BU FASS KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE
MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
Ve "tıyb"in ve onu "nisâ"dan sonra kıldığının hikmetine
gelince, nisâda revâyıh-ı tekvîn olduğundan dolayıdır.
Zîrâ "Etyab-ı tıyb, ınâk-ı habîbdir". Mesel-i sâirde
böyle dediler. Vaktâki Resûl, bi'l-asâle abd olarak halk
olundu, aslâ başını siyâdete kaldırmadı. Belki münfail
olmasıyla berâber, sâcid ve vâkıf olarak zâil olmadı.
Hattâ Allah Teâlâ ondan tekvîn ettiğini tekvîn eyledi.
İmdi ona rütbe-i fâiliyyeti ve a'râf-ı tayyibe olan
âlem-i enfâsta te'sîri i'tâ eyledi. Binâenaleyh, ona "tıyb"
sevdirildi. İşte bundan dolayı onu, ya'nî tıybi, zikirde
nisâdan sonra kıldı. Böyle olunca Hakk'ın
رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ ذُو
الْعَرْشِ
(Mü'min. 40/15) kavlinde, Hak için olan derecâta riâyet
eyledi. Zîrâ onun üzerine, onun istivâsı Rahmân
ismiyledir. Şu halde bir kimse kalmadı ki, onun üzerine
Arş'ın ihâtası olsun da, o kimseye rahmet-i ilâhiyye
isâbet etmesin. O da Allah Teâ'nın
وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ
وَرَحْمَتِي
(A'râf, 7/156) kavlidir. Ve Arş her şeye vâsi’dir ve
müstevî Rahmân'dır. İmdi âlemde, onun hakîkati ile
rahmetin sereyânı vâki' olur. Nitekim biz onu bu
kitâbdan ve
Fütûh-i Mekkî’den
bir mevzi'in gayrinde beyân ettik (20).
Ve
güzel kokuların Resûl (a.s.)’a sevdirilmesi ve "güzel
koku"yu Resûl (a.s.)’ın "nisâ"dan
(kadınlardan) sonra
zikretmesi (anması),
şu hikmete
(sebebe) mebnîdir
(dayalıdır) ki, nisâda
(kadınlarda) tekvîn
(yaratma) kokuları vardır. Zîrâ
(çünkü) nev'-i beşerin
(insan türünün)
tevellüd ettiği (doğduğu)
mahal (yer)
nisâdır (kadınlardır).
Velâkin (fakat)
nisâ (kadınlar),
racülün
(erkeğin) cimâ'ından
(çiftleşmesinden)
münfailen (etkilenerek)
tevlîd-i veled eyler
(evlad doğurur).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) nisâ
(kadınlar), mahall-i
infiâldir (etkilenme yeridir).
Halbuki fiilin fâile
(etkene, fiili işleyene)
izâfeti (bağıntısı)
etemmdir (en
tamdır). Emr-i
tekvînin (yaratma hususunun)
fâile (etkene
(fiili işleyene) izâfeti
(bağıntısı) kavî
(güçlü) ve münfaile
(edilgene (etkiyi üstünde
kabul edene)) izâfeti
(bağıntısı) zaîf
(zayıf) olduğu, için,
Hz. Şeyh (r.a.) bu izâfet-i zaîfeye
(zayıf bağlantıya)
işâreten, “nisâda
(kadınlarda)
tekvîn (yaratma)
kokuları vardır.” buyurdu. İşte bu tekvîn
(yaratma) kokusu,
güzel kokularla münâsebetdâr
(ilişkili) olduğundan, Resûl (a.s.)’a güzel
kokular cânib-i Hak'tan (Hak
tarafından) sevdirildi. Ve Resûl (a.s) hadîs-i
şerîfinde "güzel koku"yu, "nisâ"dan
(kadınlardan) sonra
zikr eyledi (andı).
Hattâ mesel-i meşhûrda
(meşhur atasözünde)
أطيب الطيب عناق الحبيب
ya'nî “Tıybin (kokunun)
etyabı (en güzeli),
habîbin
(sevgilinin) ınâkıdır”
(sarılıp kucaklaşmasıdır)
derler. Zîrâ (çünkü)
kişi sevdiğine mülâkî olunca
(kavuşunca) boynuna
sarılır ve onu koklar. Ve ma'şûkunun
(sevdiğinin) kokusunu
hiçbir kokuya tercîh etmez.
Vaktâki (ne zaman ki)
(S.a.v.) Efendimiz, cemi'-i taayyünâtın
(bütün açığa çıkmış suretlerin)
mebdei
(başlangıcı, en evveli) olarak halk olundu
(yaratıldı) ki,
Hakk'ın taayyün-i evvel (ilk
taayyün (uluhiyet)) mertebesidir ve bu
mertebe tasarrufât-i ilâhiyye
(ilahi tasarruflar)
için mahall-i infiâldir
(etki, tesir etme yeridir) ve bi'l-asâle
(asaleten, asıl olarak)
ubûdiyyet-i mahza (sırf
kulluk) mertebesidir. İşte (S.a.v.) Efendimiz
mebdeiyyetle (evveliyyetle,
ilk olmakla) muttasıf
(vasıflanmış) iken
aslâ başını siyâdete (seyyidliğe,
beyliğe) kaldırmadı. Ya'nî hilâfet-i kübrâ
(en büyük halifelik)
ile mütehakkık (gerçekleşmiş)
iken tasarrufa
(idare etmeye, yönetmeye) meyl etmedi
(yönelmedi).
Belki tasarrufât-ı ilâhiyyeden
(ilahi tasarruflardan)
münfail (etkilenmiş)
olmakla berâber, edeben
(edep olarak)
hazret-i ulûhiyyette
(ulûhiyet makamında) sâcid
(secde eden) ve bâb-ı
rubûbiyyette (rububiyet
kapısında) vâkıf
(bilen, haberli) olarak, aslâ ubûdiyyetten
(kulluktan) zâil (geçmiş)
olmadı. Nihâyet Allah Teâlâ hazretleri bu hakîkat-i
Muhammediyyeden (Muhammedi
hakikatten) ve taayyün-i evvelden
(ilk taayyün mertebesinden)
cemî'-i mükevvenâtı
(bütün varlıkları)
tekvîn (yarattı)
ve îcâd eyledi. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:
إن
الله لما خلق العقل قال له أقبل فأقبل ثم قال له أدبر
فأدبر فقال وعزتي وجلالي بك آخذ وبك اعطي وبك اثيب وبك
اعاقب
Ya'nî “Tahkîkan (hakikatten)
Allah Teâlâ aklı halk ettikde
(yarattığında) ona
"Gel" dedi, geldi. Ba'dehû
(daha sonra) "Git" dedi, gitti. Buyurdu ki:
İzz'im (izzetim)
ve Celâl'im hakkı için seninle alıp seninle vereyim ve
seninle müsâb (sevap kazanıp)
ve seninle muâkab
(cezalandırmış) kılayım" Ve akıl"dan murâd
اول ما خلق الله نوري
hadîs-i şerîfi mûcibince
(gereğince) rûh-i muhammedî (s.a.v.) dir
(Muhammed a.s’ın ruhudur).
İmdi
(buna göre) hakîkat-i
muhammediyye (Muhammedi
hakikat) bi'l-cümle
(bütün) taayyünâtı
(açığa çıkmış suretleri)
muhît (ihata eden,
kuşatan) ve külliyyetle
(bütünlükle, tümellikle)
muttasıf (vasıflanmış)
olduğu cihetle
(dolayısıyla) bu taayyün-i evvel
(ilk taayyün)
mertebesinin mâdûnunda
(aşağısında) bulunan kâffe-i merâtibde
(bütün mertebelerde)
kendisine cânib-i Hak'tan
(Hak tarafından) fâiliyyet
ve a'râf-ı tayyibe
(vücut kokuları)
olan Âlem-i enfâsta
(ruhlar âleminde)
te'sîr (etki etme)
i'tâ olundu (verildi).
"Âlem-i enfâs"tan
murâd âlem-i ervâhdır
(ruhlar âlemidir) ki,
vücûdda (varlıkta)
enfâslarıyla
(nefesleriyle) müessirdir
(etkilidir).
Ve "a'râf-ı tayyibe"den murâd dahi, revâyıh-ı
tayyibe-i vücûdiyyedir
(güzel, hoş vücut kokularıdır).
Zîrâ (çünkü)
ervâh (ruhlar)
mevcûdât-ı kesîfe-i şehâdiyyenin
(hissedilen âlemin yoğunlaşmış
mevcutların)
mebdeidir (başlangıç
noktasıdır). Suver-i
mevcûdât (mevcut suretler)
ondan evvel mertebe-i ilm-i ilâhîde
(Allah’ın ilminde)
sâbittir (belirlenmiş,
mevcuttur). Ervâh
(ruhlar) mertebe-i
ilm (ilim mertebesi)
ile mertebe-i şehâdet (şehadet
mertebesi) arasında vâkı'
(olmuş) olduğu için
kendilerinin mâdûnu (altında)
olan merâtib-i vücûdiyyede
(varlık mertebelerinde)
nefesleriyle müessir
(tesir ederler, etkili) olurlar ve a'yân-ı
ezeliyye-i ilmiyye (Allah’ın
ilminde sabitleşmiş ilmi hakikatler)
için revâyıh-ı vücûdiyye
(vücut kokuları)
oldukları cihetle,
(sebebiyle) "a'râf-ı
tayyibe" vasfıyla mevsûfdurlar
(vasıflanmışlardır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) nesâyim-i tekvîn
(tekvin (yaratma) rüzgârları),
enfâs-ı rahmâniyye-i rûhiyyedir
(rahmanın nefes verdiği
ruhlardır) ve
a'râf (açığa
çıkmış ilmi suretler),
revâyıh-ı tayyibedir
(güzel, hoş kokulardır).
İmdi
(buna göre) âlem-i
enfâs (nefesler âlemi (ruhlar
âlemi) mertebe-i şehâdette
(dünyada) nisâ
(kadınlar)
menzilesindedir
(derecesindedir).
Nisâda (kadında)
tekvîn (yaratma)
kokuları mevcûd olduğu gibi, âlemi-i enfâsta
(ruhlar âleminde)
dahi vücûd kokuları vardır. Zîrâ
(çünkü) vücûd-i
şehâdîde (şahit olunan
varlıkta) hâsıl olan
(oluşan) şey, ancak
âlem-i enfâs (ruhlar alemi)
sebebiyledir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Resûl
(a.s.)’a "nisâ" (kadınlar)
gibi "güzel kokular" dahi sevdirildi. Ve
güzel kokular araz (sıfatlar)
olup, kendisi ile kâim
(mevcut) bulunduğu /
cevherin (asıl varlığın
(zatın) vücûdundan müteahhir olduğu
(sonra geldiği)
için, Resûl (a.s.) "tıyb"i
(kokuyu),
"nisâ"dan
(kadınlardan) sonra zikr eyledi
(andı).
İmdi (şu halde)
hadîs-i şerîflerinde ibtidâ
(ilk önce) nisâyı
(kadınları) ve sonra
tıybi (kokuyu)
zikretmekle (söylemekle),
Hak Teâlâ hazretlerinin "Hak refîu'd-derecâttır
(dereceleri yükseltendir);
“Zü'l Arş'tır”
(arşın
sahibidir)
(Mü'min,
40/15) kavlinde (sözlerinde)
Hak için sâbit
(mevcut, belirlenmiş) olan detecâta
(derecelere) riâyet
(itibar) buyurdu.
Zîrâ (çünkü) Hak
Teâlâ derecât-ı kesîre-i muhtelifede
(çok çeşitli derecelerde)
zâhir oldu (açığa çıktı,
göründü).
Bunun için Kur'ân-ı Kerîm'de "refîu'd derece"
(dereceyi yükselten)
demeyip "Refîu'd-derecât"
(dereceleri yükselten) dedi. Ve her bir
derece bir meclâ-yı ilâhîyi
(ilahi aynayı) iktizâ etti
(gerektirdi).
Ve Hakk'a o derecede ibâdet olundu. Ve
kendisinde Hakk'a ibâdet olunan meclânın
(aynanın) en büyüğü
ve a’lâsı (en yükseği)
"hevâ"dır. Bu bahsin
(konunun) tafsîli
(geniş açıklaması) Fass-ı Hârûn’de
(Harun bölümünde)
mürûr etti (geçti).
Binâenaleyh
(bundan dolayı)
(S.a.v.) Efendimiz, bu hadîs-i şerîflerinde mecâlî-i
ilâhiyyeyi (ilahi gücü)
iktizâ eden
(gerektiren) derecâta
(derecelere) riâyet
(itibar) buyurdu.
Devam Edecek |