Füsûs-ül Hikem

432. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.

Ve namaz münâcât oldukda, o zikirdir. Ve Hakk'ı zikr eden kimse, muhakkak câlis-i Hak olur ve Hak onun mücâlisi olur. Zîrâ haber-i ilâhîde sahîh oldu ki, muhakkak Hak Teâlâ    أنا جليس من ذكرني    ya'nî "Ben beni zikr eden kimsenin celîsiyim" dedi. Ve bir kimse zû­basar olduğu halde, zikr ettiği kimseye mücâlis olsa, kendi celîsini müşâhede eder. İşte müşâhede ve rü'yet budur. Binâenaleyh eğer zû basar olmazsa, müşâhede edemez. Böyle olunca namaz kılan kimse bu namazda, bu rü'yet ile Hakk'ı müşâhede eder mi, yoksa etmez mi? Kendi mertebesini buradan bilir. Eğer onu müşâhede etmezse, onu görür gibi, îmân ile ibâdet etsin. Binâenaleyh münâcâti indinde kıblesinde onu tahayyül etsin. Ve sem'ini, Hakk'ın onun üzerine onunla reddettiği şeye ilkâ eylesin (25).

Ya'nî namaz, Hak ile kul beyninde (arasında) münâcât (dua, yalvarma) oldukda, o namaz zikirdir. Ve her kim Hakk'ı zikr ederse (anarsa), o kimse, Hakk'ın hem-nişîni (beraber oturup kalktığı arkadaşı) olur; ve Hak dahi onunla berâber oturur. Zîrâ (çünkü) bize sıhhat ile (doğru olarak) vârid olan (gelen) hadis-i kudsîde, Hak Teâlâ hazretleri: "Ben beni zikr eden kimsenin celîsiyim (birlikte olduğu arkadaşıyım)" buyurdu. Ve basar (görüş) sâhibi olan kimse, zikr eylediği (andığı) kimse ile berâber hem-nişîn olsa (beraber oturup kalksa), / kendinin celîsini (yanında oturanı) müşâhede eder (görür). Zîrâ (çünkü) bir kimsenin celîsi olan (yanında oturan) kimse hâzırdır (huzurdadır, meydandadır), Gâib (görünmez, kayıp) değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ zâkirin (zikredenin) meşhûdudur (görünenidir). Ve zâkirin (zikredenin) bu müşâhedesi (görmesi), suver-i maddiyyenin (madde suretlerin) müşâhedesi (görmesi) gibi hissi (beş duyu ile) değildir, belki zevkîdir. Ve Hakk'ın zevkan (zevkle) müşâhedesi (görmesi), ancak insana mahsûs (özel) olan bir keyfiyyettir (hususiyettir). Şu halde Hakk'ı zevkan müşâhedenin (görmenin) mahalli (yeri) olan bu neş'et-i insâniyyenin (varlığa gelmiş insanın) kadrini (değerini) esnâ-yı zikrinde (zikir sırasında) Hakk'ı müşâhede eden (gören) ârif bilir. Bu bahsin (konunun) tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Yûnusî'de (Yunus bölümünde) mürûr etti (geçti). İşte namazda müşâhede (seyir) ve rü'yet (görme) budur. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hakk'ı zâkir olan (zikreden) kimse, basar (görüş) sâhibi değil ise, kendinin celîsi olan (yanında bulunan) Hakk'ı müşâhede edemez (göremez).  Ve bu sûrette (şekilde) de namazda kurretü'l-ayn (gözü aydın) sâhibi olmaz. İmdi (buna göre) namaz kılan kimse, bu kıldığı namazda. ta'rîf olunan (anlatılan) rü'yet (görme) ile Hakk'ı müşâhede ediyor (görüyor mu) mu, yoksa etmiyor (görmüyor) mu? Kendisinin mertebesini buradan anlar. Eğer musallî (namazını eda eden) bu ta'rîf olunan (anlatılan) rü'yetle (görüşle) Hakk'ı müşâhede etmiyorsa (görmüyorsa), Hakk'ı görüyormuş gibi tahayyül (hayal) ederek îmân-ı gaybî (içindeki iman) ile ibâdet etmelidir. Şu halde böyle bir kimse namaz kılarken, kıblesinde Hakk'ı bi'l-farz (diyelim ki) bî-renk (renksiz) bir nûr-i muhît (her şeyi kuşatan nur) sûretinde tahayyül (düşünsün, hayal) etsin ve desin ki: "İşte ben, kıblemde hâzır olan (bizzat bulunan) Hakk'ın huzûrunda (karşısında) bulunuyorum. Ve ben besmele-i şerîfe ile Fâtiha'yı okurken Hakk-ı hâzır (Hakk’ın hazır oluşu),  bâlâda (yukarda) zikr olunan (adı geçen) hadîs-i şerîfte beyân olunan (bildirilen) cevaplarla mukâbele (karşılık) buyuruyor." İşte bu musâllî (namazını eda eden) böyle demekle berâber kıblesinde tahayyül (düşündüğü, hayal) ettiği bî-renk (renksiz) nûr sûretinden kendisine hitâb olunan (seslenilen (gönlünde duyduğu ve hissettiği) cevaplara ilkâ-yı sem' etsin. (kulak versin).

İmdi kendi âlem-i hâssına ve kendisi ile berâber namaz kılan melâikeye imâm olacak olursa ki, hadîs-i sahîhde vârid olduğu vech ile, muhakkak her namaz kılan bilâ-şekk imamdır. Zîrâ melâike abdin arkasında namaz kılar. Şu halde muhakkak, namazda onun için rütbe-i resûl hâsıl olur. O da, Allah Teâlâ'dan niyâbettir. "Semi'allâhü li-men hamideh" dediği vakit, kendi nefsine ve arkasındaki melâikeye, Allah Teâlâ'nın sâmi' olduğunu, ihbâr eder. İmdi melâike ve onunla berâber hâzır olanlar "Rabbenâ ve leke'l-hamd" derler. Zîrâ muhakkak Allah Teâlâ abdinin lisânı üzere "Semi' allâhü li-men hamideh" buyurdu. Binâenaleyh namazın ulüvv-i rütbesine ve sâhibini nereye isâl ettiğine nazar et! Böyle olunca namazda derece-i rü'yeti tahsîl etmeyen kimse, onun gâyesine vâsıl olmadı. Ve onun için, onda kurret-i ayn hâsıl olmadı. Zîrâ kendisine münâcât ettiği kimseyi görmedi. İmdi namazda Hakk'ın onun üzerine reddettiği şeyi işitmeyecek olursa, o kimse, ilkâ-yı sem' eden sınıftan değildir. Ve işitmez ve görmez olmasıyla berâber namazda Rabb'i ile hâzır olmayan kimse, aslâ musallî değildir. Ve o kimse müşâhid olduğu halde, ilkâ-yı sem' eden sınıftan değildir (26).

Ya'nî münferiden (tek başına olarak) namaz kılan kimse kalb ve rûh ve sır ve hafî (gizli) ve ahfâ (çok gizli) gibi kuvâ-yı ma'neviyyesi (manevi güçlerini) ve cisim (beden) ve a'zâ (organlarını) ve cevârih gibi (el, ayak gibi azalarını) kuvâ-yı hissiyyesi (duyu güçleri) efrâdının (bireylerinin) hey'et-i mecmûasından (bütün hepsinin toplamından) ibâret olan kendi âlem-i hâssına (öz âlemine) ve kendisi ile berâber arkasında namaz kılan melâikeye (meleklere) imâm olacak olursa, o musallî (namaz kılan) için, muhakkak namazda rûtbe-i resûl (resulluk rütbesi) hâsıl olur (oluşur).  Ve rütbe-i resûl (resullük rütbesi) ise. Allah Teâlâ'dân niyâbettir (vekilliktir).  Zîrâ (çünkü) hadîs-i sahîhde (gerçek, doğru hadiste) vârid olmuştur (denmiştir) ki: Münferiden (tek başına) namaz kılan kimse şübhesiz imâmdır. Çünkü onun arkasında melâike (melekler) o kimseye uyup namaz kılarlar. Ve bu melâike (melekler) o abde (kula) müvekkel olan (vekil tayin olan) melâike-i kirâmdır (kutsal, büyük meleklerdir).  Binâenaleyh (bundan dolayı) abd (kul) zâhirde (görünüşte) münferiden (tek başına) musallî (namaz kılıyor) görünür ise de, bâtında (içte, hakikatte) kendi kuvâ-yı zâhire (dış güçleri) ve bâtınesinden (iç güçlerinden) ibâret olan âlem-i hâssına (öz, asıl âlemine) ve kendisine müvekkel (vekil atanmış) olan melâikeye (meleklere) imâmdır.

İmdi (buna göre) gerek münferiden (tek başına) namaz kılıp bâtında (içte) kendi âlem-i hâssına (asıl, öz âlemine) ve melâikeye (meleklere) imâm olan ve gerek zâhirde (dışta) kendi gibi birtakım insanlara imâm olan kimse için rütbe-i resûl (resullük rütbesi) hâsıl (olmuş) olur. Zîrâ (çünkü) nâsa (insanlara) imâmet (imamlık) Resûl (a.s.)’ın merâtibindendir (mertebelerindendir).  Ve rûtbe-i resül (resullük rütbesi) ise Allah Teâlâ'dan niyâbettir (vekilliktir). Çünkü "imâmet" (imamlık) ibâdullâhın (Allah kullarının) hukûkuyla kıyamdır (davranmaktır) ve ibâdullâhın (Allah kullarının) hukûkuyla kıyâm (davranmak) ise, Hakk'ın şuûnundandır (işlerindendir). Şu halde imâm, halîfetullâh (Allah halifesi) olur. Ve o kimse "Semi' allâhû li-men hamideh" (Allah kendisine hamd edeni işitir) dediği vakit, eğer münferid (yalnız) ise kendi nefsine ve kendisiyle berâber namaz kılan melâikeye; (meleklere) ve zâhirde (dışta) cemâat-i beşeriyyeye (insan cemaatına) imâm ise, nâsa, (insanlara) hamd eden kimsenin hamdini Allâh'ın sâmi' (işitici) olduğunu haber verir. İmdi (buna göre) imâm, halîfetullâh (Allah halifesi) olduğu cihetle (dolayısıyla) "Semi' allâhü li-men hamideh" (Allah kendisine hamd edeni işitir) diyen Allah'dır. Şu kadar ki, bu kelâmı abdinin (kulunun) lisânı üzere (dilinden) kâil olmuş (söylemiş) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) o kimseye iktidâ eden (uyan) cemâat-i melâike (melekler topluluğu) veyâhut cemâat-i beşeriyye (cemaatteki insanlar) Hak Teâlâ'nın lisân-ı abdi (kulun dili) ile söylediği bu kelâma (sözlere) cevâben (cevap olarak) "Rabbenâ ve leke'l hamd," ya'nî "Ey bizim Rabbimiz, bizim hamdimiz sana mahsûstur" derler. Böyle olunca namazın mertebesinin yüksekliğine ve namaz kılan kimseyi nereye îsâl ettiğine (ulaştırdığına) nazar et (bak)! Ya'nî namaz, sâhibini Allah Teâlâ'nın halîfesi ve nâibi (vekili) olmak mertebesine kadar îsâl eder (ulaştırır).  Şu halde namazda rû'yet-i Hak (Hakk’ı görme) derecesini tahsîl etmeyen (kazanmayan) kimse namazın gâyesi olan rûtbe-i niyâbete (vekillik rütbesine) vâsıl olmadı (ulaşmadı). Ve o kimse için namazda kurret-i ayn (göz aydınlığı) hâsıl olmadı (oluşmadı). Çünkü münâcât ettiği (dua ettiği, yalvardığı) Hakk'ı müşâhede etmedi (görmedi).

İmdi (buna göre) gerek Hakk'ı zevkan (manevi zevkle) müşâhede edip (görüp) Hakk'ın bâlâda (yukarıda) zikr olunan (anlatılan) cevaplarını sem'-i rûh (ruh kulağı) ile işitmeyecek olursa veyâhut bu mertebeye vâsıl olmayıp (ulaşamayıp) da, Hakk'ı kıblesinde tahayyül (hayal) ederek, o mazhar-ı mütehayyelden (hayali görüntüden) kendisine hitâb olunan (konuşulan) o cevaplara ilkâ-yı sem' etmeyecek (kulak vermeyececek) olursa, o kimse namazda hitâbât-ı ilâhiyyeyi (ilahi seslenişleri) işiten sınıftan değildir. Ve ta'rîf olunduğu (anlatıldığı) üzere Hakk'ı müşâhede etmez (görmez) ve onun cevaplarını işitmez olmakla berâber, namazda huzûr-ı ilâhîde (Allah’ın huzurunda) durduğunun farkında olmayan ve akli fikri ticâretinde ve sâir (diğer) umûr-i dünyeviyyesinde (dünya işlerinde) olan kimse aslâ musallî (namazı eda eden) değildir. Böyle bir kimse ne Hakk'ı müşâhiddir (görmüştür) ve ne de Hakk'ın hitâbâtını (seslenişlerini) işiten tâifedendir (guruptandır). Onun kıldığı bu namâz-ı zâhirî (zahir namazını) ancak kendisi için dünyâda Müslümanların nâil olduğu birtakım hukûkun ihrâzına (elde edilmesine, kazanılmasına) sebep olur. Bu hukuk-ı dünyeviyye (dünya hukuku) dahi kendi vücûdu gibi serîu'z-zevâldir. (çok çabuk zeval (son) bulandır). Hayât-ı uhreviyyede (ahiret hayatında) bu namazın fâidesini (faydasını) göremez.

Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki, Hakk'ı namazda zevkan müşâhede, (görmek) Hak hakkında bir i'tikâd-ı mahsûs (kendine mahsus bir inanç) sâhibi olmayan kümmelîne (kamillere) mahsûstur (aittir). Bu zevât-ı saâdet-simât (saadetli zatlar) namazda durdukları vakit kendilerinden geçerler. Ne kendilerinden ve ne de dünyâ ve mâ-fîhâdan (ahiretten) haberleri olmaz. Nitekim İmâm-ı Ali (k.A.v.) efendimizin ayaklarına saplanan bir oku namazda çıkardıkları halde haberi olmamıştır. Onların lisân-i zâhirlerinden (dillerinden) kâil olan (konuşan) Hak olduğu gibi reddolunan cevapları işiten dahi yine Hak olur. / Bu mertebede sami' (işiten), mesmû' (işitilmiş) ve sem'; (işitme) ve râî (gören), mer'î (görülmüş) ve rû'yet (görme) şey'-i vâhid (tek hakikat) olur. Aslâ bûy-i isneyniyyet (ikilik kokusu) yoktur. Şu halde onların namazı zâhirlerinin (dışlarının) bâtınlarına (içlerine) taabbüdünden (ibadet etmelerinden) ibâret olur. Ve bunlara nazaran (göre) Hak ile abd (kul) beyninde (arasında) namazın taksîmi Hakk'ın zâhiri (dışı) ve bâtını (içi) i'tibâriyle (hususuyla) olan bir taksimden ibârettir. Ammâ bunların mâdûnunda (alt derecede) olan zevât-ı kirâmda (muhterem zatlarda) henüz bûy-i isneyniyyet (ikilik kokusu) bulunduğundan onların rû'yeti (görmesi) ve simâ'ı (işitmesi) ve şuhûdu (görüşü) kuvvet-i îmân (iman gücü) ve yakîn (tam, kesin bilgi) ile vâkı' (olmuş) olur. Ve Hakk'ın onlara olan tecelliyâtı, tecelliyât-ı sûriyye (suretle alakalı tecelliler) nev'inden (türünden) bulunur. Ve bunlara nazaran (göre) kendi ile abdi (kulu) arasında namazı taksim eden Hak, i'tikâdâttâ (inançlarda) olan ilâh-ı mu'tekaddir (inandığı ilahtır (düşüncesinde tasarlayıp benimsediği ilahtır) ,  ilâh-ı mutlak (mutlak ilah (Allah) ) değildir. Maahâzâ (bununla beraber) bâlâda (yukarda) zikrolunan (anlatılan) kümmelîn (kamiller) kendilerinin mâdûnu (alt derecelerinde) olan merâtibi (mertebeleri) dahi câmi'dir (kendilerinde toplamışlardır)..

Devam Edecek