XXVI
BU FASS
KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE MÜNDEMİC "HiKMET-İ FERDİYYE"'
BEYÂNINDADIR.
Halbuki
ilâh-ı mu'tekad, ona nâzır olan kimse için masnû'dur. O,
onun san'atıdır. İmdi i'tikâd ettiği şey üzerine onun
senâsı, onun kendi nefsi üzerine senâsıdır. Ve bundan
dolayı onun gayrı olan mu'tekadı zemm eder. Ve eğer
insâf ede idi, onun için bu vâki' olmaz idi. Şu kadar
var ki, muhakkak bu ma'bûd-ı hâs sâhibi, Allah hakkında
i'tikâd ettiği şeyde, kendinin gayrine i'tirâzından
dolayı bunda bilâ-şek câhildir. Zîrâ eğer Cüneyd'in
dediği
لون الماء لون إنائه
kavlini ârif olaydı, onun i'tikâd eylediğl şeyi, her bir
i'tikâd sâhibine teslîm ederdi. Ve Allah Teâlâ'yı, her
sûrette ve her mu'tekadde ârif olurdu. Binâenaleyh o,
ya'nî ma'bûd-ı hâs sâhibi, zânndır, âlim değildir. İşte
bundan dolayı Allah Teâlâ “Ben abdimin zannı indindeyim"
buyurdu ki, ister ıtlâk /etsin, ister takyîd etsin, ona
ancak kendinin mu'tekadi sûretinde zâhir olur demektir
(32).
Ya'nî
sâhib-i i'tikâdın (inanç
sahibinin) tahayyül
(hayal) ederek nâzır
olduğu (baktığı)
ilâh kendi tarafından tasnî' olunmuştur
(tasarlanmıştır).
Ve bu ilâh-ı muhayyel
(hayali ilah) bu
kimsenin san'atından
ibârettir. Bu ilâh üzerine senâ
(övgü, medh) ettiği
vakit, kendi nefsi üzerine senâ
(övgüde bulunmuş, medh)
etmiş olur. İşte bundan dolayı o kimse, kendi
i'tikâdında (inancında)
icâd ettiği
(yarattığı) ilâhdan başkasını kabûl etmez ve
başkasının i'tikâdında
(inancında) mec'ûl
(yapılmış) olan ilâhı
zemm eder (kötüler).
Nitekim Kur'ân-i
Kerîm'de ashâb-ı i'tikâdın
(inanç sahiplerinin) hâline işâreten
buyurulur.
بِبَعْضٍ وَيَلْعَنُ بَعْضُكُم
يَكْفُرُ بَعْضُكُم
(Ankebût, 29/25) ya'nî "Ba'zınız ba'zısını tekfîr
(kafir sayar) ve
ba'zınız ba'zısını tel'în eyler"
(lanetler) Ve eğer bu
mu'tekıd (inanmış kişi),
insâf ede (nefsine değil,
vicdanına uysa) idi, i'tikâdâttan
(inançlardan) hiçbir
i'tikâdı (inancı)
zemm etmez (kötülemez)
idi. Şu kadar var ki, bu i'tikâdında
(inancında) tahayyül
(hayal) ettiği
ma'bûd-ı hâssın sâhibi
(kendine mahsus bir ilahı bulunan),
Allah hakkında başkalarının i'tikâd ettiği
(inandığı) şeyde
kendi mu'tekadinin
(inandığının) gayrine
(başka olanına)
i'tirâzından (kabul
etmeyişinden) dolayı, bu zemminde
(yermesinde, kötülemesinde)
şübhesiz câhildir
(bilgisizdir). Çünkü
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin
لون الماء لون إنائه
ya'nî “Suyun rengi kabının rengidir.” kavlini
(sözünü) ârif olaydı
(bileydi) her bir
i'tikâd / (inanç)
sâhibinin i'tikâdında (kendi
inancında) tahayyül
(hayal) etmiş
olduğu ilâh-ı mu'tekadi
(inandığı ilahı) de
teslîm eder idi. Fakat Hakk'ın mezâhirin
(görüntü yerlerinin)
isti'dâdı hasebiyle
dolayısıyla) zâhir olduğunu
(göründüğünü)
bilmedi. Hakk'ın kendine olan tecellîsini tasdîk
(kabul edip) ve
kendinin gayri (başkası)
bulunan mezâhirde
(görüntü yerlerinde) vâkı' olan
(gerçekleşen)
tecellîsini inkâr etti. Ve Allah Teâlâ’yı her sûrette ve
her mu'tekadde (inançta)
ârif olmadı
(bilemedi).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) bu ma'bûd-ı hâs sâhibi
(kendine mahsus bir ilahı olan),
sâhib-i zandır
(zan sahibidir),
âlim değildir. İşte ashâb-ı i'tikâddan
(inanç sahiplerinden)
her birisi sâhib-i zann
(zan sahibi) olduğu için Allah Teâlâ "Ben
kulumun zannı indindeyim" buyurdu. Ya'nî abd
(kul) Hakk'ı kendi
i'tikâdında (inancında) ister ıtlâk
(kayıtsızlasın) ve ister takyîd etsin
(kayıtlasın),
Hak ona ancak kendi i'tikâd etmiş
(inanmış) olduğu
sûrette (şekilde)
zâhir olur (görünür),
demektir. Ya'nî abd,
(kul) cemî'-i
mu'tekadât (itikat
edilenlerin hepsinin) sûretlerinde Hakk'ın
mütecellî olduğunu
(göründüğünü) i'tikâd ederse
(inanırsa),
ona ıtlâk
(kayıtsızlık) üzere tecellî eder
(görünür).
Ve eğer i'tikâd-ı hâs
(kendine has özel inanç)
ile takyîd ederse
(kayıtlarsa), o
kimseye onun i'tikâd-ı mukayyedi
(kayıtladığı inancının)
sûretinde tecellî eyler
(görünür). /
İmdi
ilâh-ı mu'tekadâtı hudûd ahz eder. Ve o da, onun abdinin
kalbi vâsi' olduğu ilâhdır. Zîrâ ilâhı mutlak bir şeye
sığmaz. Çünkü o, eşyânın "ayn"ıdır ve nefsinin "ayn"ıdır.
Halbuki bir şey hakkında, kendi nefsine sığar ve sığmaz
denilmez. İyi anla! Ve Allah hakkı söyler ve sebîle
hidâyet eder (33).
Ya'nî
her bir mu'tekıdin (inanç
sahibi) kendi i'tikâdında
(inancında) tahayyül
(hayal) eylediği
ilâh hudûda
(sınıra) tâbi'
(bağlı) olur. Çünkü her bir mu'tekıd
(inanan kişi),
kendi mu'tekadi
(inancı) olan ilâhı
kabûl edip diğerlerinin mu'tekadâtını
(inandıklarını) redd
etmekle, bu ilâhın hudûdunu
(sınırını) diğerlerinin hudûdudan
(sınırından) tefrîk
etmiş (ayırmış)
olur. Ve bu hudûda (sınıra)
tâbi' (bağlı)
olan ilâh dahi, kendi abdinin
(kulunun) kalbine
sığan ilâhdır. Çünkü ilâh-ı mutlak
(kayıtsız ilah) hiç
bir şeye sığmaz. O ahadiyyet-i mutlakasıyla
(kayıtsız, sınırsız, salt, sırf
tekliğiyle) her şeyi muhîttir
(kuşatmıştır, ihata etmiştir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) ne
kadar hissî, hayâlî, vehmî, aklî, zannî ve ilmî sûretler
varsa, hepsini zâtı ile ihâta eder
(kuşatır).
Zîrâ
(çünkü) zâhir
(meydanda olan) ve
bâtın (gizli olan)
ancak ondan ibarettir. Böyle olunca zât-ı ahadiyyet-i
mutlaka (kayıtsız, sınırsız
sırf zat) bi'l cümle
(bütün) eşyânın
(varlıkların) "ayn"ıdır
(hakikatidir).
Ve bu ilâh-ı mutlak
(kayıtsız ilah) kendi
nefsinin ve zâtının aynıdır. Halbuki âlem-i histe
(his âleminde, dünyada)
örfen bir şey hakkında, kendi nefsine sığar veyâ /
sığmaz denilmez. Çünkü sığmak ve sığmamak iki şey'-i
muhtelif (iki çeşit şey)
mâ-beyninde
(arasında) mevzû'-i bahs
(söz konusu) olur.
Şeyin nefsi ise
ayn-ı vâhidedir (tek
hakikattir).
Ve o şey, nefsinin aynıdır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) şeyin
nefsine sığması ve sığmaması mahall-i güft û gû
(dedikodu mahalli)
olamaz. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de
وَسِعَ رَبِّي كُلَّ شَيْءٍ عِلْماً
(En'âm, 6/80) ve
رَبَّنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَّحْمَةً وَعِلْماً
(Mü'min, 40/ buyrulması, niseb-i ilâhiyyenin
(ilahi sıfatların)
her şeye vâsi' (bol, geniş)
olduğu ma'nâsını mutazammındır
(içerir).
Zîrâ (çünkü)
ilim ve rahmet niseb-i ilâhiyyedendir
(Hakk’ın sıfatlarındandır).
Ve Hakk'ın bu nisbetleriyle
(sıfatlarıyla) bi'l-cümle
(bütün) eşyâya
(varlıklara) sığdığı
zâhirdir (açıktır).
Ve bu bahsin
(konunun) tafsîli
(geniş açıklaması) "hikmet-i kalbiyye"de
(kalbi hikmetlerde)
mürûr etti (geçti).
Bu dakâikı
(inceliği) iyi anla! Hak Teâlâ hazretleri
kâmillerin lisâniyle
(diliyle) hakkı söyler ve kendisine
mûteveccih olan (dönen,
yönelen) tâliblere
(isteklilere) dahi,
sırât-ı müstakîmi (doğru
yolu) göstermekte rehber
(kılavuz, yol gösterici)
olur.
الحمد لله رب العالمين
intihâ 17 Temmuz 334 ve 8 Şevvâl 337 Çarşamba, sâat-ı
ezânî 11.45.
/ Hz.
Şeyh-i Ekber 560 sene-i hicriyyesi Ramazan’ının 17.
Pazartesi gecesi Endülüs'te âlem-i şuhûda kadem-nihâde
olmuşlar ve 638 sene-i hicriyyesi Rebîu'l-âhhirinin 22.
Cuma gecesi Şam’da irtihâl buyurmuşlar ve Şam hâricinde
Sâlihiyye nâm mevkı'e defn edilmiştir. Kabr-i şerîfi
meşhûr ziyâret-gâhdır. Şu halde ömr-i şerîfleri 77 sene
7 ay olur. Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz 604 senesinde
tevellüd buyurduklarına göre, bu ltârihte cenâb-ı Şeyh-i
Ekber efendimizin 44 yaşında olmaları lâzım gelir. Hz.
Mevlânâ 14 yasında Konya'ya pederi Sultânü’l-ulemâ
hazretleriyle geldikleri sırada, Hz. Şeyh 58 yaşında
olurlar. Bu tâhrihlere nazaran Hz. Şeyh-i Ekber
efendimiz ile cenâb-ı Mevlânâ efendimiz muâsır olup,
gerek Konya'da ve gerek Şam'da yekdiğeriyle mülâkat
buyurmuşlardır. Ve Şam'daki mülâkatları Hz. Şeyh-i
Ekber'in son zamanlarına müsâdif olacağı anlaşılır.
Hz.
Mevlânâ efendimiz Mesnevî-i Şerîf’in 5. cildinde:
همچنان كه دمند آن صدر اجل چيش كار خيش تا روز اجل
beytinde Hz. Şeyh-i Ekber'e işâret buyurup “sadr-ı ecell”
ta'bîr etmişlerdir. [A.A. Konuk] |