BU FASS
KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"'
BEYÂNINDADIR.
İmdi
(buna göre) Hakk'ın
rahmeti her şeye vâsi'dir
(boldur, geniştir) denildiği vakit, esmâ-i
ilâhiyye (ilahi isimler)
dahi "her şey" ta'bîri
(deyimi) tahtına
(altına) dâhil olur
(girer).Zîrâ
(çünkü) esmâ-i
ilâhiyye (ilahi isimler)
dahi "eşyâ"dandır
(şeylerdendir) ve esmâ-i ilâhiyye
(ilahi isimler) ise,
Rahmân isminin hakîkati olan ayn-ı vâhideye
(tek hakikate)
râci'dir (aittir).
Ve Rahmân ismi, ism-i câmi'dir
(bütün isimleri kendinde
toplayandır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allâh'ın rahmetinin muhît
olduğu (ihata ettiği,
kuşattığı) en evvelki şey, rahmet-i zâtiyye
(zatî rahmet) ile
rahmet-i sıfâtiyyeyi (sıfatî
rahmetleri) icâd eden
(yaratan) o ayn-ı
vâhidenin (tek hakikatin)
şey'iyyetidir. Zîrâ
(çünkü) hazret-i
ilâhiyye (ilahi mertebe)
kâffe-i sıfât ve esmâ
(bütün isimler ve sıfatlar)
ile / zâttan ibâret olduğundan esmâ
(isimlere) ve sıfâta
(sıfatlara)
nazaran (göre) "küll-i
mecmûî" (toplanmış bir bütün)
olan ayn-ı vâhidedir
(tek hakikattir).
Ve bu "küll-i mecmûî"
(toplanmış,
cem’ olmuş bütün)
o ayn-ı
vâhidenin (tek hakikatin)
şey'iyyetidir. Ve Rahmân ismi, cemî'-i esmâyı
(bütün isimleri)
muhît olduğu (ihata ettiği,
kapsadığı) cihetle
(dolayısıyla),
bu ayn-ı vâhide
(tek hakikat), bu
Rahmân isminin hakîkati olur. Ve arş-ı vücûd
(varlığın göğü)
üzerine müstevî olan (istivâ
eden,
kaplayan)
Rahmân'dır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur
الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى
(Tâhâ, 20/5). Ve bu arş-ı vücûd
(varlığın arşı) ,
Hakk'ın nefes-i
rahmânîsi (rahmanın nefesi) ile tenfîs ettiği
(nefes verdiği) hakîkat-i Muhammediyyedir
(Muhammedi hakikattir)
ki, bi'l-cümle (bütün)
hakâyık-ı rûhâniyye
(ruhani hakikatleri)
ve cismâniyyeyi
câmi'dir (toplamıştır).
Şu halde, bu arş-ı vücûdun
(varlığın çatısı)
taht-ı hîtasında (ihatası
altında) olup da kendisinde rahmet isâbet
etmemiş (erişmemiş)
bulunan hiç bir şey yoktur. Hattâ, bu rahmette,
İblîs bile dâhildir. Çünkü mevcûd olmuştur ve her mevcûd
olan, merhûmdur (rahmetlenmiştir).
Şu kadar ki bu
rahmet, rahmet-i zâtiyye-i âmmedir.
(zatın bütün varlıklara olan
(genel) rahmetidir)
/Muhakkak Hak Teâlâ tıybi, bu iltihâm-ı nikâhîde, berâet-i
Âişe hakkında kıldı. Binâenaleyh "Habîsât habîslere ve
habîsler habîsâta ve tayyibât tayyiblere ve tayyibler
tayyibâta mahsûstur. Onlar dedikleri şeyden beridirler"
(Nûr, 24/26) buyurdu. İmdi onların revâyihıni tayyib
kıldı. Zîrâ kavl nefestir ve o, râyihanın aynıdır. Böyle
olunca nutuk sûretinde onunla zâhir olduğu şey hasebi
üzere, tayyib ve habîs ile hurûc eder. İmdi hû'-i ilâhî
olduğu haysiyyetten hepsi tapyibdir. Ve mahmûd ve mezmûm
olduğu hapsiyyetten, o tayyib ve habîstir. Binâenaleyh
sarımsak hakkında: "O, bir nebâttır ki, ben onun
kokusunu kerîh görürüm" buyurdu ve "Ben onu kerîh
görürüm" demedi. Böyle olunca "ayn" mekrûh kılınmaz ve
belki ondan zâhir olan şep mekrûh kılınır. Ve kerâhet,
bundan dolayı ya örfendir ya tab'a mülâyim
olmamasıyladır; yâhut garazla ya şer' ile ya kemâl-i
matlûbdan naks iledir. Ve bizim zikrettiğimiz şeyin
gayri vâkı' değildir (21)
Ya'nî
Hak Teâlâ hazretleri "tıyb"i
(güzel kokuyu) erkek ile kadın arasında vâkı' olan
(gerçekleşen) bu
nikâh-ı şehâdîde (nikah
şahitliğinde)
ümmü'l-mü'minîn
(müminlerin anası) Hz. Âişe (r.a)nın berâeti
(temize çıkması, aklanması)
hakkkında ist'imâl buyurdu
(kullandı). وَالطَّيِّبَاتُ
لِلطَّيِّبِينَ وَالطَّيِّبُونَ لِلطَّيِّبَاتِ
الْخَبِيثَاتُ لِلْخَبِيثِينَ وَالْخَبِيثُونَ
لِلْخَبِيثَاتِ
(Nûr, 24/26) Âyet-i kerîmesini inzâl eyledi
(indirdi).
Ve cenâb-ı Âişe (r.anhâ)ya sü'-i zan
(kötü zan) eden,
zalemeye (zalimlere)
karşı tayyîbe (faziletli,
temiz) olan Hz. Âişe'nin tayyib
(faziletli, temiz)
olan Resûl (s.a.v.)’e mahsûs olduğunu beyân etti
(bildirdi).
Ve bu berâeti
(aklanması) مِمَّا
يَقُولُونَ
أُوْلَئِكَ مُبَرَّؤُونَ
(Nûr, 24/26) kavliyle
(sözleriyle) bi'l-cümle
(bütün) ezvâc-ı
mutahharâta (temiz, iffetli
zevceleri (Hz. Muhammed’in eşlerini) teşmîl
eyledi (kapsadı).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) tayyib
(iffetli, faziletli)
olanların revâyihını (güzel
kokularını),
ya'nî kavillerini
(sözlerini) tayyib
(iyi, temiz) kıldı.
Zîrâ (çünkü)
tayyib (iffetli, temiz)
olan kimseler, kelime-i tayyibe,
(güzel, temiz kelimeler)
ya'nî / doğru söz söylerler. Ve habîs
(kötü, alçak)
olan kimseler ise kelime-i habîse
(kötü, temiz olmayan kelimeler)
ya'nî yalan söz söylerler. Ve bu âyet-i
kerîme ile sâbit olur
(anlaşılır ki) ki, ümmü'l-mü'minîn
(müminlerin anası)
Âişe (r.anhâ) aleyhinde her ne sûretle
(şekilde) olursa
olsun ta'n edenler
(kınayanlar) habîstir
(kötüdür).
Zîrâ
(çünkü) o tayyibdir
(temizdir) ve
tayyib (temiz)
olan Resûl'e mahsûstur (aittir). Ve onun hakkında
kavl-i habîs (kötü söz)
söyleyenlerin kendileri habîstir
(kötüdür).
Zîrâ
(çünkü) kavli-i habîs
(kötü söz) habis
(kötü) olan
kimselere mahsûstur (aittir).
İmdi
(buna göre) Hak Teâlâ
tayyib (temiz)
olanların kavillerini,
(sözlerini) ki onların revâyihıdır
(kokularıdır),
tayyib (temiz)
kıldı. Çünkü kavl
(söz) nefestir ve nefes ise, râyihanın
(kokunun) aynıdır.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
nefes, nutuk
(konuşmak) sûretinde
(şeklinde) zâhir
olduğu (meydana çıktığı)
vakit, tayyib
(temiz) olan kimseden tayyib
(temiz) ve habîs
(pis, kötü) olan
kimseden dahi, habîs (pis,
kötü) olarak hurûç eder
(çıkar).
Fakat nefes hadd-i zâtında
(aslında) hû'-i
ilâhî, ya'nî nefes-i ilâhî
(Hakk’ın nefesi) olmak i'tibâriyle
(bakımından) onun
kâffesi (hepsi)
tayyibdir (temizdir).
Ancak müteneffisin
(nefes verenin)
hâline nazaran (göre)
mahmûd (beğenilmiş)
ve mezmûm
(beğenilmemiş) olur. Ve mahmûd olduğu
(beğenildiği) vakit,
tayyib (temiz, hoş)
ve mezmûm olduğu
(beğenilmediği) vakit dahi habîs
(kötü, çirkin) denir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
nefesin medh
(övülmesi) ve zemmi
(kötülenmesi),
mahallin (yerin)
ahvâline
(hallerine) taalluk eden
(bağıntılı olan) bir
keyfiyyetten (hususiyetten)
ibârettir. Nitekim, (S.a.v.) Efendimiz
sarımsak hakkında: "Ben onu kerîh
(iğrenç, kötü)
görürüm" demeyip "O bir nebâttır
(bitkidir) ki, ben
onun kokusunu kerîh (kötü)
görürüm" buyurdu. Böyle olunca bir şeyin "ayn"ını
(hakikatini) ve
zâtını mekrûh kılmak (iğrenç
bulmak, kötülemek) câiz
(doğru) değildir.
Belki onun "ayn"ından
(zatından, hakikatinden) zâhir olan
(meydana çıkan) şey
mekrûh kılınır (kötülenir).
Zîrâ
(çünkü) râyiha
(kokular) o aynın
(zatın) vücûduyla
(varlığıyla) kâim
(mevcut) olan bir
arazdır (sıfattır).
Ve (S.a.v.)
Efendimiz "Sarımsağın kokusunu ben kerîh
(kötü) görürüm"
buyurarak, istikrâhı (kötü
görmeyi) nefs-i nefîslerine
(kendi nefislerine)
izâfet buyurduğu (bağıntılı
kıldıkları) için, kerâhetin
(kerihliği, kötü görmeği)
emr-i nisbî (göreli,
göreye göre olan bir husus) olduğu anlaşıldı.
İşte bu
sebeple kerâhet (kötü görmek)
ya örfen (gelenek,
âdet üzere) olur; ya'nî bir şey bir kavmin
örfünde (geleneğinde)
kerîh (kötü)
olur ve diğer bir kavmin örfünde
(âdetinde) kerîh
(kötü) olmaz. Meselâ
Çinliler yumurtayı koktuktan sonra / yerler. Akvâm-ı
sâire (diğer milletlerin)
indinde (yanında)
kokmuş yumurta kerihtir
(iğrençtir).
Veyahut kerâhet
(iğrençlik) tab'a
(yaratılışına)
mülâyim (uygun, hoş)
gelmemesinden dolayı vâkı'
(olmuş) olur Meselâ
ba'zı kimseler süt, kaymak ve peynir gibi şeylerden
istikrâh edip (tiksinip)
aslâ ağızlarına koymazlar. Ve kezâ
(aynı şekilde) tütün,
içenlere hoş ve içmeyenlere nâhoş gelir. Veyâhut kerâhet,
(iğrençlik) bir
kimsenin garazına (maksadına,
isteğine) muvâfık
(uygun) gelmediği için olur. Meselâ sû'-i
ahlâk (kötü ahlak)
ile muttasıf olan
(vasıflanan) bir kimseye, hüsn-i ahlâka
(güzel ahlaka)
müteallık (dair)
söz söylense, bu sözler onun garazına
(niyetine) muvafık
(uygun) olmadığı
için, kerîh (çirkin)
görüp yine kendi bildiğini yapar. Hâlbuki bu sözler,
hüsn-i ahlâk (güzel ahlak)
ile ittisâf
(vasıflanma) kasdında
(niyetinde) bulunan
kimselere muvâfık (uygun) gelir. Veyâhut kerâhet
(iğrençlik),
şer’a (şeriate)
mugâyir (aykırı)
olmaktan nâşî
(dolayı) vâkı'
(olmuş) olur. Halbuki bir şerîatte mekrûh
olan (yapılması hoş
görülmeyen) bir şey, diğer bir şerîatte
mekrûh (kötü)
değildir. Veyâhut bu kerâhet,
(kerihlik, kötü görmek)
bir şeyde aranılan kemâl
(mükemmellik),
o şeyde nâkıs
(noksan) olmakla vâkı'
(olmuş) olur. Meselâ
güzel kokusu olan bir kâğıt parçasını ceplerinde
saklarlar. Kokusu zâil (gidip
yok) olunca, artık cepte taşımayı kerîh görüp
(çirkin görüp)
atarlar. Velhâsıl (kısaca)
kerâhet, (iğrenç,
kötü görmeklik) bu beş sebep tahtında
(altında) vâkı'
(olmuş) olur. Vücûdda
(varlıkta) bu zikr
olunan (anlatılan)
sebeplerden gayrı (başka)
altıncı bir sebep yoktur. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
kâinâtta bir vecihden
(yönden) mezmûm olan
(yerilen, kötülenen)
şey diğer vecihden (yönden)
mahmûddur
(beğenilir, övülür). /
Vâktâki
emr, bizim takrîr ettiğimiz gibi, habîse ve tayyîbe
münkasim oldu, ona habîs değil, tayyib sevdirildi. Ve bu
neş'et-i unsuriyyede ta'fîn olduğu için melâikeyi
revâyıh-ı habîse ile müteezzî olmalarıyla vasf eyledi.
Zîrâ o hame-i mesnûn, ya'nî müteğayyiru'r-rîh bulunan
salsâldan mahlûktur. Binâenaleyh melâike bizzât onu
kerîh görür. Nitekim, necâset böceğinin mizâcı, gül
kokusu ile mutazarrır olur; halbuki o revâyıh-ı
tayyibedir. Böyle olunca gül kokusu, necâset böceğinin
indinde, güzel koku değildir. Ve ma'nen ve sûreten bu
mizâcın misli üzerine vâkı' olan kimse, hakkı istimâ'
ettiği vakit, ona zarar verir ve bâtıl ile mesrûr olur.
Ve o dahi, Hak Teâlâ'nın
بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللَّهِ
وَالَّذِينَ آمَنُوا
(Ankebût. 29/52) kavlidir. Ve onları hüsrân ile vasf
eyledi. Binâenaleyh
(
الَّذِين خَسِرُواَ اَنْفُسَهُم
)
أُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
(Ankebût, 29/52) buyurdu. Zîrâ tayyibi habîsten temyîz
etmeyen kimsenin idrâki yoktur (22).
Ya'nî
bâlâda (yukarıda)
zikrolunduğu (anlatıldığı)
üzere emr-i vücûd,
(vücut hususu) habîs
(kötü, pis) ve
tayyib (iyi, temiz)
kısımlarına münkasim
(ayrılmış) oldukda, (S.a.v.) Efendimiz'e emr-i
vücûdun (vücut hususunun)
bu iki kısmından habîs
(çirkin olan) değil,
tayyib (güzel olan)
sevdirildi. / Ve bu neş'et-i unsuriyyede
(unsurdan neydana gelmiş
varlıklarda) taaffün
(kötü koku çıkarma)
mevcûd olduğu için, (S.a.v.) Efendimiz, melekleri fenâ
kokular ile müteezzî
(rahatsız, muzdarip)
olmalarıyla vasf eyledi
(vasıflandırdı).
Zîrâ (çünkü)
cesed-i Âdem,
(insanın cesedi) kokmuş kara topraktan
mütehassıl (meydana gelmiş)
tıyn-ı yâbisten
(topraktan)
halk olunmuştur.
(yaratılmıştır) Binâenaleyh
(bundan dolayı)
melâike (melekler)
bizzât bu neş'et-i unsuriyyede
(varlığa gelmiş unsur
birimlerde) olan taaffünü
(fena koku çıkarmasını)
kerîh (çirkin)
görür. Zîrâ (çünkü)
melâikenin
(meleklerin) neş'eti
(varlığa gelişi),
neş'et-i nûriyyedir
(nurdan kaynaklanmaktadır)
Bunun için bir mü'min, melâike-i kirâmın
(yüce, büyük meleklerin)
mûcib-i istikrâhı
(tiksinmelerine sebep)
olmamak üzere cesedini
(bedenini) ve
libâsını (elbisesini)
tathîr etmek (temizlemek)
ve dâimâ abdestli bulunmak ve güzel kokular
sürünmek lâzımdır. Ve melâike
(melekler) nasıl fenâ
kokulardan müteezzî (sıkılır,
rahatsız)
olursa, necâset (pislik)
böceği dahi onların aksi olarak, gül kokusu
ile mutazarrır (rahatsız)
olur. Halbuki gül kokusu, güzel
kokulardandır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) necâset
(pislik) böceği,
mâdemki bundan mutazarrır
(zarar görüyor, rahatsız)
oluyor, şu halde gül kokusu, onun indinde
(katında) güzel koku
değildir. Ve ma'nen (manevi
olarak) ve sûreten
(suret olarak) mizâcı
(yaratılışı),
necâset (pislik)
böceğinin mizâcına
(yaratılışına)
benzeyen kimse, hakkı dinlediği vakit, ondan mutazarrır
(rahatsız olur)
ve müteezzî olur (sıkılır);
ve bâtıl (boş,
beyhude şeyler) ile mesrûr
(mutlu) olur. Haktan
müteezzî (rahatsız olan,
sıkılan) ve bâtıldan
(boş, beyhude şeylerden)
mesrûr (memnun, mutlu)
olan kimseler hakkında Hak
بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللَّهِ
وَالَّذِينَ آمَنُوا
(Ankebût, 29/52) ya'nî "Şunlar ki bâtıla mü'min oldular
ve Allah Teâlâ'ya kâfir oldular" buyurdu. Ve onları
hüsrân (umduklarını
bulamamak) ile vasf ederek
(vasıflandırarak)
( الَّذِين خَسِرُواَ
اَنْفُسَهُم )
أُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
(Ankebût, 29/52) ya'nî “İşte onlar, nefîslerine hüsrân
(zarar) ve ziyân
eden, hâsirûndur” (zarar ve
ziyana uğrayanlardır) dedi. Zîrâ
(çünkü) iyiyi fenâdan
temyîz etmeyen (ayıramayan)
kimsenin idrâki yoktur.
هين از او
بكريز اكر چه معنويست
نقد را از قلب نشناسد غويست
در يقين
دعوى كند او در شكيست
رسته و بر بسته پيش او يكي
است
چو نش اين
تمييز نبود احمق است
اينچنين كس كر زكي مطلق است
/Tercüme "Mübtelâ-yı enâniyyet
(benliğine düşkün)
olan kimse, nakdi (gerçek
parayı) kalbdan
(sahtesinden) temyîz etmez
(ayıramaz) bir
gümrâhdır (yolunu şaşırmış,
şaşkındır).
Âgâh (bilgili, uyanık)
ol, her ne kadar o ma'nevî ise de ondan kaç!
Neşv ü nemâsı (yetişip
gelişmesi) olanla olmayan, onun önünde
birdir. O her ne kadar yakîn
(kesin doğru bildiğini) da'vâ
(iddia) ederse de,
şekk (şüphe)
içindedir. Eğer böyle bir kimse, halk nazarında
(görüşünde) zekî-i
mutlak (tam zeki)
ise' de, mâdemki onun bu temyîzi
(ayırt edebilme özelliği)
yoktur, o kimse ahmaktır."
Devam Edecek |