Füsûs-ül Hikem

436. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

XXVI

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"' BEYÂNINDADIR.

Halbuki ilâh-ı mu'tekad, ona nâzır olan kimse için masnû'dur. O, onun san'atıdır. İmdi i'tikâd ettiği şey üzerine onun senâsı, onun kendi nefsi üzerine senâsıdır. Ve bundan dolayı onun gayrı olan mu'tekadı zemm eder. Ve eğer insâf ede idi, onun için bu vâki' olmaz idi. Şu kadar var ki, muhakkak bu ma'bûd-ı hâs sâhibi, Allah hakkında i'tikâd ettiği şeyde, kendinin gayrine i'tirâzından dolayı bunda bilâ-şek câhildir. Zîrâ eğer Cüneyd'in dediği    لون الماء لون إنائه    kavlini ârif olaydı, onun i'tikâd eylediğl şeyi, her bir i'tikâd sâhibine teslîm ederdi. Ve Allah Teâlâ'yı, her sûrette ve her mu'tekadde ârif olurdu. Binâenaleyh o, ya'nî ma'bûd-ı hâs sâhibi, zânndır, âlim değildir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ “Ben abdimin zannı indindeyim" buyurdu ki, ister ıtlâk /etsin, ister takyîd etsin, ona ancak kendinin mu'tekadi sûretinde zâhir olur demektir (32).

Ya'nî sâhib-i i'tikâdın (inanç sahibinin) tahayyül (hayal) ederek nâzır olduğu (baktığı) ilâh kendi tarafından tasnî' olunmuştur (tasarlanmıştır). Ve bu ilâh-ı muhayyel (hayali ilah) bu kimsenin san'atından ibârettir. Bu ilâh üzerine senâ (övgü, medh) ettiği vakit, kendi nefsi üzerine senâ (övgüde bulunmuş, medh) etmiş olur. İşte bundan dolayı o kimse, kendi i'tikâdında (inancında) icâd ettiği (yarattığı) ilâhdan başkasını kabûl etmez ve başkasının i'tikâdında (inancında) mec'ûl (yapılmış) olan ilâhı zemm eder (kötüler).  Nitekim Kur'ân-i Kerîm'de ashâb-ı i'tikâdın (inanç sahiplerinin) hâline işâreten buyurulur.    بِبَعْضٍ وَيَلْعَنُ بَعْضُكُم يَكْفُرُ بَعْضُكُم    (Ankebût, 29/25) ya'nî "Ba'zınız ba'zısını tekfîr (kafir sayar) ve ba'zınız ba'zısını tel'în eyler" (lanetler) Ve eğer bu mu'tekıd (inanmış kişi), insâf ede (nefsine değil, vicdanına uysa) idi, i'tikâdâttan (inançlardan) hiçbir i'tikâdı (inancı) zemm etmez (kötülemez) idi. Şu kadar var ki, bu i'tikâdında (inancında) tahayyül (hayal) ettiği ma'bûd-ı hâssın sâhibi (kendine mahsus bir ilahı bulunan), Allah hakkında başkalarının i'tikâd ettiği (inandığı) şeyde kendi mu'tekadinin (inandığının) gayrine (başka olanına) i'tirâzından (kabul etmeyişinden) dolayı, bu zemminde (yermesinde, kötülemesinde) şübhesiz câhildir (bilgisizdir).  Çünkü Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin    لون الماء لون إنائه    ya'nî “Suyun rengi kabının rengidir.” kavlini (sözünü) ârif olaydı (bileydi) her bir i'tikâd / (inanç) sâhibinin i'tikâdında (kendi inancında) tahayyül (hayal) etmiş olduğu ilâh-ı mu'tekadi (inandığı ilahı) de teslîm eder idi. Fakat Hakk'ın mezâhirin (görüntü yerlerinin) isti'dâdı hasebiyle dolayısıyla) zâhir olduğunu (göründüğünü) bilmedi. Hakk'ın kendine olan tecellîsini tasdîk (kabul edip) ve kendinin gayri (başkası) bulunan mezâhirde (görüntü yerlerinde) vâkı' olan (gerçekleşen) tecellîsini inkâr etti. Ve Allah Teâlâ’yı her sûrette ve her mu'tekadde (inançta) ârif olmadı (bilemedi). Binâenaleyh (bundan dolayı) bu ma'bûd-ı hâs sâhibi  (kendine mahsus bir ilahı olan), sâhib-i zandır (zan sahibidir), âlim değildir. İşte ashâb-ı i'tikâddan (inanç sahiplerinden) her birisi sâhib-i zann (zan sahibi) olduğu için Allah Teâlâ "Ben kulumun zannı indindeyim" buyurdu. Ya'nî abd (kul) Hakk'ı kendi i'tikâdında (inancında) ister ıtlâk (kayıtsızlasın) ve ister takyîd etsin (kayıtlasın), Hak ona ancak kendi i'tikâd etmiş (inanmış) olduğu sûrette (şekilde) zâhir olur (görünür), demektir. Ya'nî abd, (kul) cemî'-i mu'tekadât (itikat edilenlerin hepsinin) sûretlerinde Hakk'ın mütecellî olduğunu (göründüğünü) i'tikâd ederse (inanırsa), ona ıtlâk (kayıtsızlık) üzere tecellî eder (görünür). Ve eğer i'tikâd-ı hâs (kendine has özel inanç) ile takyîd ederse (kayıtlarsa),  o kimseye onun i'tikâd-ı mukayyedi (kayıtladığı inancının) sûretinde tecellî eyler (görünür). /

İmdi ilâh-ı mu'tekadâtı hudûd ahz eder. Ve o da, onun abdinin kalbi vâsi' olduğu ilâhdır. Zîrâ ilâhı mutlak bir şeye sığmaz. Çünkü o, eşyânın "ayn"ıdır ve nefsinin "ayn"ıdır. Halbuki bir şey hakkında, kendi nefsine sığar ve sığmaz denilmez. İyi anla! Ve Allah hakkı söyler ve sebîle hidâyet eder (33).

Ya'nî her bir mu'tekıdin (inanç sahibi) kendi i'tikâdında (inancında) tahayyül (hayal) eylediği ilâh hudûda (sınıra) tâbi' (bağlı) olur. Çünkü her bir mu'tekıd (inanan kişi),  kendi mu'tekadi (inancı) olan ilâhı kabûl edip diğerlerinin mu'tekadâtını (inandıklarını) redd etmekle, bu ilâhın hudûdunu (sınırını) diğerlerinin hudûdudan (sınırından) tefrîk etmiş (ayırmış) olur. Ve bu hudûda (sınıra) tâbi' (bağlı) olan ilâh dahi, kendi abdinin (kulunun) kalbine sığan ilâhdır. Çünkü ilâh-ı mutlak (kayıtsız ilah) hiç bir şeye sığmaz. O ahadiyyet-i mutlakasıyla (kayıtsız, sınırsız, salt, sırf tekliğiyle) her şeyi muhîttir (kuşatmıştır, ihata etmiştir).  Binâenaleyh (bundan dolayı) ne kadar hissî, hayâlî, vehmî, aklî, zannî ve ilmî sûretler varsa, hepsini zâtı ile ihâta eder (kuşatır).  Zîrâ (çünkü) zâhir (meydanda olan) ve bâtın (gizli olan) ancak ondan ibarettir. Böyle olunca zât-ı ahadiyyet-i mutlaka (kayıtsız, sınırsız sırf zat) bi'l cümle (bütün) eşyânın (varlıkların) "ayn"ıdır (hakikatidir). Ve bu ilâh-ı mutlak (kayıtsız ilah) kendi nefsinin ve zâtının aynıdır. Halbuki âlem-i histe (his âleminde, dünyada) örfen bir şey hakkında, kendi nefsine sığar veyâ / sığmaz denilmez. Çünkü sığmak ve sığmamak iki şey'-i muhtelif (iki çeşit şey) mâ-beyninde (arasında) mevzû'-i bahs (söz konusu) olur. Şeyin nefsi ise ayn-ı vâhidedir (tek hakikattir). Ve o şey, nefsinin aynıdır. Binâenaleyh (bundan dolayı) şeyin nefsine sığması ve sığmaması mahall-i güft û gû (dedikodu mahalli) olamaz. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de    وَسِعَ رَبِّي كُلَّ شَيْءٍ عِلْماً    (En'âm, 6/80) ve    رَبَّنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَّحْمَةً وَعِلْماً    (Mü'min, 40/ buyrulması, niseb-i ilâhiyyenin (ilahi sıfatların) her şeye vâsi' (bol, geniş) olduğu ma'nâsını mutazammındır (içerir). Zîrâ (çünkü) ilim ve rahmet niseb-i ilâhiyyedendir (Hakk’ın sıfatlarındandır). Ve Hakk'ın bu nisbetleriyle (sıfatlarıyla) bi'l-cümle (bütün) eşyâya (varlıklara) sığdığı zâhirdir (açıktır). Ve bu bahsin (konunun) tafsîli (geniş açıklaması) "hikmet-i kalbiyye"de (kalbi hikmetlerde) mürûr etti (geçti). Bu dakâikı (inceliği) iyi anla! Hak Teâlâ hazretleri kâmillerin lisâniyle (diliyle) hakkı söyler ve kendisine mûteveccih olan (dönen, yönelen) tâliblere (isteklilere) dahi, sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) göstermekte rehber (kılavuz, yol gösterici) olur.

الحمد لله رب العالمين

intihâ 17 Temmuz 334 ve 8 Şevvâl  337 Çarşamba, sâat-ı ezânî 11.45.

/ Hz. Şeyh-i Ekber 560 sene-i hicriyyesi Ramazan’ının 17. Pazartesi gecesi Endülüs'te âlem-i şuhûda kadem-nihâde olmuşlar ve 638 sene-i hicriyyesi Rebîu'l-âhhirinin 22. Cuma gecesi Şam’da irtihâl buyurmuşlar ve Şam hâricinde Sâlihiyye nâm mevkı'e defn edilmiştir. Kabr-i şerîfi meşhûr ziyâret-gâhdır. Şu halde ömr-i şerîfleri 77 sene 7 ay olur. Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz 604 senesinde tevellüd buyurduklarına göre, bu ltârihte cenâb-ı Şeyh-i Ekber efendimizin 44 yaşında olmaları lâzım gelir. Hz. Mevlânâ 14 yasında Konya'ya pederi Sultânü’l-ulemâ hazretleriyle geldikleri sırada, Hz. Şeyh 58 yaşında olurlar. Bu tâhrihlere nazaran Hz. Şeyh-i Ekber efendimiz ile cenâb-ı Mevlânâ efendimiz muâsır olup, gerek Konya'da ve gerek Şam'da yekdiğeriyle mülâkat buyurmuşlardır. Ve Şam'daki mülâkatları Hz. Şeyh-i Ekber'in son zamanlarına müsâdif olacağı anlaşılır.

Hz. Mevlânâ efendimiz Mesnevî-i Şerîf’in 5. cildinde:

همچنان كه دمند آن صدر اجل      چيش كار خيش تا روز اجل            

beytinde Hz. Şeyh-i Ekber'e işâret buyurup “sadr-ı ecell” ta'bîr etmişlerdir. [A.A. Konuk]