BU FASS
KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE
MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.
Ve
bundandır ki muhakkak vücûd, hareket-i ma'kûleden vâkı’
oldukda, âlemi ademden vücûda nakl eyledi. Salât
harekâtın cemîisine âmm oldu. O da üçtür: Biri hareket-i
müstakîmedir. O da musallînin hâl-i kıyâmıdır. Ve biri
hareket-i ufkıyyedir. O da musallînin hâl-i rükû'udur.
Ve biri hareket-i menkûsedir. O da onun hâl-i sücûdudur.
İmdi insanın hareketi müstakîmdir ve hayvanın hareketi
ufkîdir ve nebâtın hareketi menkûstür. Halbuki cemâdın
kendi zâtından hareketi yoktur. Binâenaleyh hacer,
hareket ettikde gayr ile hareket eder (28)
/ Ya'nî namazın müştemil olduğu
(kapsadığı)
esrârdandır ki, o esrâr sebebiyle namaz, (S.a.v.)
Efendimiz'e sevdirilmiştir. O esrâr dahi budur ki:
كنزا مخفيا فاحببت ان اعرف فخلقت الخلق لاعرف
hadîs-i kudsîsinde beyân buyrulduğu
(bildirildiği)
üzere vücûd-ı izâfi-i âlem
(gölge varlık âlemi (evren) )
hubb-i ilâhîden
(ilahi sevgiden)
ibâret olan hareket-i ma'kûle-i Hak'tan
(Hakk’ın aklen bilinen hareketlerinden)
vâkı' olduğu
(gerçekleştiği)
vakit, o hareket, âlemi
(evreni),
adem-i izâfî
olan a'yân-ı ilmiyye
(ilmi suretler)
mertebesinden vücûd-ı izâfî
(gölge varlık)
mertebesine nakl eyledi
(geçirdi).
Ve
bu hareket-i ma'kûle
(aklen bilinen hareket)
dahi üç vech ile
(şekilde)
vâkı' oldu
(gerçekleşti):
Birisi kevnden
(kozmik varlıktan)
ibâret olan âlem-i süflînin
(alt, aşağı alemin)
îcâdı
(yaratılması)
için vâkı' olup
(gerçekleşip)
yukarıdan aşağıyadır. Ve bu hareket, hareket-i
menkûsedir
(ters harekettir).
Zîrâ
(çünkü)
başaşağıya vâkı' olmuştur
(gerçekleşmiştir).
Diğeri esmâ-i ilâhiyye
(ilahi esmalar)
için vâkı' olan
(gerçekleşen)
hareket-i müstakîmedir
(doğru harekettir)
ki aşağıdan yukarıyadır. Zîrâ
(çünkü)
âlem-i sûflînin
(aşağı, alt âlemin)
vücûdu
(varlığı)
olmadıkça esmâ-i ilâhiyye
(ilahi esma)
zâhir olmaz
(açığa çıkmaz).
Üçüncüsü' hareket-i menkûse
(ters hareket)
ile hareket-i müstakîme
(doğru hareket)
beyninde
(arasında)
olan hareket-i ufkıyyedir
(yatay harekettir)
ki, bu da âlem-i insânînin
(insan âleminin)
îcâdı
(yaratılması)
için olan harekettir. Zîrâ
(çünkü)
insanın neş'eti
(vücuda gelmesi)
âlem-i sûflî
(aşağı âlem)
ile âlem-i esmâî
(esma âlemi)
beyninde
(arasında)
vâkı'dir
(mevcuttur).
Ve
namaz bu üç hareketi câmi'dir
(toplamıştır).
Şöyle
ki musallînin
(namaz kılanın)
namazda kıyam
(ayakta durma)
hâli hareket-i müstakîme
(düz, doğru hareket)
ve rükû'
(öne doğru eğilme)
hâli hareket-i ufkıyye
(paralel, yatay hareket)
ve sücûd
(secde)
hâli de hareket-i menkûsedir
(baş aşağı olan harekettir).
Ve bu harekâttan
(hareketlerden)
her birisi âlem-i süflîde
(aşağı âlemde)
mevcûd olan bir nevi'
(çeşit)
mahlûkun
(yaratığın)
hareket-i zâtiyyesidir
(kendi zatî hareketidir)
ki, bunlardan insanın hareketi müstakîm
(düz, doğru)
ve hayvanın hareketi ufkî
(paralel, yatay),
ve nebâtın
(bitkinin)
hareketi menkûstür
(baş aşağı, terstir).
Cemâdın
(cansız varlıklar dediğimiz taş, maden vs... nin)
kendi zâtından bir hareketi olmadığı için ona bu
harekâttan
(hareketlerden)
birinin nisbeti
(bağıntılı olması)
mümkün değildir. Meselâ bir taş hareket ettiği vakit,
onu mutlaka bir muharrik
(hareket veren)
tahrîk eder./
Ve
onun
و جعلت قرة عيني في الصلاة
ya'nî "Benim kurret-i aynim namazda kılındı" kavline
gelince, ca'li kendi nefsine nisbet etmedi. Zîrâ Hakk'ın
musallîye olan tecellîsi, musallîye değil, ancak O'na
râci'dir. Çünkü bu sıfatı kendi nefsinden zikr etmese
idi, elbette ondan ona tecellîsiz olarak, ona sâlât ile
emr eder idi. İmdi bu, ondan imtinân tarîkıyla vâkı'
oldukda, müşâhede dahi imtinân tarîkıyla vâkı' olur.
Böyle olunca
و جعلت قرة عيني في الصلاة
dedi. Halbuki namaz, ancak müşâhede-i mahbûbdur ki, çeşm-i
muhibb, "istikrâr"dan me'hûz olarak, onunla "karâr"
eder. Binâenaleyh göz onun rü'yeti indinde "müstakırr"
olur. / Şu halde onunla berâber, bir şeyde ve bir şeyin
gayrisinde onun gayri olan bir şeye nazar etmez. Ve işte
bundan dolayı, Hak Teâlâ namazda iltifâttan nehy etti.
Zîrâ iltifât, abdin namazından şeytanın kaptığı bir
şeydir. Binâenaleyh onu mahbûbunun müşâhedesinden mahrûm
eder. Belki eğer Hak, bu mültefitin mahbûbu olaydı,
namazında vechi ile kıblesinin gayrisine iltifât
etmezdi. Halbuki insan, bu ibâdet-i hâssada bu mesâbede
midir, yoksa değil midir? Kendi nefsinde hâlini bilir:
Zîrâ insan nefsine basîret üzeredir. Ve eğer onun
ma'zeretlerini ilkâ ederse bile, o kendi nefsinde
sıdkından kizbini bilir: Zîrâ bir şey, kendi hâlini
câhil değildir. Çünkü onun için kendi hâli zevkîdir
(29).
Ya'ni
Resûlûllah (s.a.v.) Efendimiz
حبّب الئ من دنياكم ثلات
hadîs-i şerifînde
حُبِّبٌ sîğasını
(çekimini) mechûl
(edilgen) olarak îrâd buyurup
(söyleyip)
üç şeyin kendisine cenâb-ı Hak'tan
sevdirildiğini beyân eylediği
(söylediği) gibi
جُعِلَت sîğasını
(çekimini) dahi
kezâ (aynı şekilde)
mechûl (edilgen)
olarak îrâd edip
(söyleyip)
namazda vâkı' olan
(gerçekleşen) kurret-i aynin
(göz aydınlığı) kendi
tarafından değil, Hak tarafından mec'ûl
(kılınmış) olduğunu
beyân buyurdu (bildirdi).
Ve ca'li (yapmayı)
kendine nisbet etmedi
(bağıntılı kılmadı).
Çünkü Hakk'ın musallîye
(namazını eda eden kişiye)
olan tecellîsi, musallînin
(namaz kılanın)
sun'uyla (yapmasıyla)
değil, belki Hak cânibinden
(tarafından) vâkı'dır
(gerçekleşmiştir).
Musallîye
(namaz kılana) râci'
(ait) olan şey,
ancak Hakk'ın tecellîsini kabûle isti'dâddan ibârettir.
Nitekim bir kimse kendi mukâbilinde
(karşısında) bulunan âyîneye (aynaya)
mütecellî olsa,
(tecelli etse (onda görünse) ) onda meşhûd
olan (görünen)
sûret âyîne (ayna)
tarafından değildir belki râî
(aynaya bakan)
tarafındandır. Âyîne (ayna)
tarafından olan şey, / kabûl-i in'ikâsa
(yansımayı kabul eden
(yansıtıcı) ) isti'dâddan ibârettir. Zîrâ
(çünkü) bir dîvâr-ı
kesîfe (kesif (koyu) duvarın)
mukâbil
(karşısında) duran kimsenin sûreti bi't-tabi',
(doğal olarak) o
duvara mün'akis olmaz
(yansımaz);
çünkü duvarda bu isti'dâd yoktur. Böyle olunca
Hakk'ın şuhûdu (görmesi)
ve tecellîsi
(görünmesi), Hakk'a
râci'dir (aittir),
abdin (kulun)
mec'ûlü (yapmış
olduğu şey) değildir. Ve Hakk'ın musallîye
(namaz kılana) olan
tecellîsi, (görünmesi)
Hakk'a râci' (dönük, ait)
olduğunun delîli budur ki: Hak Teâlâ bu
sıfatı, ya'nî namazda kendi tarafından tecellî
(görünme) ve şuhûd
(görme) vukû'unu
(hadisesini) kendi
nefsinden zikretti.
Zîrâ (çünkü)
Resûl (a.s.)’a cânib-i Hak'tan:
(Hak tarafından) "Ben
senin kurret-i aynini (göz
nurunu) namazda kıldım" hitâbı
şeref
vârid (şerefle gelmiş)
olmasa idi, (S.a.v.) Efendimiz, ca'li
(yapmayı) Hakk'a
isnâd ederek (bağlayarak)
"Benim kurret-i aynim
(göz nurum) namazda
kılındı" buyurmaz idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
musallîye (namaz kılana)
olan Hakk'ın tecellîsi Hak cânibinden
(tarafından) olmasa
idi, Hak Teâlâ bu sıfatı kendi nefsinden zikr etmez
(söylemez) ve elbette
Hak'tan musallîye (namazını
eda edene) tecellî
(görünme) vâkı'
olmaksızın
(gerçekleşmeksizin),
sâdece namaz ile emr ederdi. Ve bu sûrette de
abd (kul),
Hakk'ın tecellîsine
(görünmesine) ve
şuhûduna (görüşüne)
nâil olmaksızın
(ulaşmaksızın) edâ-i salât eyler
(namazını eda eder ve
namazda kendisi
için kurretü'l-ayn (göz
aydınlığı) hâsıl olmaz
(oluşmaz) idi. İmdi
(buna göre)
Hakk'ın tecellîsi,
Hak cânibinden
(tarafından) imtinân
(nimet) ve ihsân
tarîkıyla (yoluyla)
olduğu vakit, namazda olan müşâhede
(görüş) dahi, imtinân
(nimet) ve ihsân
tarîkıyla (yoluyla)
olur. İşte (S.a.v.) Efendimiz gerek tecellînin
(görünmenin) ve gerek
şuhûdun (görmenin)
imtinân (nimet)
ve ihsân tarîkıyla
(yoluyla) vukû'una
(oluştuğuna) işâreten
/ و جعلت قرة عيني في
الصلاة buyurdu. Yoksa "Namazda kurret-i aynimi
(gözüm aydını) ben
kıldım" veyâhut "Hak Teâlâ vücûb
(zorunlu, vacip olmak)
tarîkıyla (yoluyla)
kıldı" demedi. Ve namaz ise ancak mahbûbun
(sevgilinin)
müşâhedesinden (görmesinden)
ibârettir ki; hîn-i müşâhede
(görme sırasında) de
muhîbbin (sevenin)
gözü, mahbûbunun
(sevgilisinin) cemâlinde
(yüzünde) karâr eder
(durur, dikilir kalır).
Ve "kurretü'l-ayn"
(göz aydınlığı) "istikrâr"dan,
ya'nî "karâr"dan me'hûzdür
(türetilmiştir).
Çünkü bir kimse sevdiğini gördüğü vakit, gözü
onun cemâlinde (yüzünde)
dikilir kalır. O lezzet-i temâşâdan
(görme zevkinden)
mahrûm olmamak için, gözünü başka bir tarafa imâle etmez
(çevirmez).
Bunun için "karîrü’ü-ayn"
(gözü aydın) "mesrûr"
(memnun, mutlu, muradına
ermiş) ma'nâsında müsta'meldir
(kullanılmıştır).
Çünkü her mesrûr
olan (mutlu olan)
kimse, gözünü kendini mesrûr
(sevindiren, memnun) eden şeye diker ve
kendine sürûr (mutluluk)
veren matlûbundan
(sevgilisinden) başkasına meyl etmez
(yönelmez).
Türkçede "gözü aydın olmak" derler.
Ve
Dâvûd-ı Kayseri (k.A.s.) hazretleri
تقرًبها kavlinde
(sözünde) iki
ma'nâ zikr ediyor
(anlatılıyor): Birincisi
يقَرً "kâf'ın
fethiyle (açılımıyla)
"sürûr": ve ikincisi "kâf'ın kesriyle
(kırılmasıyla) "karâr"
ma'nâsıdır. "Sürûr" ma'nâsına olunca, metnin ma'nâsı
"Onunla mesrûr olur"; ve "karâr" ma'nâsı, ahz edildikde
(alındığında)
"Onunla karâr eder" olur. Şerh-i Kâşânî ve
Bosnevî'de dahi bu îzâhât vardır.
İmdi
(buna göre) göz
mahbûbun (sevgilinin)
rü'yeti (görülmesi)
indinde
(sırasında) müstakırr
(bir karar üzere)
olunca, muhibb, (seven)
mahbûb (sevgili)
ile berâber, bir şeyde, ya'nî mecâli-i
sûriyyeden (suret
aynalarından) bir şeyde, mahbûbun
(sevgilinin) gayri
(başkası olan) bir
şeye nazar etmez (bakmaz).
Nitekim Mûsâ (a.s.)a ateş sûretinde
(şeklinde) mütecellî
olmuş (görünmüş)
idi. Ve kezâ (aynı şekilde)
bir şeyin gayrisinde,
(başkasında) ya'ni hâriçte (dışta),
ma'dûm (yok)
olan tecellîyât-ı zâtiyye-i zevkıyye ve
ma'neviyye (zati tecelliler
ve maneviyatla alakalı zevkler) gibi / mecâlî-i
sûriyyeden (suret
aynalarından) olan bir şeyin gayrisinde
(başkasında),
mahbûbun
(sevgilinin) gayrine
(başkasına) nazar
etmez (bakmaz).
Zîrâ (çünkü)
göz ma'şûkun
(sevilmişin) temâşâ-yı cemâlinde
(yüzünü seyretmede)
sâbit (hareketsiz)
ve mustakırr (kararlı,
dikilip kalmış) olduğu vakit, ma'şûka
(sevilmişe) mensûb
(ait) olan başka bir şey bile olsa. o temâşâdan
(seyretmekten)
ayrılıp, o şeye nazar edemez
(bakamaz).
Eğer ederse o temâşâdan
(seyirden) mahrûm kalır. Zîrâ
(çünkü) göz iki şeyin
temâşâsı (seyredilme)
beynini (arasını )
cem' edemez.
İşte
namazda muhibbin (sevenin)
gözü mahbûbun
(sevgilinin) müşâhedesinde
(görülmesinde)
müstakırr (bir karar üzere)
olduğundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri,
namazda kıblenin veyâ secde mahallinin
(yerinin) gayri
(başka) olan yerlere
iltifâttan (ilgiyi)
nehy (yasak)
etti. Zîrâ (çünkü)
bu mahallerin (yerlerin)
gayrine
(başkasına) bakmak, abdin
(kulun) namazından
şeytanın kaptığı bir şeydir. Ve musallînin
(namaz kılanın) bu
iltifâtı (alakası)
şeytanın tasallutuna
(sataşmasına, musallat olmasına) fırsat
verir. Sebebi budur ki: Musallî
(namaz kılan kişi)
başka bir yere baktığı vakit nazarına
(görüşüne) birtakım
sûretler müsâdif (rastlar,
tesadüf) olur. Şeytan o sûretlerin kalbine
olan te'sîrâtı (tesirleri)
vâsıtasıyla efkâr-ı fâside
(kötü fikirler) ilkâ
(telkin) eder.
Meselâ namazda iken gözü gelip geçenlere müsâdif oldukda
(rastladığında),
bir hüsnâ
(güzel) kadın görür.
Huzûr-ı ilâhîde (Allah’ın
huzurunda) şeytan o sûret vâsıtasıyla
(aracılığıyla) hiss-i
şehevânîsini (şehvet
hislerini) tahrîk eder
(uyandırır).
Bi't-tabi' (doğal
olarak) o namaz, namaz olmaz. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
musallî (namaz kılan kimse)
kendisini, şeytan ve nefsin iğvâât
(azdırmalarından) ve
tahrîkâtından
(kışkırtmalarından) muhâfaza etmek
(korumak) için
kıblesine veyâ secde gâhına
(yerine) nazar etmek
(bakmak) zarûrîdir
(zorunludur).
Aksi halde onu mahbûbunun
(sevgilinin)
müşâhedesinden (seyrinden)
mahrûm (yoksun)
eder. Belki eğer Hak, bu namazda başka
mahallere (yerlere)
bakan kimsenin mahbûbu
(sevgilisi) olaydı, namazında vech-i zâhiri
(zahir yönü, dışı)
ve kalbi ile kıblesinin gayrisine
(başkasına) iltifât
etmezdi (ilgilenmezdi).
İnsan bu ibâdet-i hâssada
(mahsus, özel ibadette),
ya'nî namazda, / bu mesâbede
(derecede) midir,
değil midir? Ya'nî Hakk'ı kıblesinde tahayyül
(düşünüp, hayal)
edip, bâlâda (yukarda)
îzâh olunan (anlatılan)
hitâbât-ı ilâhiyyeyi
(Hakk’ın seslenişlerini)
işitiyor mu, yoksa işitmiyor mu? Kendi nefsinde
hâlini bilir. Zîrâ (çünkü)
insan nefsine basîret
(idraki, bilinci)
üzeredir. Ve onun kendi nefsine ilmi,
(bilgisi) sâir
(diğer) ilminden
akvâdır (daha kuvvetlidir).
Vâkıâ (gerçi)
insan, şöyle oldu, böyle gitti de bunu
yapamadım gibi nefsi tarafından bir takım ma'zeretler
(bahaneler) der-meyân
ederse de, (ileri sürerse de)
bu ma'zeretlerinde
(özründe) sıddık
(gerçek) mıdır, yoksa
kâzib (yalan)
midir? Kendi kendine muhâkeme ederse sıdkına
(doğru olduğuna) veyâ
kizbine (uydurma olduğuna)
hükmeder (karar
verir).
Zîra (çünkü)
hiçbir kimse kendi hâlini câhil
(bilmez) değildir.
Çünkü herkesin kendi hâli zevkîdir. Kişi kendi nefsini
herkesten daha a'lâ (pek iyi)
bilir. /
Devam Edecek |