Türkiyem
mahzun... Son yılların en büyük felaketi 7.4 şiddetinde yaşandı.
Ardından
bir Düzce ve Bolu faciası... Dertler daha bitmedi, bitecek gibi de görünmüyor...
Hepimizin
yüreklerini yakan, yaşam yolunda yalnız, evsiz-barksız, çaresizlik
ve acılar içinde, şokta bırakan depremler, bir bakıma, savaş
sonrasında hâlâ barınma sorununu çözemeyen Kosovalıların yaşadığı
dram ile bütünleşti.
Henüz
açmazlar halledilmiş değil, iki ülke üzerinde yaşayanlar için...
İnsanlar üzgün solgun...
TV
ekranları, önünüze uzun süreli canlı yayınlarla durmadan ölü
ve yaralı rakamları getiriyor... Deprem, sadece enkaz altında kalan
insanlar demek değil; biliyorsunuz ki kurtulanları da soğuk buz
gibi geceler bekliyor.
Nitekim
odun, lastik ne bulurlarsa yakıp ısınan vatandaşlarımızın görüntüleri
geçmeye başlıyor. Bir aile... Çocukları enkaz altında kalmış ağlıyor;
büyükanne ağıtlar yakıyor...
"Adapazarı'ndan
kurtulduk, burada. yakalandık" diye dövünenlerin sayısı az
değil..."
Onca
vaat, başladığı yerde bitiyor, geçerliliğini yitiriyor...
17
Ağustos'tan miras kalan trajedi, Düzce-Bolu kentlerinde boy göstermede...
Ya
kışı geçirmek için yardım yeterli olmazsa?..
İnsanımız
çadıra mahkum oldu şöyle veya böyle...
Ne
olacak?
Daha
hangi şartlarla karşılaşacağız?.. Sonumuz nereye varacak!..
Böyle
olayların; âfetlerin ardından akla ister istemez şu sorular
geliyor;
Kader
mi başımıza gelenler? Kişisel tutkular mı? Yoksa ihmâlin sonuçları
mı?
Kendimizi
yoklamanın tam zamanı!.. Yaşadığımız şeyleri, olup bitenleri
Amentü `nün esasları içinde değerlendirebiliyor muyuz.?
Veya
"bunca masum insanın acıya boğulmasına yol açan sebeplerin
Allah'ın rahmeti ile ilgisi olamaz" mı diyoruz?
Amacım,
"Kader
nedir, ne değildir", "ihmale kapı açan, çanak tutan yaşantımız"
veya "tüm yaşananlar kaderdir" gibi düşünce hacmini
yansıtan görüşlerle eleştirilere uzanmak değil, vatanına düşkün
hir fert, bir ülke insanı olarak acıyı paylaşmak; bu yöndeki tüm
görüşlerle birlikte, mistik verileri de hatırlatmak ve söylenenleri
tartışarak doğru bir zemine oturtulmasını sağlamaktır.
insanın
anlatmaya dilinin varmadığı sahneleri gördükten sonra, şükretmekten
başka yapacak bir şey gelmiyor içinden...
Maalesef,
ülke böylesi ağır şartlarda Ramazan Ayına girilmiştir.
Buruk
bir sevincle karşıladığımız bu ay, Allah Resûlü'nün
"Ramazan ümmetimin ayıdır" sözleriyle yerini Rahmet'e bırakır:
insanın
olgunlaşma aşamasındaki devrelerinden biri hatta en önemlisi hiç
şüphesiz ramazan ayıdır.
Ayın
simgesi olan oruç sayesinde bedenin isteklerine set çekilir. Açlık
ve susuzluk şehveti frenlediği" gibi, bedensel yapıdan
kaynaklanan hiddet, çıldınlık gibi halleri de asgari düzeye
getirir.
Orucun
başlarındaki zorluklar daha sonra yerini kolaylığa bırakır.
Dolayısıyle, istenilen amaca ulaşılmış olur. Orucun büyük günahalara
kefaret olması da bilinen bir husustur.
Neticede,
bedensel yön azalır. Yerini, insanda mevcut meleki güçlere, güzel
ahlâka bırakır. Oruç belirli kurallar çerçevesinde tutulduğu
takdirde, her bakımdan faydalıdır. Esasen, birey oruçlu olduğu sürece
bu hâlin farkına varmaktadır.
İslam
dini sadece orucu değil, giyim kuşam konusunda temiz, şık, güzel
ve göze hoş gelen, görünme gerekliliğini de bireye şart koşar.
Hz.
Resûlullah, kendisine çok iyi baktığını, özellikle giyim kuşam
ve temizlik konusunu çok önemsediğini, kendisinin bizzat bu
uygulamayı yaptığını görmedeyiz.
Değerli
okuyucu, geçen sene olduğu gibi bu yıl da, Ramazan ayını en iyi
şekilde yansıtan gazeteniz AKŞAM'da beraberiz... Ramazan Ayınız mübarek
olsun...
(Bu Yazı 9 Aralık 1999
tarihli Akşam Gazetesinde yayınlanmıştır.)
|