Füsûs-ül Hikem

431. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"'   BEYÂNINDADIR.

İmdi Resûlullah (s.a.v.)e, her şeyden ancak tayyib sevdirildi. Halbuki vücûdda ancak o vâkı'dir. Ve âlemde bir mizâc mevcûd olsun ki, her şeyden ancak tayyibi bulsun ve habîsi bilmesin, tasavvur olunur mu, yoksa olunmaz mı? Biz, bu olmaz deriz. Zîrâ biz kendisinden âlem olan asılda, onu bulmadık ve o Hak'tır. İmdi biz O'nu kerîh görür ve muhabbet eder bulduk. Halbuki "habîs", ancak mekrûh kılınan ve "tayyib" ancak sevilen şeydir. Ve âlem sıfat-ı Hak üzerinedir. İnsan ise, iki sûret üzerinedir. Binâenaleyh âlemde, her şeyden ancak emr-i vâhidi idrâk eden bir mizâc bulunmaz. Belki zevk ile habîs ve bi-gayr-i zevk tayyib olduğunu / bilmekle berâber, habîsten tayyibi idrâk eden bir mizâc bulunur. Böyle olunca ondan tayyibin idrâki, onun hubsünü ihsâstan onu işgâl eder. Bu az vâkı' olur. Velâkin âlemden, ya'nî kevnden, hubsün ref’i muhakkak sahîh değildir. Ve habîs ve tayyibde Allâh'ın rahmeti vardır. Ve habîs kendi nefsi indinde tayyibdir ve tayyib olan şey onun indinde habîstir. Binâenaleyh vücûdda, bir vechile emziceden bir mizac hakkında habîs olmayan bir şey yoktur. Ve aks ile de böyledir (23).

Ya'nî mâdemki vücûdda (varlıkta) "tayyib" (güzel) ve "habîs" (çirkin) nisbetleri (vasıfları) vardır ve bu iki nisbetin (vasfın) ayrı ayrı erbâbı (rabları) mevcûddur, şu halde (S.a.v.) Efendimiz'e ancak her şeyden tayyib (iyi, güzel olan) sevdirildi. Zîrâ (çünkü) (S.a.v) Efendimiz rûhen (ruh olarak) ve ceseden, (beden olarak) tayyib (temiz) olduğu cihetle, vücûdda (varlıkta) vâkı' (olmuş) olan bu iki nisbetten (vasıftan) ancak tayyibe (temiz, iyi olana) muhabbet edeceği (sevgi duyacağı) tabîîdir. Esâsen (aslında) tayyib (iyi, temiz) ve habîs (kötü, çirkin) nisbetleri (vasıfları) a'yân-ı kevniyyeye (açığa çıkmış kevni suretlere) taalluk ettiği (bağıntılı olduğu) cihetle (dolayısıyla),  vücûd-i mutlakın (kayıtsız varlığın) bu mertebe-i kesîfinden (kesif, koyu mertebesinden) kat'-ı nazâr, (sarfı nazar edip) hakîkate rücû' olundukda (dönüldüğünde),  bu nisbetler (sıfatlar) mürtefi' olur (kalkar).  Binâenaleyh (bundan dolayı) bu nisbetler (sıfatlar) âlem-i kesâfette (kesif, madde âlemde) sâbittir (mevcuttur). Ve bu âlemden hubs (pislik, kötülük) nisbeti (vasıfları) kalkamaz.

Eğer suâl olunursa (soru sorulursa) ki, âlemde (dünyada), her şeyde tayyibden (iyilikten, güzellikten) başka bir şey görmeyen ve habîsi (kötüyü, çirkini) bilmeyen bir mizâc (yaradılış) mutasavver midir, değil midir? (düşünülebilinir mi? Düşünülemez mi?) Biz cevâben (cevap olarak) deriz ki, böyle bir mizâc (yaradılış, huy) tasavvur olunmaz (düşünülmez). Zîrâ (çünkü) âlem kendisinden zâhir olan (meydana gelen) asılda, ya'nî Hak'ta, biz onu görmedik. Binâenaleyh (bundan dolayı) biz Hakk'ı, kerîh (kötü, iğrenç) görür ve muhabbet eder bir halde bulduk. Fakat Hakk'ın kerîh (iğrenç, kötü) görmesi ve muhabbet etmesi makâm-ı cem'a (cem makamına) nazaran (göre) değil, belki mezâhir (görüntü yerleri (birimler) hakkındadır. Zîrâ (çünkü) Hak, her bir şeyin vücûduna muhabbet edip, onu irâde buyurmuş (istemiş) ve icâd eylemiştir / (yaratmıştır). Burada icâd (yaratma), tayyib (iyi) ve habîse (kötüyü) şâmildir (kapsar). Ve kerâhet (çirkinlik, fenalık) ise âleme mensûb (ait) sıfâttandır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur    وَمَن يُشَاقِقِ اللّهَ وَرَسُولَهُ    (Enfâl, 8/13) ve    اللّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ    (Bakara, 2/15). ve    وَمَكَرُواْ وَمَكَرَ اللّهُ    (Âl-i İmrân, 3/54). Ve "meşakkat" (zahmet, sıkıntı) ve "istihzâ" (eğlenmek, alay etmek) ve "mekr" (hile, aldatma) bu âlem-i kesâfette (kesif, madde âlemde (dünyada) ) mütezâhir olan (ortaya çıkan) şuûnâttandır; (hadiselerdendir) ve Hak bunları kerîh (kötü, çirkin) görür. Ve kezâ (aynı şekilde) Hak muhabbet eder (sever).  Nitekim buyurur:    وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ    (Âl-i İmrân, 3/134) ve    إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ    (Âl-i İmrân, 3/159) ve    إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ    (Tevbe, 9/4). Ve "İhsân" (iyilik etme, bağışlama) ve "tevekkül" (işi Allah’a bırakıp, kadere razı olma) ve "ittikâ" (Allah’tan korkma, sakınma) kezâlik (aynı şekilde) bu âlemde mütezâhir olan (görünen) sıfâttandır (sıfatlardandır). Hâlbuki habîs (kötü) olan şey, ancak mekrûh kılınan (yapılması hoş karşılanmayan) ve tayyib (iyi) olan şey dahi, ancak sevilen şeydir. Binâenaleyh (bundan dolayı) âlemde (evrende) mevcûd olan sıfâttan (sıfatlardan) ba'zıları habîs (kötü) ve ba'zıları tayyibdir (iyidir). Ve habîs (kötü) ba'zı mizâca göre tayyib (iyi) ve tayyib (iyi) dahi ba'zı mizâca göre habîstir (kötüdür). Ve âlem Hakk'ın sıfatı üzerinedir. Hak bi'lcülme (bütün) şuûnâtı (fiilleri, işleri) câmi' olduğu (kendinde topladığı) gibi âlem (evren) dahi câmi'dir (kendinde toplamıştır). İnsan ise Hakk'ın ve âlemin (evrenin) sûreti üzerine mahlûktur (yaratılmıştır). Hakk'ın sûreti üzerine olması hasebiyle (dolayısıyla) bi'l-cümle (bütün) sıfât-ı ilâhiyyenin (ilahi sıfatların) meclâsıdır (aynasıdır). Ve âlemin (evrenin) sûreti üzerine olması hasebiyle (dolayısıyla) de habîsi (kötüyü, pisi) ve tayyibi (iyiyi, temizi) câmi'dir (kendinde toplamıştır).

Binâenaleyh (bundan dolayı) âlemde (dünyada) her şeyden ancak emr-i vâhidi (tek şeyi), ya'nî yâ kâmilen (tam olarak) tayyibi (iyiyi) veyâhut kâmilen (tam olarak) habîsi (kötüyü) idrâk eden bir mizâc (yaradılış) bulunmaz. Belki âlemde, habîs (kötü, pis) olan şeyden, tayyibi (iyiyi) idrâk eden veyâhut bir şeyin habîs (kötü, pis) olduğunu bilmekle berâber o şeyin zevk ile habîs (kötü) ve bi-gayr-i zevk (zevksiz) tayyib (iyi) olduğunu idrâk eyleyen bir mizâc bulunur. Şu halde habîs (kötü) olan şeyden tayyibi (iyiyi) idrâk eden mizâc, o şeyin habîsi (kötüsü) ile meşgûl olmaz. Tayyibin (temizin) idrâki, o şeyin hubsünü (pisliğini) idrâk etmekten o mizâcı meşgûl kılar. Meselâ ekli (yenmesi) muzır (zararlı) ve manzarası (görünüşü) latîf (güzel) olan bir nebât (bitki),  zevk ile habîstir (kötüdür) ve bi-gayr-i zevk (zevksiz) tayyibdir (güzeldir). Onun manzara-i latîfi (görünüşünün hoş olması) ile zihin meşgûl / olduğu vakit, hubsünü (iğrençliğini) idrâk ile meşgûl değildir. Nitekim meşâyihdan (şeyhlerden) bir zât-ı şerîf (mübarek zat) mürîdânıyla (müridleriyle) berâber giderken yolda bir lâşe (leş) görürler. Cenâb-ı şeyh "Şu hayvanın ne kadar beyâz ve güzel inci gibi dişleri vardır" buyurur. Halbuki lâşe (leş) habîstir (pistir). Cenâb-ı şeyh bu habîste (kötüde) tayyibi (iyiyi) idrâk etmiştir. Velâkin (fakat) bu mizâc âlemde (dünyada), az vâkı' olur (rastlanır).  Zîrâ (çünkü) mizâcın kısm-ı küllîsi (tamamından bir kısmı) tab'a (tabiata) mülâyim (hoş) gelmeyen şeyi habîs (kötü) ve mülâyim (hoş) gelen şeyi tayyib (iyi, güzel) görür. Ve meselâ yılan habîs (kötü) bir hayvandır. Maahâzâ (böyle iken) ba'zılarının cildi (derisi) o kadar latîf (güzel, hoş) bir renge mâliktir (sahiptir) ki, onun hubsünden (kötülüğünden) kat'-ı nazar (hesaba katılmaz, sarfınazar) olunursa, kemâl-i zevk (tam bir zevk) ile temâşâ olunur (seyredilir). Fakat o hayvandan mutazarrır olmaksızın (zarar görmeksizin) onun letâfet-i cildini (derisinin güzelliğini) temâşâ edebilecek (seyredebilecek) mizâc nâdirdir.

Bu îzâhâttan (açıklamalardan) anlaşılıyor ki, kevnden, ya'nî âlemden, hubsün (pisliğin, kötülüğün) bi'lküllîyye (tamamen) ref’i (kaldırılması) sahîh (doğru, sağlıklı) değildir. Çünkü emzice (huylar, tabiatlar) muhteliftir (çeşitlidir). Birine mülâyim (uygun, hoş) gelen şey, diğerine mülâyim (hoş) gelmez. Ve mülâyim (hoş) tayyib (iyi) ve nâ-mülâyim (hoşa gitmeyen) habîs (pis, çirkin) olunca, elbette âlemden hubsün (pisliğin, kötülüğün) kaldırılması mümkün olmaz. Ve habîs (kötü) ve tayyib (iyi) olan şeylerde Allah'ın rahmeti sârîdir (yayılmıştır). Zîrâ (çünkü) her iki nisbet (vasıf) dahi âlem-i kevnde (kozmik âlemde) mevcûd olmuştur. Ve her mevcûd olan şey ise, merhûmdur (rahmetlenmiştir). Ve habîs (kötü) kendi nefsi indinde (katında) tayyibdir (iyidir).  Ve tayyib (iyi) olan şey, o habîsin (kötünün) indinde (katında) habîstir (kötüdür). Meselâ insanın tükürüğü insana nisbetle (göre) tayyibdir (temizdir) ve yılana nisbetle (göre) semm (zehir) olduğundan onun indinde (katında) habîstir (kötüdür).  Ve kezâ (aynı şekilde) yılanın zehri, ona nisbetle (göre) sebeb-i hayâttır (hayatta kalma sebebidir); fakat insana nisbetle (göre) kâtı'-ı hayâttır (hayatın bitmesidir). Şu halde vücûdda (varlıkta), emziceden (mizaçlardan) bir mizâc hakkında, bir vech (sebep) ile habîs (kötü) ve bir vech (sebep) ile tayyib (iyi) olmayan bir şey yoktur. Böyle olunca kevnde (evrende) habis-i mutlak (yalnız, sırf kötü) ile tayyib-i mutlak (yalnız, sırf iyi) mutasavver değildir (düşünülemez). /

Ve kendisi ile ferdiyyet kâmil olan üçüncüye gelince, "namaz"dır. Binâenaleyh "Benim kurret-i aynım namazda kılındı" buyurdu. Zîrâ o müşâhededir. Bu da Allah ile abdi beyninde münâcâttır. Nitekim    فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ    (Bakara. 2/152) ya'nî "Beni zikrediniz, tâ ki ben de sizi zikredeyim" buyurdu. Ve o, Allah ile abdi arasında iki nısf üzere ibâdet-i maksûmedir. Binâenaleyh onun yarısı Allâh'a ve yarısı abde mahsûstur. Nitekim hadîs-i sahîhde Allah Teâlâ'dan vârid oldu. Tahkîkan Allah Teâlâ buyurdu ki: "Ben namazı benim ile abdim arasında iki nısf / üzere taksîm ettim. İmdi onun yarısı bana ve yarısı abdime mahsûstur. Ve abdim için suâl ettiği şep hâsıldır. Abd "Bismillâhi'r-rahmâni’r-rahîm" der. Allah Teâlâ "Abdim beni zikr etti" der. Abd "El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin" der Allah Teâlâ "Abdim bana hamd etti" der. Abd "Er-rahmâni'r-rahim" der. Allah Teâlâ "Abdim benim üzerime senâ etti" der. Abd "Mâliki yevmi'd-dîn" (Fâtiha 1/1-4) der. Allah Teâlâ "Abdim beni temcîd etti; abdim emrini bana tefvîz eyledi" der. İmdi bu nıfsın hepsi, Allah Teâlâ'ya hâlistir. Ba'dehû abd "İyyâke na'büdü ve iyâke nesta'în" der. Allah Teâlâ "Bu, benim ile abdim arasındadır ve abdim için suâl ettiği şey hâsıldır" der. Binâenaleyh bu âyette iştirâk îkâ' etti. Abd "İhdina's-sırâtâ'l-müstakîm, sırâta'l-lezîne en'amte aleyhim gayri'l-mağdûbi aleyhim ve le'd-dâllîn" (Fâtiha, 1/5-7) der. Allah Teâlâ buyurur ki: "Bunlar abdime mahsustur ve abdim için suâl ettiği şey hâsıldır İmdi nısf-ı evveli, Allah Teâlâ kendisi için hâlis kıldığı gibi, bunları da abdi için hâlis kıldı. Böyle olunca "El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn" kırâetinin vücûbu, bundan bilindi. Şu halde kim ki onu kırâat etmedi, Allah ile abdi arasında maksûm olan salâtı edâ etmedi (24).

Ya'nî    حُبِّب الئ من دنياكم    hadîs-i şerîfinde, (S.a.v.) Efendimiz ferdiyyet-i selâsiyyeyi (üçlü ferdiyeti) namaz ile ikmâl buyurdu (tamamladı). Zîrâ (çünkü) onların hakîkati, Hak tarafından "zât", "irâde" ve "kavl" ve kendi tarafından dahi "şey'iyyet" ve "Kûn!” kavlini (sözünü) “istimâ" (işitme) ve "emre imtisâl"den (uymaktan) ibâret olarak ferdiyyet-i ûlâ (ilk fertlik) olan ferdiyyet-i selâsiyyeyi (üçlü ferdiyeti) verdiği için, asl-ı vücûd (varlığın aslı) olan / muhabbet (sevgi) bâbında (konusunda) "Sizin dünyânızdan bana üç şey sevdirildi" buyurup ferdiyyet-i selâsiyyeyi (üçlü ferdiyeti), bu sevdirilen üç şeyin birisi olan namazın zikri (anılması) ile ikmâl eyledi (tamamladı).  Ve kurret-i ayninin (göz aydınlığının) namazda mec'ûl olduğunu (yapıldığını) beyân etti (bildirdi). Zîrâ (çünkü) namaz müşâhededir (görmektir). Ve kişi mahbûbunu (sevgilisini) müşâhede (görmek) ile karîrü'l-ayn (gözü aydın) olur. Nitekim bir kişi sevdiğini gördüğü vakit "Seni görmekle karîrü'l-ayn (gözü aydın) oldum" der. Ve namazın müşâhede (görme) olmasının îzâhı (açıklaması) budur ki: Namaz Allah ile kul arasında münâcâttır (Allah’a yalvarıp yakarma ve duadır).  Nitekim Hak Teâlâ "Beni zikrediniz (anınız), tâ ki ben de sizi zikredeyim (anayım). " (Bakara, 2/52) buyurur.    أ نا جليس من ذكرني    hadîs-i kudsîsi mûcibince (gereğince), Hak kendisini zikreden (anan) abdin (kulun) celîsi (birlikte olduğu arkadaşı) olur. Ve celîs olan (birlikte olunan arkadaş) ise elbette meşhûddur (görünür). Ve namaz Allah ile kul arasında iki nısf (yarım) üzerine taksîm olunmuş (bölünmüş) ibâdettir. Bu ibâdetin yarısı Allâh'a ve yarısı kula mahsûstur (aittir). Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur ki, metinde musarrahdır (açıkça bildirilmiştir). Ve bu hadîs-i sahîhden (sağlam, gerçek hadisten) anlaşılır ki, besmele-i şerîfe Fâtiha'nın cüz'üdür (bir parçasıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) Fâtiha'yı besmelesiz kırâat eden (okuyan) kimse, Fâtiha'yı noksan okumuş olur. Ve    لا صلاة الأ بفاتحة الكتاب    ya'nî "Salât (namaz) ancak Fâtiha-i Kitâb (kitabın başlangıcı) iledir" hadîs-i şerîfi mücibince (gereğince) Fâtiha-i şerîfe (Fatiha suresi) namazın cüz-i a'zamıdır (en büyük parçasıdır). İmdi (buna göre) Fâtiha'nın Hakk'a mahsûs (ait) olan âyetleri besmeleden "Mâliki yevmi'd-dîn"e kadardır. "İyyâke na'büdü ve iyyâke nesta"în" âyeti tarafeyni (her iki tarafı) câmi' (toplayıcı) olan berzahtır (aradır). Zîrâ (çünkü) "İyyâke na'büdü" abd (kul) tarafından Hakk'a ibâdeti ve Hak tarafından dahi kula ma'bûdiyyeti (mabutluğu) câmi'dir (toplamıştır). "Ve iyyâke nesta"în" kavli (sözü) dahi abd (kul) tarafından Hak'tan istiâneyi (yardım istemeyi) ve Hak tarafından da abde (kula) iâneti (yardım etmeyi) mütazammındır. (içerir) Ve "İhdinâ"dan "Ve le'd-dâllin"e kadar abde (kula) mahsûstur (aittir). İmdi (buna göre) Fâtiha’yı kırâat etmemiş (okumamış) olan kimse Allah ile abdi (kulu) arasında maksûm (taksim edilmiş) olan salâtı (namazı) edâ etmemiş (yerine getirmemiş) olur.

Devam Edecek