Füsûs-ül Hikem

430. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.

İmdi (buna göre) Hakk'ın rahmeti her şeye vâsi'dir (boldur, geniştir) denildiği vakit, esmâ-i ilâhiyye (ilahi isimler) dahi "her şey" ta'bîri (deyimi) tahtına (altına) dâhil olur (girer).Zîrâ (çünkü) esmâ-i ilâhiyye (ilahi isimler) dahi "eşyâ"dandır (şeylerdendir) ve esmâ-i ilâhiyye (ilahi isimler) ise, Rahmân isminin hakîkati olan ayn-ı vâhideye (tek hakikate) râci'dir (aittir). Ve Rahmân ismi, ism-i câmi'dir (bütün isimleri kendinde toplayandır). Binâenaleyh (bundan dolayı) Allâh'ın rahmetinin muhît olduğu (ihata ettiği, kuşattığı) en evvelki şey, rahmet-i zâtiyye (zatî rahmet) ile rahmet-i sıfâtiyyeyi (sıfatî rahmetleri) icâd eden (yaratan) o ayn-ı vâhidenin (tek hakikatin) şey'iyyetidir. Zîrâ (çünkü) hazret-i ilâhiyye (ilahi mertebe) kâffe-i sıfât ve esmâ (bütün isimler ve sıfatlar) ile / zâttan ibâret olduğundan esmâ (isimlere) ve sıfâta (sıfatlara) nazaran (göre) "küll-i mecmûî" (toplanmış bir bütün) olan ayn-ı vâhidedir (tek hakikattir). Ve bu "küll-i mecmûî" (toplanmış, cem’ olmuş bütün) o ayn-ı vâhidenin (tek hakikatin) şey'iyyetidir. Ve Rahmân ismi, cemî'-i esmâyı (bütün isimleri) muhît olduğu (ihata ettiği, kapsadığı) cihetle (dolayısıyla), bu ayn-ı vâhide (tek hakikat),  bu Rahmân isminin hakîkati olur. Ve arş-ı vücûd (varlığın göğü) üzerine müstevî olan (istivâ eden, kaplayan) Rahmân'dır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur    الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى    (Tâhâ, 20/5). Ve bu arş-ı vücûd (varlığın arşı) ,  Hakk'ın nefes-i rahmânîsi (rahmanın nefesi) ile tenfîs ettiği (nefes verdiği) hakîkat-i Muhammediyyedir (Muhammedi hakikattir) ki, bi'l-cümle (bütün) hakâyık-ı rûhâniyye (ruhani hakikatleri) ve cismâniyyeyi câmi'dir (toplamıştır). Şu halde, bu arş-ı vücûdun (varlığın çatısı) taht-ı hîtasında (ihatası altında) olup da kendisinde rahmet isâbet etmemiş (erişmemiş) bulunan hiç bir şey yoktur. Hattâ, bu rahmette, İblîs bile dâhildir. Çünkü mevcûd olmuştur ve her mevcûd olan, merhûmdur (rahmetlenmiştir).  Şu kadar ki bu rahmet, rahmet-i zâtiyye-i âmmedir. (zatın bütün varlıklara olan (genel) rahmetidir)

/Muhakkak Hak Teâlâ tıybi, bu iltihâm-ı nikâhîde, berâet-i Âişe hakkında kıldı. Binâenaleyh "Habîsât habîslere ve habîsler habîsâta ve tayyibât tayyiblere ve tayyibler tayyibâta mahsûstur. Onlar dedikleri şeyden beridirler" (Nûr, 24/26) buyurdu. İmdi onların revâyihıni tayyib kıldı. Zîrâ kavl nefestir ve o, râyihanın aynıdır. Böyle olunca nutuk sûretinde onunla zâhir olduğu şey hasebi üzere, tayyib ve habîs ile hurûc eder. İmdi hû'-i ilâhî olduğu haysiyyetten hepsi tapyibdir. Ve mahmûd ve mezmûm olduğu hapsiyyetten, o tayyib ve habîstir. Binâenaleyh sarımsak hakkında: "O, bir nebâttır ki, ben onun kokusunu kerîh görürüm" buyurdu ve "Ben onu kerîh görürüm" demedi. Böyle olunca "ayn" mekrûh kılınmaz ve belki ondan zâhir olan şep mekrûh kılınır. Ve kerâhet, bundan dolayı ya örfendir ya tab'a mülâyim olmamasıyladır; yâhut garazla ya şer' ile ya kemâl-i matlûbdan naks iledir. Ve bizim zikrettiğimiz şeyin gayri vâkı' değildir (21)

Ya'nî Hak Teâlâ hazretleri "tıyb"i (güzel kokuyu) erkek ile kadın arasında vâkı' olan (gerçekleşen) bu nikâh-ı şehâdîde (nikah şahitliğinde) ümmü'l-mü'minîn (müminlerin anası) Hz. Âişe (r.a)nın berâeti (temize çıkması, aklanması) hakkkında ist'imâl buyurdu (kullandı).    وَالطَّيِّبَاتُ لِلطَّيِّبِينَ وَالطَّيِّبُونَ لِلطَّيِّبَاتِ الْخَبِيثَاتُ لِلْخَبِيثِينَ وَالْخَبِيثُونَ لِلْخَبِيثَاتِ    (Nûr, 24/26) Âyet-i kerîmesini inzâl eyledi (indirdi). Ve cenâb-ı Âişe (r.anhâ)ya sü'-i zan (kötü zan) eden, zalemeye (zalimlere) karşı tayyîbe (faziletli, temiz) olan Hz. Âişe'nin tayyib (faziletli, temiz) olan Resûl (s.a.v.)’e mahsûs olduğunu beyân etti (bildirdi). Ve bu berâeti (aklanması)    مِمَّا يَقُولُونَ أُوْلَئِكَ مُبَرَّؤُونَ    (Nûr, 24/26) kavliyle (sözleriyle) bi'l-cümle (bütün) ezvâc-ı mutahharâta (temiz, iffetli zevceleri (Hz. Muhammed’in eşlerini) teşmîl eyledi (kapsadı). Binâenaleyh (bundan dolayı) tayyib (iffetli, faziletli) olanların revâyihını (güzel kokularını), ya'nî kavillerini (sözlerini) tayyib (iyi, temiz) kıldı. Zîrâ (çünkü) tayyib (iffetli, temiz) olan kimseler, kelime-i tayyibe, (güzel, temiz kelimeler) ya'nî / doğru söz söylerler. Ve habîs (kötü, alçak) olan kimseler ise kelime-i habîse (kötü, temiz olmayan kelimeler) ya'nî yalan söz söylerler. Ve bu âyet-i kerîme ile sâbit olur (anlaşılır ki) ki, ümmü'l-mü'minîn (müminlerin anası) Âişe (r.anhâ) aleyhinde her ne sûretle (şekilde) olursa olsun ta'n edenler (kınayanlar) habîstir (kötüdür).  Zîrâ (çünkü) o tayyibdir (temizdir) ve tayyib (temiz) olan Resûl'e mahsûstur (aittir). Ve onun hakkında kavl-i habîs (kötü söz) söyleyenlerin kendileri habîstir (kötüdür).  Zîrâ (çünkü) kavli-i habîs (kötü söz) habis (kötü) olan kimselere mahsûstur (aittir).

İmdi (buna göre) Hak Teâlâ tayyib (temiz) olanların kavillerini, (sözlerini) ki onların revâyihıdır (kokularıdır), tayyib (temiz) kıldı. Çünkü kavl (söz) nefestir ve nefes ise, râyihanın (kokunun) aynıdır. Binâenaleyh (bundan dolayı) nefes, nutuk (konuşmak) sûretinde (şeklinde) zâhir olduğu (meydana çıktığı) vakit, tayyib (temiz) olan kimseden tayyib (temiz) ve habîs (pis, kötü) olan kimseden dahi, habîs (pis, kötü) olarak hurûç eder (çıkar). Fakat nefes hadd-i zâtında (aslında) hû'-i ilâhî, ya'nî nefes-i ilâhî (Hakk’ın nefesi) olmak i'tibâriyle (bakımından) onun kâffesi (hepsi) tayyibdir (temizdir). Ancak müteneffisin (nefes verenin) hâline nazaran (göre) mahmûd (beğenilmiş) ve mezmûm (beğenilmemiş) olur. Ve mahmûd olduğu (beğenildiği) vakit, tayyib (temiz, hoş) ve mezmûm olduğu (beğenilmediği) vakit dahi habîs (kötü, çirkin) denir. Binâenaleyh (bundan dolayı) nefesin medh (övülmesi) ve zemmi (kötülenmesi), mahallin (yerin) ahvâline (hallerine) taalluk eden (bağıntılı olan) bir keyfiyyetten (hususiyetten) ibârettir. Nitekim, (S.a.v.) Efendimiz sarımsak hakkında: "Ben onu kerîh (iğrenç, kötü) görürüm" demeyip "O bir nebâttır (bitkidir) ki, ben onun kokusunu kerîh (kötü) görürüm" buyurdu. Böyle olunca bir şeyin "ayn"ını (hakikatini) ve zâtını mekrûh kılmak (iğrenç bulmak, kötülemek) câiz (doğru) değildir. Belki onun "ayn"ından (zatından, hakikatinden) zâhir olan (meydana çıkan) şey mekrûh kılınır (kötülenir).  Zîrâ (çünkü) râyiha (kokular) o aynın (zatın) vücûduyla (varlığıyla) kâim (mevcut) olan bir arazdır (sıfattır).  Ve (S.a.v.) Efendimiz "Sarımsağın kokusunu ben kerîh (kötü) görürüm" buyurarak, istikrâhı (kötü görmeyi) nefs-i nefîslerine (kendi nefislerine) izâfet buyurduğu (bağıntılı kıldıkları) için, kerâhetin (kerihliği, kötü görmeği) emr-i nisbî (göreli, göreye göre olan bir husus) olduğu anlaşıldı.

İşte bu sebeple kerâhet (kötü görmek) ya örfen (gelenek, âdet üzere) olur; ya'nî bir şey bir kavmin örfünde (geleneğinde) kerîh (kötü) olur ve diğer bir kavmin örfünde (âdetinde) kerîh (kötü) olmaz. Meselâ Çinliler yumurtayı koktuktan sonra / yerler. Akvâm-ı sâire (diğer milletlerin) indinde (yanında) kokmuş yumurta kerihtir (iğrençtir).  Veyahut kerâhet (iğrençlik) tab'a (yaratılışına) mülâyim (uygun, hoş) gelmemesinden dolayı vâkı' (olmuş) olur Meselâ ba'zı kimseler süt, kaymak ve peynir gibi şeylerden istikrâh edip (tiksinip) aslâ ağızlarına koymazlar. Ve kezâ (aynı şekilde) tütün, içenlere hoş ve içmeyenlere nâhoş gelir. Veyâhut kerâhet, (iğrençlik) bir kimsenin garazına (maksadına, isteğine) muvâfık (uygun) gelmediği için olur. Meselâ sû'-i ahlâk (kötü ahlak) ile muttasıf olan (vasıflanan) bir kimseye, hüsn-i ahlâka (güzel ahlaka) müteallık (dair) söz söylense, bu sözler onun garazına (niyetine) muvafık (uygun) olmadığı için, kerîh (çirkin) görüp yine kendi bildiğini yapar. Hâlbuki bu sözler, hüsn-i ahlâk (güzel ahlak) ile ittisâf (vasıflanma) kasdında (niyetinde) bulunan kimselere muvâfık (uygun) gelir. Veyâhut kerâhet (iğrençlik), şer’a (şeriate) mugâyir (aykırı) olmaktan nâşî (dolayı) vâkı' (olmuş) olur. Halbuki bir şerîatte mekrûh olan (yapılması hoş görülmeyen) bir şey, diğer bir şerîatte mekrûh (kötü) değildir. Veyâhut bu kerâhet, (kerihlik, kötü görmek) bir şeyde aranılan kemâl (mükemmellik), o şeyde nâkıs (noksan) olmakla vâkı' (olmuş) olur. Meselâ güzel kokusu olan bir kâğıt parçasını ceplerinde saklarlar. Kokusu zâil (gidip yok) olunca, artık cepte taşımayı kerîh görüp (çirkin görüp) atarlar. Velhâsıl (kısaca) kerâhet, (iğrenç, kötü görmeklik) bu beş sebep tahtında (altında) vâkı' (olmuş) olur. Vücûdda (varlıkta) bu zikr olunan (anlatılan) sebeplerden gayrı (başka) altıncı bir sebep yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı) kâinâtta bir vecihden (yönden) mezmûm olan (yerilen, kötülenen) şey diğer vecihden (yönden) mahmûddur (beğenilir, övülür). /

Vâktâki emr, bizim takrîr ettiğimiz gibi, habîse ve tayyîbe münkasim oldu, ona habîs değil, tayyib sevdirildi. Ve bu neş'et-i unsuriyyede ta'fîn olduğu için melâikeyi revâyıh-ı habîse ile müteezzî olmalarıyla vasf eyledi. Zîrâ o hame-i mesnûn, ya'nî müteğayyiru'r-rîh bulunan salsâldan mahlûktur. Binâenaleyh melâike bizzât onu kerîh görür. Nitekim, necâset böceğinin mizâcı, gül kokusu ile mutazarrır olur; halbuki o revâyıh-ı tayyibedir. Böyle olunca gül kokusu, necâset böceğinin indinde, güzel koku değildir. Ve ma'nen ve sûreten bu mizâcın misli üzerine vâkı' olan kimse, hakkı istimâ' ettiği vakit, ona zarar verir ve bâtıl ile mesrûr olur. Ve o dahi, Hak Teâlâ'nın    بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللَّهِ وَالَّذِينَ آمَنُوا    (Ankebût. 29/52) kavlidir. Ve onları hüsrân ile vasf eyledi. Binâenaleyh    ( الَّذِين خَسِرُواَ اَنْفُسَهُم )    أُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ    (Ankebût, 29/52) buyurdu. Zîrâ tayyibi habîsten temyîz etmeyen kimsenin idrâki yoktur (22).

Ya'nî bâlâda (yukarıda) zikrolunduğu (anlatıldığı) üzere emr-i vücûd, (vücut hususu) habîs (kötü, pis) ve tayyib (iyi, temiz) kısımlarına münkasim (ayrılmış) oldukda, (S.a.v.) Efendimiz'e emr-i vücûdun (vücut hususunun) bu iki kısmından habîs (çirkin olan) değil, tayyib (güzel olan) sevdirildi. / Ve bu neş'et-i unsuriyyede (unsurdan neydana gelmiş varlıklarda) taaffün (kötü koku çıkarma) mevcûd olduğu için, (S.a.v.) Efendimiz, melekleri fenâ kokular ile müteezzî (rahatsız, muzdarip) olmalarıyla vasf eyledi (vasıflandırdı). Zîrâ (çünkü) cesed-i Âdem, (insanın cesedi) kokmuş kara topraktan mütehassıl (meydana gelmiş) tıyn-ı yâbisten (topraktan) halk olunmuştur. (yaratılmıştır) Binâenaleyh (bundan dolayı) melâike (melekler) bizzât bu neş'et-i unsuriyyede (varlığa gelmiş unsur birimlerde) olan taaffünü (fena koku çıkarmasını)  kerîh (çirkin) görür. Zîrâ (çünkü) melâikenin (meleklerin) neş'eti (varlığa gelişi), neş'et-i nûriyyedir (nurdan kaynaklanmaktadır) Bunun için bir mü'min, melâike-i kirâmın (yüce, büyük meleklerin) mûcib-i istikrâhı (tiksinmelerine sebep) olmamak üzere cesedini (bedenini) ve libâsını (elbisesini) tathîr etmek (temizlemek) ve dâimâ abdestli bulunmak ve güzel kokular sürünmek lâzımdır. Ve melâike (melekler) nasıl fenâ kokulardan müteezzî (sıkılır, rahatsız) olursa, necâset (pislik) böceği dahi onların aksi olarak, gül kokusu ile mutazarrır (rahatsız) olur. Halbuki gül kokusu, güzel kokulardandır. Binâenaleyh (bundan dolayı) necâset (pislik) böceği, mâdemki bundan mutazarrır (zarar görüyor, rahatsız) oluyor, şu halde gül kokusu, onun indinde (katında) güzel koku değildir. Ve ma'nen (manevi olarak) ve sûreten (suret olarak) mizâcı (yaratılışı), necâset (pislik) böceğinin mizâcına (yaratılışına) benzeyen kimse, hakkı dinlediği vakit, ondan mutazarrır (rahatsız olur) ve müteezzî olur (sıkılır); ve bâtıl (boş, beyhude şeyler) ile mesrûr (mutlu) olur. Haktan müteezzî (rahatsız olan, sıkılan) ve bâtıldan (boş, beyhude şeylerden) mesrûr (memnun, mutlu) olan kimseler hakkında Hak    بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللَّهِ وَالَّذِينَ آمَنُوا    (Ankebût, 29/52) ya'nî "Şunlar ki bâtıla mü'min oldular ve Allah Teâlâ'ya kâfir oldular" buyurdu. Ve onları hüsrân (umduklarını bulamamak) ile vasf ederek (vasıflandırarak)    ( الَّذِين خَسِرُواَ اَنْفُسَهُم ) أُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ    (Ankebût, 29/52) ya'nî “İşte onlar, nefîslerine hüsrân (zarar) ve ziyân eden, hâsirûndur” (zarar ve ziyana uğrayanlardır) dedi. Zîrâ (çünkü) iyiyi fenâdan temyîz etmeyen (ayıramayan) kimsenin idrâki yoktur.

               هين از او بكريز اكر چه معنويست                نقد را از قلب نشناسد غويست           

                در يقين دعوى كند او در شكيست             رسته و بر بسته پيش او يكي است            

               چو نش اين تمييز نبود احمق است               اينچنين كس كر زكي مطلق است              

/Tercüme "Mübtelâ-yı enâniyyet (benliğine düşkün) olan kimse, nakdi (gerçek parayı) kalbdan (sahtesinden) temyîz etmez (ayıramaz) bir gümrâhdır (yolunu şaşırmış, şaşkındır). Âgâh (bilgili, uyanık) ol, her ne kadar o ma'nevî ise de ondan kaç! Neşv ü nemâsı (yetişip gelişmesi) olanla olmayan, onun önünde birdir. O her ne kadar yakîn (kesin doğru bildiğini) da'vâ (iddia) ederse de, şekk (şüphe) içindedir. Eğer böyle bir kimse, halk nazarında (görüşünde) zekî-i mutlak (tam zeki) ise' de, mâdemki onun bu temyîzi (ayırt edebilme özelliği) yoktur, o kimse ahmaktır."

Devam Edecek