BU FASS
KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"'
BEYÂNINDADIR.
Ve
namaz münâcât oldukda, o zikirdir. Ve Hakk'ı zikr eden
kimse, muhakkak câlis-i Hak olur ve Hak onun mücâlisi
olur. Zîrâ haber-i ilâhîde sahîh oldu ki, muhakkak Hak
Teâlâ
أنا جليس من ذكرني
ya'nî "Ben beni zikr eden kimsenin celîsiyim" dedi. Ve
bir kimse zûbasar olduğu halde, zikr ettiği kimseye
mücâlis olsa, kendi celîsini müşâhede eder. İşte
müşâhede ve rü'yet budur. Binâenaleyh eğer zû basar
olmazsa, müşâhede edemez. Böyle olunca namaz kılan kimse
bu namazda, bu rü'yet ile Hakk'ı müşâhede eder mi, yoksa
etmez mi? Kendi mertebesini buradan bilir. Eğer onu
müşâhede etmezse, onu görür gibi, îmân ile ibâdet etsin.
Binâenaleyh münâcâti indinde kıblesinde onu tahayyül
etsin. Ve sem'ini, Hakk'ın onun üzerine onunla
reddettiği şeye ilkâ eylesin (25).
Ya'nî
namaz, Hak ile kul beyninde
(arasında) münâcât
(dua, yalvarma)
oldukda, o namaz zikirdir. Ve her kim Hakk'ı zikr ederse
(anarsa),
o kimse, Hakk'ın hem-nişîni
(beraber
oturup kalktığı arkadaşı)
olur;
ve Hak dahi onunla berâber oturur. Zîrâ
(çünkü) bize sıhhat
ile (doğru olarak)
vârid olan (gelen)
hadis-i kudsîde, Hak Teâlâ hazretleri: "Ben beni
zikr eden kimsenin celîsiyim
(birlikte olduğu arkadaşıyım)"
buyurdu. Ve basar
(görüş) sâhibi olan kimse, zikr eylediği
(andığı) kimse ile
berâber hem-nişîn olsa
(beraber oturup kalksa),
/ kendinin celîsini
(yanında oturanı)
müşâhede eder (görür).
Zîrâ (çünkü)
bir kimsenin celîsi olan
(yanında oturan)
kimse hâzırdır (huzurdadır,
meydandadır),
Gâib (görünmez,
kayıp) değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah
Teâlâ zâkirin (zikredenin)
meşhûdudur
(görünenidir).
Ve zâkirin
(zikredenin) bu müşâhedesi
(görmesi),
suver-i maddiyyenin (madde
suretlerin) müşâhedesi
(görmesi) gibi hissi
(beş duyu ile)
değildir, belki zevkîdir. Ve Hakk'ın zevkan
(zevkle) müşâhedesi
(görmesi),
ancak insana mahsûs
(özel) olan bir
keyfiyyettir (hususiyettir).
Şu halde Hakk'ı zevkan müşâhedenin
(görmenin) mahalli
(yeri) olan bu neş'et-i
insâniyyenin (varlığa gelmiş
insanın) kadrini
(değerini) esnâ-yı zikrinde
(zikir sırasında)
Hakk'ı müşâhede eden (gören)
ârif bilir. Bu bahsin
(konunun) tafsîli
(geniş açıklaması)
Fass-ı Yûnusî'de
(Yunus bölümünde) mürûr etti
(geçti).
İşte namazda müşâhede
(seyir) ve rü'yet
(görme) budur.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Hakk'ı zâkir olan
(zikreden) kimse, basar
(görüş) sâhibi değil
ise, kendinin celîsi olan
(yanında bulunan) Hakk'ı müşâhede edemez
(göremez).
Ve bu sûrette
(şekilde) de namazda
kurretü'l-ayn (gözü aydın)
sâhibi olmaz. İmdi
(buna göre)
namaz kılan kimse, bu kıldığı namazda. ta'rîf
olunan (anlatılan)
rü'yet (görme)
ile Hakk'ı müşâhede ediyor
(görüyor mu) mu,
yoksa etmiyor (görmüyor)
mu? Kendisinin mertebesini buradan anlar.
Eğer musallî (namazını eda
eden) bu ta'rîf olunan
(anlatılan) rü'yetle
(görüşle) Hakk'ı
müşâhede etmiyorsa
(görmüyorsa),
Hakk'ı görüyormuş gibi tahayyül
(hayal) ederek îmân-ı
gaybî (içindeki iman)
ile ibâdet etmelidir. Şu halde böyle bir kimse namaz
kılarken, kıblesinde Hakk'ı bi'l-farz
(diyelim ki) bî-renk
(renksiz) bir nûr-i
muhît (her şeyi kuşatan nur)
sûretinde tahayyül
(düşünsün, hayal)
etsin ve desin ki: "İşte ben, kıblemde hâzır olan
(bizzat bulunan)
Hakk'ın huzûrunda
(karşısında) bulunuyorum. Ve ben besmele-i
şerîfe ile Fâtiha'yı okurken Hakk-ı hâzır
(Hakk’ın hazır oluşu),
bâlâda
(yukarda) zikr olunan
(adı geçen) hadîs-i
şerîfte beyân olunan
(bildirilen) cevaplarla mukâbele
(karşılık)
buyuruyor." İşte
bu musâllî (namazını eda
eden) böyle demekle berâber kıblesinde
tahayyül (düşündüğü, hayal)
ettiği bî-renk
(renksiz) nûr sûretinden kendisine hitâb
olunan (seslenilen (gönlünde
duyduğu ve hissettiği)
cevaplara ilkâ-yı sem' etsin.
(kulak versin).
İmdi
kendi âlem-i hâssına ve kendisi ile berâber namaz kılan
melâikeye imâm olacak olursa ki, hadîs-i sahîhde vârid
olduğu vech ile, muhakkak her namaz kılan bilâ-şekk
imamdır. Zîrâ melâike abdin arkasında namaz kılar. Şu
halde muhakkak, namazda onun için rütbe-i resûl hâsıl
olur. O da, Allah Teâlâ'dan niyâbettir. "Semi'allâhü li-men
hamideh" dediği vakit, kendi nefsine ve arkasındaki
melâikeye, Allah Teâlâ'nın sâmi' olduğunu, ihbâr eder.
İmdi melâike ve onunla berâber hâzır olanlar "Rabbenâ ve
leke'l-hamd" derler. Zîrâ muhakkak Allah Teâlâ abdinin
lisânı üzere "Semi' allâhü li-men hamideh" buyurdu.
Binâenaleyh namazın ulüvv-i rütbesine ve sâhibini nereye
isâl ettiğine nazar et! Böyle olunca namazda derece-i
rü'yeti tahsîl etmeyen kimse, onun gâyesine vâsıl
olmadı. Ve onun için, onda kurret-i ayn hâsıl olmadı.
Zîrâ kendisine münâcât ettiği kimseyi görmedi. İmdi
namazda Hakk'ın onun üzerine reddettiği şeyi işitmeyecek
olursa, o kimse, ilkâ-yı sem' eden sınıftan değildir. Ve
işitmez ve görmez olmasıyla berâber namazda Rabb'i ile
hâzır olmayan kimse, aslâ musallî değildir. Ve o kimse
müşâhid olduğu halde, ilkâ-yı sem' eden sınıftan
değildir (26).
Ya'nî
münferiden (tek başına
olarak) namaz kılan kimse kalb ve rûh ve sır
ve hafî (gizli) ve
ahfâ (çok gizli)
gibi kuvâ-yı ma'neviyyesi
(manevi güçlerini) ve cisim
(beden) ve a'zâ
(organlarını) ve
cevârih gibi (el, ayak gibi
azalarını) kuvâ-yı hissiyyesi
(duyu güçleri)
efrâdının (bireylerinin)
hey'et-i mecmûasından
(bütün hepsinin toplamından)
ibâret olan kendi âlem-i hâssına
(öz âlemine) ve
kendisi ile berâber arkasında namaz kılan melâikeye
(meleklere) imâm
olacak olursa, o musallî
(namaz kılan) için, muhakkak namazda rûtbe-i
resûl (resulluk rütbesi)
hâsıl olur
(oluşur). Ve
rütbe-i resûl (resullük
rütbesi) ise. Allah Teâlâ'dân niyâbettir
(vekilliktir).
Zîrâ
(çünkü) hadîs-i
sahîhde (gerçek, doğru
hadiste) vârid olmuştur
(denmiştir) ki:
Münferiden (tek başına)
namaz kılan kimse şübhesiz imâmdır. Çünkü
onun arkasında melâike
(melekler) o kimseye uyup namaz kılarlar. Ve
bu melâike (melekler)
o abde (kula)
müvekkel olan (vekil tayin
olan) melâike-i kirâmdır
(kutsal, büyük meleklerdir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) abd
(kul) zâhirde
(görünüşte)
münferiden (tek başına)
musallî (namaz
kılıyor) görünür ise de, bâtında
(içte, hakikatte)
kendi kuvâ-yı zâhire (dış
güçleri) ve bâtınesinden
(iç güçlerinden)
ibâret olan âlem-i hâssına
(öz, asıl âlemine) ve kendisine müvekkel
(vekil atanmış) olan
melâikeye (meleklere)
imâmdır.
İmdi
(buna göre) gerek
münferiden (tek başına)
namaz kılıp bâtında
(içte) kendi âlem-i
hâssına (asıl, öz âlemine)
ve melâikeye
(meleklere) imâm olan ve gerek zâhirde
(dışta) kendi gibi
birtakım insanlara imâm olan kimse için rütbe-i resûl
(resullük rütbesi)
hâsıl (olmuş)
olur. Zîrâ (çünkü)
nâsa (insanlara)
imâmet (imamlık)
Resûl (a.s.)’ın merâtibindendir
(mertebelerindendir).
Ve rûtbe-i resül
(resullük rütbesi)
ise Allah Teâlâ'dan niyâbettir
(vekilliktir).
Çünkü "imâmet"
(imamlık) ibâdullâhın
(Allah kullarının)
hukûkuyla kıyamdır
(davranmaktır) ve ibâdullâhın
(Allah kullarının)
hukûkuyla kıyâm (davranmak)
ise, Hakk'ın şuûnundandır
(işlerindendir).
Şu halde imâm, halîfetullâh
(Allah halifesi)
olur. Ve o kimse "Semi' allâhû li-men hamideh"
(Allah kendisine hamd edeni
işitir) dediği vakit, eğer münferid
(yalnız) ise kendi
nefsine ve kendisiyle berâber namaz kılan melâikeye;
(meleklere) ve
zâhirde (dışta)
cemâat-i beşeriyyeye (insan
cemaatına) imâm ise, nâsa,
(insanlara) hamd eden
kimsenin hamdini Allâh'ın sâmi'
(işitici) olduğunu
haber verir. İmdi (buna göre)
imâm, halîfetullâh
(Allah halifesi)
olduğu cihetle (dolayısıyla)
"Semi' allâhü li-men hamideh"
(Allah kendisine hamd edeni
işitir) diyen Allah'dır. Şu kadar ki, bu
kelâmı abdinin (kulunun)
lisânı üzere
(dilinden) kâil olmuş
(söylemiş) olur.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
o kimseye iktidâ eden
(uyan) cemâat-i
melâike (melekler topluluğu)
veyâhut cemâat-i beşeriyye
(cemaatteki insanlar)
Hak Teâlâ'nın lisân-ı abdi
(kulun dili) ile
söylediği bu kelâma (sözlere)
cevâben (cevap
olarak) "Rabbenâ ve leke'l hamd," ya'nî "Ey
bizim Rabbimiz, bizim hamdimiz sana mahsûstur" derler.
Böyle olunca namazın mertebesinin yüksekliğine ve namaz
kılan kimseyi nereye îsâl ettiğine
(ulaştırdığına) nazar
et (bak)!
Ya'nî namaz, sâhibini Allah Teâlâ'nın
halîfesi ve nâibi (vekili)
olmak mertebesine kadar îsâl eder
(ulaştırır).
Şu halde namazda
rû'yet-i Hak (Hakk’ı görme)
derecesini tahsîl etmeyen
(kazanmayan) kimse
namazın gâyesi olan rûtbe-i niyâbete
(vekillik rütbesine)
vâsıl olmadı (ulaşmadı).
Ve o kimse için namazda kurret-i ayn
(göz aydınlığı) hâsıl
olmadı (oluşmadı).
Çünkü münâcât ettiği
(dua ettiği, yalvardığı)
Hakk'ı müşâhede etmedi
(görmedi).
İmdi
(buna göre) gerek
Hakk'ı zevkan (manevi zevkle)
müşâhede edip
(görüp) Hakk'ın bâlâda
(yukarıda) zikr
olunan (anlatılan)
cevaplarını sem'-i rûh
(ruh kulağı) ile işitmeyecek olursa veyâhut
bu mertebeye vâsıl olmayıp
(ulaşamayıp) da, Hakk'ı kıblesinde tahayyül
(hayal) ederek, o
mazhar-ı mütehayyelden
(hayali görüntüden) kendisine hitâb olunan
(konuşulan) o
cevaplara ilkâ-yı sem' etmeyecek
(kulak vermeyececek)
olursa, o kimse namazda hitâbât-ı ilâhiyyeyi
(ilahi seslenişleri)
işiten sınıftan değildir. Ve ta'rîf olunduğu
(anlatıldığı) üzere
Hakk'ı müşâhede etmez
(görmez) ve onun cevaplarını işitmez olmakla
berâber, namazda huzûr-ı ilâhîde
(Allah’ın huzurunda)
durduğunun farkında olmayan ve akli fikri ticâretinde ve
sâir (diğer) umûr-i
dünyeviyyesinde (dünya
işlerinde) olan kimse aslâ musallî
(namazı eda eden)
değildir. Böyle bir kimse ne Hakk'ı müşâhiddir
(görmüştür) ve ne de Hakk'ın hitâbâtını
(seslenişlerini)
işiten tâifedendir
(guruptandır).
Onun kıldığı bu namâz-ı zâhirî
(zahir namazını)
ancak kendisi için dünyâda Müslümanların nâil olduğu
birtakım hukûkun ihrâzına
(elde edilmesine, kazanılmasına) sebep olur.
Bu hukuk-ı dünyeviyye (dünya
hukuku) dahi kendi vücûdu gibi serîu'z-zevâldir.
(çok çabuk zeval (son)
bulandır).
Hayât-ı uhreviyyede (ahiret
hayatında) bu namazın fâidesini
(faydasını) göremez.
Ma'lûm (bilinmiş)
olsun ki, Hakk'ı namazda zevkan müşâhede,
(görmek) Hak hakkında
bir i'tikâd-ı mahsûs (kendine
mahsus bir inanç) sâhibi olmayan kümmelîne
(kamillere) mahsûstur (aittir).
Bu zevât-ı saâdet-simât
(saadetli zatlar)
namazda durdukları vakit kendilerinden geçerler. Ne
kendilerinden ve ne de dünyâ ve mâ-fîhâdan
(ahiretten) haberleri
olmaz. Nitekim İmâm-ı Ali (k.A.v.) efendimizin
ayaklarına saplanan bir oku namazda çıkardıkları halde
haberi olmamıştır. Onların lisân-i zâhirlerinden
(dillerinden) kâil
olan (konuşan) Hak
olduğu gibi reddolunan cevapları işiten dahi yine Hak
olur. / Bu mertebede sami'
(işiten),
mesmû' (işitilmiş)
ve sem'; (işitme)
ve râî (gören),
mer'î (görülmüş)
ve rû'yet (görme)
şey'-i vâhid (tek
hakikat) olur. Aslâ bûy-i isneyniyyet
(ikilik kokusu)
yoktur. Şu halde onların namazı zâhirlerinin
(dışlarının)
bâtınlarına (içlerine)
taabbüdünden (ibadet
etmelerinden) ibâret olur. Ve bunlara nazaran
(göre) Hak ile abd
(kul) beyninde
(arasında) namazın
taksîmi Hakk'ın zâhiri (dışı)
ve bâtını (içi)
i'tibâriyle
(hususuyla) olan bir taksimden ibârettir.
Ammâ bunların mâdûnunda (alt
derecede) olan zevât-ı kirâmda
(muhterem zatlarda)
henüz bûy-i isneyniyyet (ikilik kokusu) bulunduğundan onların rû'yeti
(görmesi) ve simâ'ı
(işitmesi) ve
şuhûdu (görüşü)
kuvvet-i îmân (iman gücü)
ve yakîn (tam,
kesin bilgi) ile vâkı'
(olmuş) olur. Ve
Hakk'ın onlara olan tecelliyâtı, tecelliyât-ı sûriyye
(suretle alakalı tecelliler)
nev'inden
(türünden) bulunur. Ve bunlara nazaran
(göre) kendi ile abdi
(kulu) arasında
namazı taksim eden Hak, i'tikâdâttâ
(inançlarda) olan
ilâh-ı mu'tekaddir (inandığı
ilahtır (düşüncesinde tasarlayıp benimsediği ilahtır)
, ilâh-ı mutlak
(mutlak ilah (Allah) )
değildir. Maahâzâ
(bununla beraber) bâlâda
(yukarda) zikrolunan
(anlatılan)
kümmelîn (kamiller)
kendilerinin mâdûnu (alt
derecelerinde) olan merâtibi
(mertebeleri) dahi
câmi'dir (kendilerinde
toplamışlardır)..
Devam Edecek |