Füsûs-ül Hikem

435. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.

Ba'dehû müsemmâ-yı salât için başka bir taksim vardır. Zîrâ Hak Teâlâ bize kendisine salât etmemizi emretti. Ve o bizim üzerimize musallî olduğunu haber verdi. Şu halde salât bizden ve Hak'tandır. İmdi O musallî olduğu vakit, ancak ism-i Âhir ile musallî olur. Böyle olunca Hak, vücûd-ı abdden müteahhir olur. Ve o abdin kıblesinde nazar-ı fikrîsiyle veyâ taklîdi ile onu tahayyül ettiği Hak'tır. O da ilâh-i mu'tekaddir. Ve isti'dâddan o mahall ile kâim olaın şey hasebiyle mütenevvi' olur. Nitekim ma'rifet-i billâhdan ve âriften suâl olunduğu hînde, Cüneyd (rahimehullâh)    لون الماء لون انائه    ya'nî "Suyun rengi kabının rengidir" dedi. Ve o cevâb-ı sedîddir ki, onun üzerine bulunduğu şeyle haber verdi. İmdi O, bizim üzerimize musallî olan Allâh'dır. Binâenaleyh biz musallî olduğumuzda bizim için ism-i Âhir hâsıl olur. Böyle olunca biz onda mütehakkık oluruz. Nitekim kendisi için bu isim hâsıl olan kimsenin hâli hakkında biz zikr ettik. Şu halde onun indinde hâlimiz hasebiyle oluruz. İmdi bize ancak bizim getirdiğimiz sûret ile nazar eder. Zîrâ musallî, halbede sâbıktan müteahhir olandır (30).

Ya'nî bâlâda (yukarda) zikr olunan (anlatılan) taksimden sonra "namaz" tesmiye olunan (denilen) şey için Hâk ile abd (kul) arasında başka bir taksîm dahi vardır. Tafsîli (detaylı açıklaması) budur ki: Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de bize kendisi için namaz kılmamızı emr ettiği  gibi    ُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلَائِكَتُهُ لِيُخْرِجَكُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيماً    (Ahzâb, 33/43) âyet-i kerîmesinde, kendisi de bizim üzerimize musallî olduğunu (namaz kıldığını) beyân (bildirdi) ve ihbâr buyurdu (haber verdi). Şu halde, salâtın (namazın) bir nev'i (çeşidi) bizden Hakk'a ve bir nev'i-de (çeşidi de) Hak'tan bize râci'dir (dönüktür, aittir). Hak, bize musallî olduğu (namaz kıldığı) vakit, kendisinin "Âhir" ismi ile musallî (namaz eda eden) olur. Bu i'tibâr (değerlendirme) ile Hakk'ın zuhûru (meydana çıkması) abdin (kulun) vücüdundan müteahhirdir (sonradır). Ya'nî Hak cânibinden (tarafından) vâkı alan (gerçekleşen) bu sâlât (namaz),  abdin (kulun) vücûdundan sonra olur. Nitekim Hakk'ın Gafûr ismi ile tecellîsi (görünmesi), abdin (kulun) vücûdundan ve ondan günâh sudûrundan (çıkışından) sonradır. Demek ki Hak, abdin (kulun) vücûdundan müteahhirdir (sonradır).  Ve abdin (kulun) vücûdundan müteahhir (sonra) olan Hak, abdin (kulun) namaz kılarken kıblesinde nazar-ı fikrîsi (fikri görüşü) ile veyâ taklîdi ile tahayyül (düşündüğü, hayal) ettiği Hak'tır. Ve bu Hakk-ı muhayyel (hayal ettiği hak) dahi, ilâh-ı mu'tekaddir (hayalinde inandığı Allah’tır). Ya'nî mu'tekıdin (inananın) kendince i'tikâd ettiği (inandığı) Hak'tır. Ve pek tabîîdir ki, mu'tekıdin (inanan kişi) i'tikâdında (inancında) tekevvün eden (oluşan) süret-i muhayyele (hayali suret), o mu'tekıdin (inanan kişinin) vücûdundan sonra mütekevvin (oluşmuş) olur; ve bu ilâh-ı mu'tekad (inanılan ilah), i'tikad (inanç) sâhibinin isti'dâdı hasebiyle (dolayısıyla) tenevvü' eder (çeşitlenir). Ve isti'dâd onun tenevvü' ettiği (çeşitlendiği) mahaldir (yerdir), zîrâ (çünkü) Hakk-ı mutlakın (kayıtsız Hakk’ın) bir sûret-i muayyenesi (belli bir sureti) yoktur. Belki zâtı ile mahallin (yerin) isti'dâdına göre mütecellîdir (görünmektedir). Nitekim ma'rifet-i billâhdan (Hakk’ı bilmekten) ve âriften (Hakk’ı bilenden) suâl olunduğu (sorulduğu) vakit, Cüneyd-i Bagdâdi (k.A.s.), hazretleri: "Suyun rengi, kabının rengidir" buyurdu. Ve bu öyle bir doğru cevaptır ki, Hz. Cüneyd hakîkat-i hâli (gerçek durumu) haber verdi. Zîrâ (çünkü) su nasıl bi-renk (renksiz) ve bi-sûret (suretsiz) ise, / zât-ı mutlaka (sınırsız, kayıtsız zat) dahi öylece bî-sûret (suretsiz) ve bî-renktir (renksizdir). Ve su nasıl bulunduğu kabın renginde görünür ve o kabın şekline girer ise, zât-ı mutlaka (kayıtsız zat) dahi kab mesâbesinde (derecesinde) bulunan mezâhir (görüntü yeri) hasebiyle (dolayısıyla) zâhir olur. (görünür) Bu ma'nâya işâreten Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) efendimiz buyururlar:

 

               معشوق همي جاست بيا ييد بيا ييد                  أي قوم بحج رفته كجاييد كجاييد            

            هم خواجه وهم خانه وهم كعبه شماييد            كر صورت بي صورت معشوق ببينيد            

Tercüme: "Ey hacca gitmiş olan tâife, neredesiniz, neredesiniz? Ma'şûk (sevgili) buradadır, geliniz, geliniz. Eğer bî-sûret (suretsiz) olan ma'şûkun (sevgilinin) sûretini görüyor iseniz efendi de sizsiniz, hâne (beyt, mesken) de sizsiniz. Ka'be de sizsiniz!"

Velhâsıl (kısaca) zât-ı mutlaka (kayıtsız zat) cemî'-i evsâf (bütün sıfatlardan) ve suverden (suretlerden) münezzeh (temiz, arı beri) olmakla berâber bi'l-cümle suverden (bütün suretlerden) zâhirdir (görünür). İşte bundan dolayı mu'tekıd (inanan kişi),  akîde-i cüz'iyye (kısmi inanç) sâhibi olunca, onun i'tikâdı (inancı) hasebiyle (dolayısıyla) ona tecellî eder (görünür). Ve ilâh-ı mu'tekad (inanılan ilah) hakkındaki tafsilât (geniş açıklama) Fass-ı Şuaybî'de (Şuayb bölümünde) mürûr etti (geçti).

İmdi (buna göre) mu'tekıdin (inanan kişinin) i'tikâdı (inancı) hasebiyle (dolayısıyla) kıblesinde mütehayyel olan (hayal edilen) Allah, bizim üzerimize "musallî" olan (namaz kılan) Allah'dır. Binâenaleyh (bundan dolayı) biz Kıblemizde tahayyül (hayal) ettiğimiz ilâh-ı mu'tekada (hayalimizde yaratıp, benimsediğimiz ilaha) karşı musallî olduğumuz (namaz kıldığımız) vakit, ism-i Âhir (ahir ismi) bizim için hâsıl olur (oluşur).  Ve biz o isimde mütehakkık oluruz (gerçekleşiriz). /  Çünkü evvela (ilk önce) Hakk'ı tahayyül (düşündük, hayal) ettik, ba'dehû (daha sonra) musallî (namazı eda eden) olduk. Bu sûrette (şekilde) elbette müteahhir (sonra) oluruz. Nitekim bize musallî olan (namaz kılan) ilâh-ı mu'tekadin (inanılan ilahın) bu ism-i Âhir (ahir ismi) ile musallî olduğu (namaz kıldığı) bâlâda (yukarda) zikr edilmiş (anlatılmış) idi. Şu halde biz Hak indinde (katında) halimiz hasebiyle (dolayısıyla) oluruz ve isti'dâdımız hasebiyle (dolayısıyla) onu ne sûretle tahayyül etmiş (hayalimizde canlandırmış) isek, bize ancak girdiğimiz bu sûret ile nazar eder (bakar) ve bize o sûretten mütecellî olur (görünür). Zîrâ (çünkü) gerek âlem-i şehâdette (şahit olunan âlemde (dünyada) ve gerek âlem-i hayâlde, (hayal âleminde) hiç bir sûret yoktur ki Hakk-ı mutlak (kayıtsız hak) ondan zâhir (açığa çıkmış) ve mütecellî (görünür) olmasın. Ve musallînin (namazı eda eden kişinin) ism-i Âhir (ahir ismi) makâmında tahakkukundan (gerçekleşmesinden) nâşîdir (dolayıdır) ki, ona "musallî" (namazını eda eden) denilmiştir. Zîrâ (çünkü) "musallî" lügatte (sözlük anlamında) "at yarışında halbede (yarışan atlılar gurubunda), ya'nî mahall-i müsâbakada, (yarış yerinde) birinci çıkan attan geri kalan ikinci"ye ıtlâk olunur (denir).

Ve onun    عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْبِيحَهُ كُلٌّ قَدْ    (NÛr, 24/41) kavli, her şep Rabb'inin ibâdetinde, taahhurda rütbesini ve tenzîhden onun isti'dâdının i'tâ ettiği tesbîhini âlimdir, demektir. İmdi hiçbir şep yoktur illâ ki o, Halîm ve Gafûr olan Rabb'ine hamd etmekle müsebbihdir. İşte bunun için biz âlemin tesbîhini birer birer tafsîl üzere fehm etmeyiz. Ve bir mertebe vardır ki, onda zamîr    وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ    (İsrâ, 17/44) kavlinde, müsebbih olan abde âiddir. Ya'nî bu şep "kendi hamdi ile" demektir. İmdi    بِِحَمْدَهِ    kavlinde olan zamîr, şeye âit olur. Onun üzerine olduğu senâ ile demektir. Nitekim biz mu'tekıd hakkında dedik ki, muhakkak o, ancak kendi mu'tekadinde olan ilâha senâ eder. Ve nefsini ona rabt etti. Ve onun amelinden olan şey, ona râci'dir. Şu halde ancak kendi nefsine senâ etti. Zîrâ muhakkak san'atı medh eden kimse, bilâ-şek sâni'i medh eder. Çünkü onun hüsnü ve adem-i hüsnü, sâni'ine râci'dir (31).

Ya'nî "musallî" lügatte (sözlük manası) "müteahhir" (sonra gelen, sonraya kalan, geciken) ma'nâsına olunca, Hak Teâlâ hazretlerinin    عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْبِيحَهُ كُلٌّ قَدْ    (Nûr, 24/41) ya'nî "Her bir şey salâtını (namazını) ve tesbîhini bilir" kavli, (sözü) her şey Rabb'inin ibâdetinde taahhurda (geçikmede, sonraya kalmada) rûtbesini ve tenzîh nev'inden (türünden) kendi isti'dâdının i'tâ ettiği (verdiği) tesbîhini bilir, demek olur. Zîrâ (çünkü) vücûd-ı kesîf-i izâfî (yoğunlaşmış göreceli varlık) ile müteayyin olan / (meydana çıkan) her bir mazhar (görüntü yeri),  kendi vücûdunun, (varlığının) Hakk'ın vücûdundan (varlığından) müteahhir (daha sonra) olduğunu bilir. Ve kezâ (aynı şekilde) kendi isti'dâdı tenzîh (mukaddes kılma) nev'inden (türünden) ne gibi bir tenzîhi iktizâ ediyorsa (gerektiriyorsa) onu bilir. Zîrâ (çünkü) bu biliş, o mazharın (görüntü yerinin) kendi nefsini bilmesi demektir. Böyle olunca a'yândan (açığa çıkmış varlıklardan), Halîm ve Gafûr olan Rabb'ine hamd ile müsebbih olmayan (tesbih etmeyen) bir şey yoktur. Ve burada Rabb'in bu iki isim ile zikrinin (anılmasının) sebebi budur ki: Her bir "ayn"a (hakikate, zata) isti'dâdında meknûz (saklı, gömülü) olan kemâlâtı (olgunlukları) Rabb-i Halîm'i (halim ismi) cânibinden (tarafından) ânen-fe-ânen (aşama aşama) rıfk (yumuşaklık, mülâyimlik) ile ve yavaşlıkla kader-i ma'lûm (bilinen kaderi) üzere nâzil olur (iner). Eğer şiddetle ve def’i olarak (bir defada) nâzil olsa (inse) idi, o "ayn"ın (zatın) ona tahammülü olmazdı. Ve kezâ (aynı şekilde) Rabb-i Gafûr (gafur ismi) her bir aynın (zatın) nakâis (noksanlarını) ve zulmet-i imkâniyyesini (olabilecek karanlıklarını) setr eder (örter). İşte her bir şeyin Rabb-i Halîm (halim ismine) ve Gafûr'una, (gafûr ismine) kendine mahsûs (ait, özel) hamdiyle tesbîhi bulunduğu için biz bi’l-cümle (bütün) eczâ-yı âlemin (evren zerrelerinin) tesbîhini, birer birer, ale't-tafsîl (detaylı olarak, uzun uzadıya) bilemeyiz. Zîrâ (çünkü) bir şeyin gayri (başkası) olan şey, o şeyin kendi nefsini bildiği gibi, o şeyi bilemez.

Ve bu âyette bir mertebe vardır ki, o mertebeye nazaran (göre)    وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ    (İsrâ 17/44) ya'nî "Hiç birşey yoktur, illâ ki o şey kendi hamdi ile tesbîh eder" kavlinde (sözlerinde) "bi-hamdihî"deki zamîr, tesbih eden abde (kula) râci' (dönük, ait) olur. Ya'nî bu şey, kendine rnahsûs (özel) olan hamd ile tesbîh eder, demektir. Böye olunca "bi-hamdihî" kavlindeki / (sözündeki) zamîr, şeye (varlığa gelmişe) âittir ki, o şey  nev'-i senâdan, (medhetme türünden) ne gibi bir senâ (övgü) üzerine bulunmakta ise, o senâ (övgü) ile tesbîh eder, demek olur. Nitekim biz i'tikâd-ı mahsûs (kendine has bir inanç) sâhibi olan kimse hakkında dedik ki: Muhakkak o kimse, ancak kendi i'tikâdında (inancında) tahayyül (hayal) ettiği ilâha senâ (övgü ve medh) eder ve nefsini ona rabt eder. (bağlar) Halbuki bu ilâh-ı mu'tekad (inanılan ilah) o kimsenin amelinden (fiilinden) husûle gelen (oluşmuş) bir şeydir. Ve bir âmilin (amel edenin) ameli ise bi't-tabi' (doğal olarak) kendisine râci'dir (aittir). Şu halde Hakk'ı kendi i'tikâdında (inancında) tahayyül (hayal) edip onu îcâd ettikten (yarattıktan) sonra, o ilâh-ı mu'tekade (inandığı ilaha) senâ (medh, övgü) eden kimse, kendi nefsine senâ (övgü) etmiş oldu. Çünkü ilâh-ı mec'ûl, (yapılmış ilah) sâhibi-i i'tikâdın (inanç sahibinin) san'atıdır. Ve san'atı medh eden (öven) kimse, şüphesiz sâni'i (yapanı) medh eder (över). Zîrâ (çünkü) o şey'-i masnû'un (uydurduğu şeyin) güzelliği ve çirkinliği sâni'ine (yapıcısına) râci'dir (aittir).

Devam Edecek