninle alıp seninle vereyim ve seninle müsâb (sevap kazanıp) ve seninle muâkab (cezalandırmış) kılayım" Ve akıl"dan murâd    اول ما خلق الله نوري    hadîs-i şerîfi mûcibince (gereğince) rûh-i muhammedî (s.a.v.) dir (Muhammed a.s’ın ruhudur).

İmdi (buna göre) hakîkat-i muhammediyye (Muhammedi hakikat) bi'l-cümle (bütün) taayyünâtı (açığa çıkmış suretleri) muhît (ihata eden, kuşatan) ve külliyyetle (bütünlükle, tümellikle) muttasıf (vasıflanmış) olduğu cihetle (dolayısıyla) bu taayyün-i evvel (ilk taayyün) mertebesinin mâdûnunda (aşağısında) bulunan kâffe-i merâtibde (bütün mertebelerde) kendisine cânib-i Hak'tan (Hak tarafından) fâiliyyet ve a'râf-ı tayyibe (vücut kokuları) olan Âlem-i enfâsta (ruhlar âleminde) te'sîr (etki etme) i'tâ olundu (verildi). "Âlem-i enfâs"tan murâd âlem-i ervâhdır (ruhlar âlemidir) ki, vücûdda (varlıkta) enfâslarıyla (nefesleriyle) müessirdir (etkilidir). Ve "a'râf-ı tayyibe"den murâd dahi, revâyıh-ı tayyibe-i vücûdiyyedir (güzel, hoş vücut kokularıdır). Zîrâ (çünkü) ervâh (ruhlar) mevcûdât-ı kesîfe-i şehâdiyyenin (hissedilen âlemin yoğunlaşmış mevcutların) mebdeidir (başlangıç noktasıdır).  Suver-i mevcûdât (mevcut suretler) ondan evvel mertebe-i ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) sâbittir (belirlenmiş, mevcuttur).  Ervâh (ruhlar) mertebe-i ilm (ilim mertebesi) ile mertebe-i şehâdet (şehadet mertebesi) arasında vâkı' (olmuş) olduğu için kendilerinin mâdûnu (altında) olan merâtib-i vücûdiyyede (varlık mertebelerinde) nefesleriyle müessir (tesir ederler, etkili) olurlar ve a'yân-ı ezeliyye-i ilmiyye (Allah’ın ilminde sabitleşmiş ilmi hakikatler) için revâyıh-ı vücûdiyye (vücut kokuları) oldukları cihetle, (sebebiyle) "a'râf-ı tayyibe" vasfıyla mevsûfdurlar (vasıflanmışlardır). Binâenaleyh (bundan dolayı) nesâyim-i tekvîn (tekvin (yaratma) rüzgârları), enfâs-ı rahmâniyye-i rûhiyyedir (rahmanın nefes verdiği ruhlardır) ve a'râf (açığa çıkmış ilmi suretler), revâyıh-ı tayyibedir (güzel, hoş kokulardır).

İmdi (buna göre) âlem-i enfâs (nefesler âlemi (ruhlar âlemi) mertebe-i şehâdette (dünyada) nisâ (kadınlar) menzilesindedir (derecesindedir). Nisâda (kadında) tekvîn (yaratma) kokuları mevcûd olduğu gibi, âlemi-i enfâsta (ruhlar âleminde) dahi vücûd kokuları vardır. Zîrâ (çünkü) vücûd-i şehâdîde (şahit olunan varlıkta) hâsıl olan (oluşan) şey, ancak âlem-i enfâs (ruhlar alemi) sebebiyledir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Resûl (a.s.)’a "nisâ" (kadınlar) gibi "güzel kokular" dahi sevdirildi. Ve güzel kokular araz (sıfatlar) olup, kendisi ile kâim (mevcut) bulunduğu / cevherin (asıl varlığın (zatın) vücûdundan müteahhir olduğu (sonra geldiği) için, Resûl (a.s.) "tıyb"i (kokuyu), "nisâ"dan (kadınlardan) sonra zikr eyledi (andı). İmdi (şu halde) hadîs-i şerîflerinde ibtidâ (ilk önce) nisâyı (kadınları) ve sonra tıybi (kokuyu) zikretmekle (söylemekle), Hak Teâlâ hazretlerinin "Hak refîu'd-derecâttır (dereceleri yükseltendir); “Zü'l Arş'tır” (arşın sahibidir)

(Mü'min, 40/15) kavlinde (sözlerinde) Hak için sâbit (mevcut, belirlenmiş) olan detecâta (derecelere) riâyet (itibar) buyurdu. Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ derecât-ı kesîre-i muhtelifede (çok çeşitli derecelerde) zâhir oldu (açığa çıktı, göründü). Bunun için Kur'ân-ı Kerîm'de "refîu'd derece" (dereceyi yükselten) demeyip "Refîu'd-derecât" (dereceleri yükselten) dedi. Ve her bir derece bir meclâ-yı ilâhîyi (ilahi aynayı) iktizâ etti (gerektirdi). Ve Hakk'a o derecede ibâdet olundu. Ve kendisinde Hakk'a ibâdet olunan meclânın (aynanın) en büyüğü ve a’lâsı (en yükseği) "hevâ"dır. Bu bahsin (konunun) tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Hârûn’de (Harun bölümünde) mürûr etti (geçti).  Binâenaleyh (bundan dolayı) (S.a.v.) Efendimiz, bu hadîs-i şerîflerinde mecâlî-i ilâhiyyeyi (ilahi gücü) iktizâ eden (gerektiren) derecâta (derecelere) riâyet (itibar) buyurdu.

Devam Edecek