BU FASS
KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"'
BEYÂNINDADIR.
İmdi
Resûlullah (s.a.v.)e, her şeyden ancak tayyib
sevdirildi. Halbuki vücûdda ancak o vâkı'dir. Ve âlemde
bir mizâc mevcûd olsun ki, her şeyden ancak tayyibi
bulsun ve habîsi bilmesin, tasavvur olunur mu, yoksa
olunmaz mı? Biz, bu olmaz deriz. Zîrâ biz kendisinden
âlem olan asılda, onu bulmadık ve o Hak'tır. İmdi biz
O'nu kerîh görür ve muhabbet eder bulduk. Halbuki "habîs",
ancak mekrûh kılınan ve "tayyib" ancak sevilen şeydir.
Ve âlem sıfat-ı Hak üzerinedir. İnsan ise, iki sûret
üzerinedir. Binâenaleyh âlemde, her şeyden ancak emr-i
vâhidi idrâk eden bir mizâc bulunmaz. Belki zevk ile
habîs ve bi-gayr-i zevk tayyib olduğunu / bilmekle
berâber, habîsten tayyibi idrâk eden bir mizâc bulunur.
Böyle olunca ondan tayyibin idrâki, onun hubsünü
ihsâstan onu işgâl eder. Bu az vâkı' olur. Velâkin
âlemden, ya'nî kevnden, hubsün ref’i muhakkak sahîh
değildir. Ve habîs ve tayyibde Allâh'ın rahmeti vardır.
Ve habîs kendi nefsi indinde tayyibdir ve tayyib olan
şey onun indinde habîstir. Binâenaleyh vücûdda, bir
vechile emziceden bir
mizac hakkında habîs olmayan bir şey yoktur.
Ve aks ile de böyledir (23).
Ya'nî
mâdemki vücûdda (varlıkta)
"tayyib" (güzel)
ve "habîs"
(çirkin) nisbetleri
(vasıfları) vardır ve
bu iki nisbetin (vasfın)
ayrı ayrı erbâbı (rabları)
mevcûddur, şu halde (S.a.v.) Efendimiz'e
ancak her şeyden tayyib (iyi,
güzel olan) sevdirildi. Zîrâ
(çünkü) (S.a.v)
Efendimiz rûhen (ruh olarak)
ve ceseden, (beden
olarak) tayyib
(temiz) olduğu cihetle, vücûdda
(varlıkta) vâkı'
(olmuş) olan bu iki
nisbetten (vasıftan)
ancak tayyibe (temiz, iyi
olana) muhabbet edeceği
(sevgi duyacağı)
tabîîdir. Esâsen (aslında)
tayyib (iyi,
temiz) ve habîs
(kötü, çirkin) nisbetleri
(vasıfları) a'yân-ı
kevniyyeye (açığa çıkmış
kevni suretlere)
taalluk ettiği (bağıntılı
olduğu) cihetle
(dolayısıyla), vücûd-i
mutlakın (kayıtsız varlığın)
bu mertebe-i kesîfinden
(kesif, koyu mertebesinden)
kat'-ı nazâr, (sarfı
nazar edip)
hakîkate rücû' olundukda
(dönüldüğünde), bu
nisbetler (sıfatlar)
mürtefi' olur (kalkar).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu
nisbetler (sıfatlar)
âlem-i kesâfette (kesif,
madde âlemde) sâbittir
(mevcuttur).
Ve bu âlemden hubs
(pislik, kötülük)
nisbeti (vasıfları)
kalkamaz.
Eğer
suâl olunursa (soru
sorulursa) ki, âlemde
(dünyada),
her şeyde tayyibden
(iyilikten, güzellikten)
başka bir şey görmeyen ve habîsi
(kötüyü, çirkini)
bilmeyen bir mizâc
(yaradılış) mutasavver midir, değil midir?
(düşünülebilinir mi? Düşünülemez
mi?) Biz cevâben
(cevap olarak) deriz ki, böyle bir mizâc
(yaradılış, huy)
tasavvur olunmaz (düşünülmez).
Zîrâ (çünkü)
âlem kendisinden zâhir olan
(meydana gelen)
asılda, ya'nî
Hak'ta, biz onu görmedik. Binâenaleyh
(bundan dolayı) biz
Hakk'ı, kerîh (kötü, iğrenç)
görür ve muhabbet eder
bir halde bulduk. Fakat Hakk'ın kerîh
(iğrenç, kötü)
görmesi ve muhabbet etmesi
makâm-ı cem'a (cem
makamına) nazaran
(göre) değil, belki mezâhir
(görüntü yerleri (birimler)
hakkındadır. Zîrâ
(çünkü) Hak, her bir şeyin vücûduna muhabbet
edip, onu irâde
buyurmuş (istemiş)
ve icâd eylemiştir /
(yaratmıştır). Burada icâd
(yaratma),
tayyib (iyi)
ve habîse (kötüyü)
şâmildir (kapsar).
Ve kerâhet
(çirkinlik, fenalık) ise âleme mensûb
(ait) sıfâttandır.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur
وَمَن يُشَاقِقِ اللّهَ وَرَسُولَهُ
(Enfâl, 8/13) ve
اللّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ
(Bakara, 2/15). ve
وَمَكَرُواْ وَمَكَرَ اللّهُ
(Âl-i İmrân, 3/54). Ve "meşakkat"
(zahmet, sıkıntı) ve
"istihzâ" (eğlenmek, alay
etmek) ve "mekr"
(hile, aldatma) bu âlem-i kesâfette
(kesif, madde âlemde (dünyada) )
mütezâhir olan
(ortaya çıkan) şuûnâttandır;
(hadiselerdendir) ve
Hak bunları kerîh (kötü, çirkin) görür. Ve kezâ (aynı
şekilde) Hak muhabbet eder
(sever).
Nitekim buyurur:
وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
(Âl-i İmrân, 3/134) ve
إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
(Âl-i İmrân, 3/159) ve
إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
(Tevbe, 9/4). Ve "İhsân"
(iyilik etme, bağışlama) ve "tevekkül"
(işi Allah’a bırakıp, kadere
razı olma) ve "ittikâ"
(Allah’tan korkma, sakınma)
kezâlik (aynı
şekilde) bu âlemde
mütezâhir olan
(görünen) sıfâttandır
(sıfatlardandır).
Hâlbuki habîs
(kötü) olan şey, ancak mekrûh kılınan
(yapılması hoş karşılanmayan)
ve tayyib (iyi)
olan şey dahi, ancak sevilen şeydir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
âlemde (evrende)
mevcûd olan sıfâttan
(sıfatlardan)
ba'zıları habîs (kötü)
ve ba'zıları tayyibdir
(iyidir).
Ve habîs (kötü)
ba'zı mizâca
göre tayyib (iyi)
ve tayyib (iyi)
dahi ba'zı mizâca
göre habîstir
(kötüdür).
Ve âlem Hakk'ın sıfatı üzerinedir. Hak bi'lcülme
(bütün) şuûnâtı
(fiilleri, işleri)
câmi' olduğu (kendinde
topladığı) gibi âlem
(evren) dahi câmi'dir
(kendinde toplamıştır).
İnsan ise Hakk'ın ve âlemin
(evrenin) sûreti
üzerine mahlûktur
(yaratılmıştır).
Hakk'ın sûreti üzerine olması hasebiyle
(dolayısıyla) bi'l-cümle
(bütün) sıfât-ı
ilâhiyyenin (ilahi
sıfatların) meclâsıdır
(aynasıdır).
Ve âlemin
(evrenin) sûreti üzerine olması hasebiyle
(dolayısıyla) de
habîsi (kötüyü, pisi)
ve tayyibi (iyiyi,
temizi) câmi'dir
(kendinde toplamıştır).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
âlemde (dünyada)
her şeyden ancak emr-i vâhidi
(tek şeyi),
ya'nî yâ kâmilen
(tam olarak) tayyibi
(iyiyi) veyâhut
kâmilen (tam olarak)
habîsi (kötüyü)
idrâk eden bir mizâc
(yaradılış) bulunmaz. Belki âlemde,
habîs (kötü, pis)
olan şeyden, tayyibi
(iyiyi) idrâk eden
veyâhut bir şeyin habîs
(kötü, pis) olduğunu bilmekle berâber o şeyin
zevk ile habîs (kötü)
ve bi-gayr-i zevk
(zevksiz)
tayyib (iyi)
olduğunu idrâk eyleyen bir mizâc
bulunur. Şu halde habîs
(kötü) olan şeyden
tayyibi (iyiyi)
idrâk eden mizâc,
o şeyin habîsi (kötüsü)
ile meşgûl olmaz. Tayyibin
(temizin) idrâki, o
şeyin hubsünü (pisliğini)
idrâk etmekten o mizâcı meşgûl kılar. Meselâ
ekli (yenmesi)
muzır (zararlı) ve
manzarası (görünüşü)
latîf (güzel)
olan bir nebât (bitki),
zevk ile habîstir
(kötüdür) ve bi-gayr-i
zevk (zevksiz)
tayyibdir (güzeldir).
Onun manzara-i latîfi
(görünüşünün hoş olması)
ile zihin meşgûl / olduğu vakit, hubsünü
(iğrençliğini) idrâk
ile meşgûl değildir. Nitekim meşâyihdan
(şeyhlerden) bir zât-ı
şerîf (mübarek zat)
mürîdânıyla (müridleriyle)
berâber giderken yolda bir lâşe
(leş) görürler. Cenâb-ı
şeyh "Şu hayvanın ne kadar beyâz ve güzel inci gibi
dişleri vardır" buyurur. Halbuki lâşe
(leş) habîstir
(pistir).
Cenâb-ı şeyh bu habîste
(kötüde) tayyibi
(iyiyi) idrâk
etmiştir. Velâkin (fakat) bu mizâc âlemde
(dünyada),
az vâkı' olur
(rastlanır). Zîrâ
(çünkü) mizâcın
kısm-ı küllîsi
(tamamından bir kısmı) tab'a
(tabiata) mülâyim
(hoş) gelmeyen şeyi
habîs (kötü) ve
mülâyim (hoş)
gelen şeyi tayyib (iyi,
güzel) görür. Ve meselâ yılan habîs
(kötü) bir hayvandır.
Maahâzâ (böyle iken)
ba'zılarının cildi
(derisi) o kadar latîf
(güzel, hoş) bir
renge mâliktir (sahiptir)
ki, onun hubsünden
(kötülüğünden) kat'-ı
nazar (hesaba katılmaz,
sarfınazar)
olunursa, kemâl-i zevk (tam
bir zevk) ile temâşâ olunur
(seyredilir).
Fakat o hayvandan mutazarrır olmaksızın
(zarar görmeksizin)
onun letâfet-i cildini (derisinin güzelliğini) temâşâ edebilecek
(seyredebilecek)
mizâc nâdirdir.
Bu
îzâhâttan (açıklamalardan)
anlaşılıyor ki, kevnden,
ya'nî âlemden, hubsün
(pisliğin, kötülüğün)
bi'lküllîyye (tamamen)
ref’i
(kaldırılması) sahîh
(doğru, sağlıklı)
değildir. Çünkü emzice
(huylar, tabiatlar) muhteliftir
(çeşitlidir).
Birine mülâyim
(uygun, hoş) gelen şey, diğerine mülâyim
(hoş) gelmez. Ve
mülâyim (hoş)
tayyib (iyi) ve nâ-mülâyim
(hoşa gitmeyen)
habîs (pis, çirkin)
olunca, elbette âlemden hubsün
(pisliğin, kötülüğün)
kaldırılması mümkün olmaz. Ve habîs
(kötü) ve tayyib
(iyi) olan şeylerde
Allah'ın rahmeti sârîdir
(yayılmıştır).
Zîrâ (çünkü)
her iki nisbet
(vasıf) dahi âlem-i kevnde
(kozmik âlemde)
mevcûd olmuştur. Ve her mevcûd olan şey ise, merhûmdur
(rahmetlenmiştir).
Ve habîs (kötü)
kendi nefsi indinde
(katında) tayyibdir
(iyidir).
Ve tayyib
(iyi) olan şey, o
habîsin (kötünün)
indinde (katında)
habîstir (kötüdür).
Meselâ insanın tükürüğü insana nisbetle
(göre) tayyibdir
(temizdir) ve yılana
nisbetle (göre)
semm (zehir)
olduğundan onun indinde
(katında) habîstir
(kötüdür).
Ve kezâ
(aynı şekilde)
yılanın zehri, ona nisbetle
(göre) sebeb-i hayâttır
(hayatta kalma sebebidir);
fakat insana nisbetle
(göre) kâtı'-ı
hayâttır (hayatın bitmesidir).
Şu halde vücûdda
(varlıkta),
emziceden (mizaçlardan)
bir mizâc
hakkında, bir vech
(sebep) ile habîs
(kötü) ve bir vech
(sebep) ile tayyib
(iyi) olmayan bir şey
yoktur. Böyle olunca kevnde
(evrende) habis-i mutlak
(yalnız, sırf kötü)
ile tayyib-i mutlak (yalnız,
sırf iyi) mutasavver değildir
(düşünülemez). /
Ve
kendisi ile ferdiyyet kâmil olan üçüncüye gelince,
"namaz"dır. Binâenaleyh "Benim kurret-i aynım namazda
kılındı" buyurdu. Zîrâ o müşâhededir. Bu da Allah ile
abdi beyninde münâcâttır. Nitekim
فَاذْكُرُونِي
أَذْكُرْكُمْ
(Bakara. 2/152) ya'nî "Beni zikrediniz, tâ ki ben de
sizi zikredeyim" buyurdu. Ve o, Allah ile abdi arasında
iki nısf üzere ibâdet-i maksûmedir. Binâenaleyh onun
yarısı Allâh'a ve yarısı abde mahsûstur. Nitekim hadîs-i
sahîhde Allah Teâlâ'dan vârid oldu. Tahkîkan Allah Teâlâ
buyurdu ki: "Ben namazı benim ile abdim arasında iki
nısf / üzere taksîm ettim. İmdi onun yarısı bana ve
yarısı abdime mahsûstur. Ve abdim için suâl ettiği şep
hâsıldır. Abd "Bismillâhi'r-rahmâni’r-rahîm" der. Allah
Teâlâ "Abdim beni zikr etti" der. Abd "El-hamdü lillâhi
rabbi'l-âlemin" der Allah Teâlâ "Abdim bana hamd etti"
der. Abd "Er-rahmâni'r-rahim" der. Allah Teâlâ "Abdim
benim üzerime senâ etti" der. Abd "Mâliki yevmi'd-dîn" (Fâtiha
1/1-4) der. Allah Teâlâ "Abdim beni temcîd etti; abdim
emrini bana tefvîz eyledi" der. İmdi bu nıfsın hepsi,
Allah Teâlâ'ya hâlistir. Ba'dehû abd "İyyâke na'büdü ve
iyâke nesta'în" der. Allah Teâlâ "Bu, benim ile abdim
arasındadır ve abdim için suâl ettiği şey hâsıldır" der.
Binâenaleyh bu âyette iştirâk îkâ' etti. Abd "İhdina's-sırâtâ'l-müstakîm,
sırâta'l-lezîne en'amte aleyhim gayri'l-mağdûbi aleyhim
ve le'd-dâllîn" (Fâtiha, 1/5-7) der. Allah Teâlâ buyurur
ki: "Bunlar abdime mahsustur ve abdim için suâl ettiği
şey hâsıldır İmdi nısf-ı evveli, Allah Teâlâ kendisi
için hâlis kıldığı gibi, bunları da abdi için hâlis
kıldı. Böyle olunca "El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn"
kırâetinin vücûbu, bundan bilindi. Şu halde kim ki onu
kırâat etmedi, Allah ile abdi arasında maksûm olan
salâtı edâ etmedi (24).
Ya'nî حُبِّب الئ من
دنياكم hadîs-i şerîfinde, (S.a.v.) Efendimiz
ferdiyyet-i selâsiyyeyi (üçlü
ferdiyeti) namaz ile ikmâl buyurdu
(tamamladı).
Zîrâ (çünkü)
onların hakîkati, Hak tarafından "zât", "irâde"
ve "kavl" ve kendi tarafından dahi "şey'iyyet" ve "Kûn!”
kavlini (sözünü)
“istimâ" (işitme)
ve "emre imtisâl"den
(uymaktan) ibâret
olarak ferdiyyet-i ûlâ (ilk
fertlik) olan ferdiyyet-i selâsiyyeyi
(üçlü ferdiyeti)
verdiği için, asl-ı vücûd (varlığın aslı) olan / muhabbet
(sevgi) bâbında
(konusunda) "Sizin dünyânızdan bana üç şey
sevdirildi" buyurup ferdiyyet-i selâsiyyeyi
(üçlü ferdiyeti),
bu sevdirilen üç şeyin birisi olan namazın
zikri (anılması)
ile ikmâl eyledi (tamamladı).
Ve kurret-i
ayninin (göz aydınlığının)
namazda mec'ûl olduğunu
(yapıldığını)
beyân etti
(bildirdi).
Zîrâ (çünkü)
namaz müşâhededir (görmektir).
Ve kişi mahbûbunu
(sevgilisini) müşâhede
(görmek) ile karîrü'l-ayn
(gözü aydın) olur.
Nitekim bir kişi sevdiğini gördüğü vakit "Seni görmekle
karîrü'l-ayn (gözü aydın)
oldum" der. Ve namazın müşâhede
(görme) olmasının
îzâhı (açıklaması)
budur ki: Namaz Allah ile kul arasında münâcâttır
(Allah’a yalvarıp yakarma ve
duadır). Nitekim
Hak Teâlâ "Beni zikrediniz
(anınız),
tâ ki ben de sizi zikredeyim
(anayım). "
(Bakara, 2/52) buyurur.
أ نا جليس من ذكرني
hadîs-i kudsîsi mûcibince
(gereğince),
Hak kendisini zikreden
(anan) abdin
(kulun) celîsi
(birlikte olduğu arkadaşı)
olur. Ve celîs olan
(birlikte olunan arkadaş)
ise elbette meşhûddur
(görünür).
Ve namaz Allah ile kul arasında iki nısf
(yarım) üzerine
taksîm olunmuş (bölünmüş)
ibâdettir. Bu ibâdetin yarısı Allâh'a ve
yarısı kula mahsûstur
(aittir).
Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur ki, metinde
musarrahdır (açıkça
bildirilmiştir).
Ve bu hadîs-i sahîhden
(sağlam, gerçek hadisten)
anlaşılır ki, besmele-i şerîfe Fâtiha'nın cüz'üdür
(bir parçasıdır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Fâtiha'yı besmelesiz kırâat
eden (okuyan)
kimse, Fâtiha'yı noksan okumuş olur. Ve
لا صلاة الأ بفاتحة الكتاب
ya'nî "Salât (namaz)
ancak Fâtiha-i Kitâb
(kitabın başlangıcı) iledir" hadîs-i şerîfi
mücibince (gereğince)
Fâtiha-i şerîfe (Fatiha
suresi) namazın cüz-i a'zamıdır
(en büyük parçasıdır).
İmdi (buna göre)
Fâtiha'nın Hakk'a mahsûs
(ait) olan âyetleri
besmeleden "Mâliki yevmi'd-dîn"e kadardır. "İyyâke
na'büdü ve iyyâke nesta"în" âyeti tarafeyni
(her iki tarafı) câmi'
(toplayıcı) olan
berzahtır (aradır).
Zîrâ (çünkü)
"İyyâke na'büdü" abd
(kul) tarafından Hakk'a ibâdeti ve Hak tarafından dahi kula
ma'bûdiyyeti (mabutluğu)
câmi'dir
(toplamıştır).
"Ve iyyâke nesta"în" kavli
(sözü) dahi abd
(kul) tarafından
Hak'tan istiâneyi (yardım istemeyi) ve Hak tarafından da abde
(kula) iâneti
(yardım etmeyi)
mütazammındır. (içerir)
Ve "İhdinâ"dan "Ve le'd-dâllin"e kadar abde
(kula) mahsûstur
(aittir).
İmdi (buna göre)
Fâtiha’yı kırâat etmemiş
(okumamış) olan kimse
Allah ile abdi (kulu)
arasında maksûm (taksim
edilmiş) olan salâtı
(namazı) edâ etmemiş
(yerine getirmemiş)
olur.
Devam Edecek |