Kitabın Adı:
KUR’AN MÜHRÜ
Hatmu’l Kur’an
Müellifi : Şeyh-ül
Ekber Muhyiddîn İbn’ül ARABÎ (M: 1165-1240)
Derleyen : Abdulbaki
Miftah
Mütercim : Vahdettin
İNCE
Nâşir : Remzi
GÖKNAR
Yayınevi : KİTSAN
Yayınları – İstanbul – 0212 513 67 69
Yansıtan : Hamdi
CENİK
www.sufizmveinsan.com
Yirminci Bölüm:
"Fecir"
suresinde yer alan
"…her
an gözetlemededir."
(Fecir,
14) ayetinde geçen
"gözetleme"
kelimesinin anlamına işaret ederken sözünü ettiği ilginç
bir hayvanı hatırlatmaktadır. Bununla ilgili olarak
şunları söylüyor (II:674):
- "…Bu
öyle bir hayvandır ki üst kısmını yiyen kimseye yıldız
ilmi, ortasını yiyene bitki ilmi ve kuyruğundan önceki
kısmı yiyene de yeraltı suları ilmi verilir. Bu kimse
susuz bir yere gittiğinde yerin altında kaç zira
derinlikte su bulunduğunu bilir. Bu hayvan ne büyük ne
de küçük olan bir yılandır. Sadece Endülüs'ün batısında
bulunur. Emirülmüsliminin kâtibi Abdullah b. Abdun bu
hayvanla karşılaşmıştı. İki ağızlı bir bıçakla ve tek
bir darbeyle başını ve kuyruğunu kesmiş ve hayvanı üç
kısma bölmüştü. Üç kardeştiler. Abdullah hayvanın üst
tarafını yemişti. Bu yüzden yıldızlara göre hükmetme
hususunda bir uzmandı. Hem de herhangi bir kitap
okumadan ve bir imamdan ders almadan. Kardeşi Abdulmecid
orta kısmını yemişti. O da bitki ilminde, bitkilerin
özellikleri ve terkipleri hususunda bir uzmandı. O da
herhangi bir kitap okumadığı gibi kimseden de ders
almamıştı. Oğlu el-Mancınıki Konya'da bunları bana
anlattı. Üçüncü kardeş de kuyruktan önceki son kısmını
yemişti. O da yerin altından su çıkarma hususunda bir
uzmandı. Sırlarını mahlûkatta gizleyen Allah noksan
sıfatlardan münezzehtir." (392)
Allahu
taala buyuruyor ki:
Kulum
defi hacet edip de abdest almadığı zaman bana eziyet
eder. Abdest alır da namaz kılmazsa bana eziyet eder,
namaz kılar da dua etmezse bana eziyet eder. Bana dua
eder de ben duasını kabul etmezsem, ben ona eziyet etmiş
olurum. Ama ben eziyet eden bir Rab değilim. Ben eziyet
eden bir Rab değilim. Ben eziyet eden bir Rab değilim."
(393)
Tertemiz
şeyhimiz Ahmed b. Mesud Sedad el-Mukri el-Mavsıli 601
yılında Musul şehrinde bize haber verdi:
—Resulullah’ı
(s.a.v) gördüm ve dedim ki:
—Ya
Resûlallah! Satranç oynamak hakkında ne diyorsun?
—Helaldir,
buyurdu (ravi Hanefi mezhebine mensuptu). Dedim ki:
—Tavla?
—Haramdır,
buyurdu. Dedim ki:
—Ya
Resûlallah! Müzik için ne dersin?
—Helaldir,
dedi.
—Peki,
aşk şarkıları için ne dersin?
—Haramdır,
dedi. Dedim ki:
—Ya
Resûlallah! Benim için Allah'a dua et. Çünkü bir
ihtiyacım var (ya da bu anlamda bir şey söyledi).
Buyurdu ki:
—Allah
sana bin dinar rızık verdi. Her dinar dört dirhemden
ibarettir. Uyandığımda sultan en-Nasır
Selahaddin Yusuf b. Eyyub (Allah rahmet etsin) bir iş
için beni çağırdı. Yanından ayrıldığımda, bana dört bin
dirhem verilmesini emretti. Akşam olmadan Resulullah'ın
(s.a.v) duasında belirttiği dirhemler eksiksiz olarak
elimdeydi. Ravi dedi ki:
—O
saatten sonra haram olduğuna inandığım Satrancın helal
ve aşk şarkılarının da haram olduğuna inandım. Daha önce
her ikisi açısından da aksine inanıyordum. (394)
Bana
Avhaduddin Hamid b. Ebu'l Fahr el-Kirmani (Allah onu
muvaffak kılsın) anlattı:
—Gençlik
günlerimde bir şeyhe hizmet ediyordum. Şeyh hastalandı.
O sırada bir mağazada bulunuyordu. Karnı ağrıyordu.
Tikrit'e geldiğimizde ona dedim ki:
—Ey
Efendim! İzin ver, hastaları bedava tedavi eden Sincar
hastanesinin sahibinden bir ilaç getireyim.
Benim
çok istediğimi, hastalığına üzüldüğümü görünce, ona git,
dedi. Hastane sahibinin yanına gittim. Çadırında
oturuyordu. Adamları da huzurunda ayakta bekliyorlardı.
Önünde bir mum vardı. Ne o beni tanırdı ne de ben onu
tanırdım. Beni kalabalık içinde durmuş görünce, yanıma
geldi, elimden tutup ikramda bulundu ve sordu:
—Ne
ihtiyacın var?
Şeyh'in
durumunu ona anlattım. Hemen ilacı hazırlayıp bana
verdi. Beni yolcu etmek üzere dışarı çıktı. Hizmetçi de
önünden mumu tutarak yürüyordu. Şeyh'in onu görüp ortaya
çıkmasından korktum. Bunun üzerine ısrarla geri
dönmesini istedim. O da geri döndü. Şeyh'in yanına
geldim ve ilacı verdim. Hastane sahibi emirin bana nasıl
saygı gösterip ikramda bulunduğunu anlattım. Şeyh
gülümsedi ve bana dedi ki:
—Oğlum!
Benim için üzülmenden dolayı sana acıdım ve sana izin
verdim. Sen gidince, Emirin seninle ilgilenmemek
suretiyle seni utandırmasından korktum. Buradaki
suretimden sıyrıldım ve o emirin suretine girdim. Onun
yerine oturdum. Sen gelince de sana ikramda bulundum ve
gördüğün o işleri yaptım. Ardından gelip şu suretime
tekrar girdim. Bu ilaca ihtiyacım yok, onu
kullanmayacağım. (397)
Nukaba
kelimesi tasavvuf ıstılahında ya Âdem’in (a.s) izi
üzerinde olan 300 adama denir (II:9/ ıstılahatu's sufiye,
4), ya da burçların adamları anlamında kullanılır. Şeyh,
onları şöyle vasfeder (II:7):
—Onlar
on iki nakiptir. Her zaman burçların sayısına denk
olarak on iki kişi olurlar, ne eksilir, ne de artarlar.
Her nakip, bütün burçların özelliklerini, Allah'ın
makamına yerleştirdiği sırları, tesirleri, bu makama
yerleşenlere sabit ve gezgin yıldızların özellikleri
olarak bildirilen hakikatleri bilir (…) Bil ki Allah,
indirilmiş şeriatların ilimlerini bu nakiplerin eline
vermiştir. Nefislerin gizliliklerini ve gailelerini
ortaya çıkarmak, nefislerin tuzaklarını ve hilelerini
bilmek onların yetkileri dâhilindedir. İblis ise,
onların nezdinde apaçık ortadadır. Onunla ilgili olarak
bildiklerini İblis'in kendisi de bilmez. (401)
…
Varedici kudretin, amelini teklif ettiği şeye taalluk
etmesi de kaçınılmazdır. Bir
gün
sevgili evladım adı geçen İsmail bu meseleyi bana açıp
şöyle dedi:
—Fiilin kula nispetinden, ona izafe edilmesinden ve
tecellinin onun içinde gerçekleşmesinden daha güçlü bir
delil var mı? Çünkü kulun sıfatlarından biri, Hakkın
insanı kendi suretinde yaratmasıdır. Eğer fiil insandan
soyutlanırsa, bu takdirde Onun sureti üzere olması sahih
olmaz ve Onun isimleriyle ahlaklanmayı kabul edemez…
(403) |