Tasavvuf ehline
göre, kutup olan zatın tabiatında hangi sıfat ağır
basarsa, âlemde o sıfatın yansıması çokça olur.
Örneğin, Kutup’un tabiatında gazap ve kahır sıfatı
baskın olursa, âlemde gazap ve kahır sıfatı yaygın olur.
Eğer yumuşaklık ve affedicilik nitelikleri baskın
olursa, insanlar arasında yumuşaklık, affedicilik ve
huzur çoğalır. Eğer cimriliği cömertliğinden fazla ise,
âlemde cimrilik sıfatı çok olur. Eğer cömertliği
cimriliğine baskın çıkarsa insanlar arasında kerem ve
cömertlik sıfatları çok olur. Diğer nitelikler de bu
minval üzeredir. Çünkü Kutup, âlem dairesinin
merkezidir. Âlem dairesi merkez noktasının etrafında
döner.
Yüce Allah her
bir zaman diliminde Âdemoğullarından birini kendisine
vekil olarak seçer. Hiçbir zaman dünya Halifesiz kalmaz.
Ne zaman dünyada hilafete layık bir kimse bulunmazsa,
işte o zaman kıyamet kopar.
Bu bağlamda en
son Halife Muhammed Mehdî’dir.
İmam Mehdi’nin zuhurunu,
Muhammed ümmeti 700 tarihinden beri beklemektedir. Gerçi
istihraç (belirtilerden hareketle sonuca varma) yapanlar
ve cifir hesabı yapanlar, çok sözler söyleyip tarihler
belirlediler. Ancak hiçbir istihraç ve cifir oku hedefi
tutturamadı. Bu yüzden
Mehdi’nin zuhur zamanını
belirleme çabalarından vazgeçip bunu Allah’ın bilgisine
havale etmek daha uygundur.
Keşif erbabı
olanlar dahi böyle maddeleri bilmezler.
(126,127)
Bu yüzden
muhakkiklerin ileri gelenleri bir şeyden haber
verdiklerinde kesinlikle vakit belirtmeyip;
“O” nun emri;
bir şeyi dilediği zaman “OL” demektir. Hemen oluverir.
Âyeti gereğince;
“Bunun bilgisi
Rabbimin katındadır..”
derler. (128)
Kerametlerle
bezenmiş bu zat, Şiilerin ve bir kısım Sufilerin
söylediği gibi, oniki (Ehl-i Beyt) İmamdan değildir…
Bilakis, ortaya çıkması beklenen İmam Muhammed Mehdi,
ahir zamanda doğup ortaya çıkacaktır… İsmi “Muhammed”
ise de Araplar, Türkler ve İranlılar arasından çıkması
şart değildir. Ancak Allah Resûlü Efendimiz
(s.a.v)’in soyundan ve Hz. Fatıma annemizin
zürriyetinden olacağına ilişkin görüş ağır basıyor.
Bu Zat’ın ortaya
çıkacağı sırada gökten bir melek seslenecek ve bütün
Âdemoğullarına, O’nun zuhurunu duyurur. Kutlu
gelişleriyle birlikte, yeryüzünde ne kadar mutlu, yani
Îman ehli insan varsa, hepsi İmam Muhammed Mehdî’ye tâbi
olarak iman ve ilahi feyiz kalplerinde artar ve
güçlenir. Her biri güç ve cesaret sahibi olur. Aynı
şekilde mutsuzlar, yani imandan yoksun olan kimselere
de, mutsuzların başı olan Deccal’a uyarlar. Böylece iç
dünyalarında gizli bulunan mutsuzluk, bedbahtlık
kötülüğü güç bulur, daha bir gürleşir. Bu yüzden onlar
da cesur ve şiddetli olurlar. O zaman mutlular zümresi
ile bedbahtlar zümresi arasında pek yaman bir savaş, bir
cenk, şiddetli bir vuruşma, amansız bir mücadele patlak
verir.
Yedi sene boyunca insanlar
rahat yüzü görmezler, kuraklık ve açlık yüzünden çözülüp
yok olurlar.
Deccal de İsa (a.s) tarafından helak edilir.
Böylece yer
yüzü zulüm ve zorbalık yüzünden viran olmuşken, yeniden
adalet ve hoşgörüyle mamur ve mutlu olur.
İmam Muhammed
Mehdî, o nur bahşedici dönemlerinde Muhammedî hakikatın
mazharı olduğu için, sahih olan görüşe göre, İsa (a.s)
Ululazim bir Resul olmasına karşın, Mehdî’ye tâbi olur.
Mehdî, O’nun da önderi olarak Muhammedî şeriata göre
amel eder.
Sahih görüşe
göre, Mehdî taklit eden değil, muhakkik olduğu için,
Müslümanlar arasında ki mezhep ihtilaflarını ortadan
kaldırıp, kendince ma’lum olan Hakk mezhebe göre amel
edip, hüküm verir.
(129,130)
Allah iradesi
gerçekleşmedikçe, Nebîler, Resuller ve Veliler hiçbir
kimseye himmet ve şefaat edemezler.
Günümüzde halk
kesiminin büyük bir aymazlık örneği sergileyerek
Allah’ın emirlerine uygun amel etmez, yasaklarından da
kaçınmaz oldukları, üstüne üstlük her yasak ve münkeri
işledikleri halde, falan makamı ziyaret etmeleri, falan
makama mevlit okutmak için masrafta bulunmak, falan
yerde zikir halkası vardır diye koşup makam makam
dolaşmaları, bildikleri günah ve yasakları
işlemelerine rağmen evliyanın makamından yardım
dilemeleri ne büyük ahmaklık ve cehalettir. (132)
Kur’an’ın
indirilişinden maksat, onun ile amel etmektir.
Yoksa hükümleriyle amel etmeden Kur’an’ı sadece okuyan
ve dinleyenlere Kur’an’ı Azîm lanet eder, bedduada
bulunur.
Papağan gibi
Kur’an’ı okumak ve dinlemek Kur’an’ı aşağılamaktan,
O’nunla alay etmekten başka bir şey değildir. Böyle bir
duruma düşmekten Allah’a sığınırız.
Sözgelimi, bir
Kral halkına, emirlerini ve hükümlerini kapsayan bir
ferman gönderse, onlarda padişahın bu fermanının
içeriğine uygun amel etmeyip sadece ibaresini okuyup
dinleyerek vakit geçirseler, bu kralın böyle davranan
halkına karşı nasıl bir muamelede bulunacağını
açıklamaya bile gerek yoktur. (134)
Bilesiniz ki
Vahdet ehli iki guruba ayrılır. Birincisini anlattık,
tekraren deriz ki: Onlara göre varlık BİR’dir. BİR’den
çok değildir. O varlık ta Allah varlığıdır. Allah
varlığından başka hiçbir varlık yoktur. Olması da mümkün
değildir. Bu guruba göre, evrende var olan şeylerin tümü
Hakk’ın varlığıdır. “Hakk’ın varlığından başka varlık
vardır…” demek Allah’a ortak koşmaktır.
…
İkinci guruba
göre, varlık iki kısma ayrılır.
Birisi gerçek
varlık, birisi de hayali ve gölge varlıktır.
Allah varlığı
gerçek varlıktır, alemin varlığı ise hayali bir
varlıktır.
(136)
Hazreti Hızır
(a.s) ‘ ın Resul mü, yoksa Velî mi olduğu hususunda
alimler arasında farklı görüşler vardır. Ancak bu
görüşlerin en sahihine göre, Hızır (a.s) Resuldür.
Hazreti İlyas
(a.s) denizlere memur edildiği gibi, Hz. Hızır (a.s) de
karada yaşayan varlıkların korunup kollanmasıyla
görevlidir.
Ancak,
kesinlikle yüce ilahi iradenin aksine hareket etmezler.
(140)
Yeryüzünde ne kadar yaratılmış varsa Allah iradesiyle,
Hızır (a.s) onların çıkarlarını gözetlemekle
görevlidir. Âriflere ve âbidlere verilen maddi ve
manevi kerametler ve dereceler O’nun aracılığıyla
verilir. Zamanın kutbu, her vakit onun terbiyesi,
eğitimi altında olur.
(141) |