Müellifi:
MUHYİDDÎN
İBN ARABİ
Eserin adı:
Rûhu’l Kuds
İbn Arabi’nin Feyz Aldığı
Sûfiler
Mütercim:Vahdettin İNCE
Nâşir : KİTSAN Yayınevi (0212 513 67 69)
Yansıtan : Hamdi CENİK
www.sufizmveinsan.com
… Rabbinden ilk
idrak ettiğin nimet, onun seni yokluktan varlığa
çıkarmasıdır. Nitekim yüce Allah bunu sana yönelik
nimetler arasında saymıştır:
İnsan düşünmez
mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz
kendisini yaratmışızdır.
(Meryem Sûresi, 67. Âyet) (196)
… Gerçek sûfiler dediğimiz
bu zümrenin ibadet etmeleri, ilahi boyun eğdirmenin bir
sonu değildir. Aksine, amele ve sonuçlarına fena
olgusunun hakim olduğunu müşahede eder biçimde şükür
mahiyetinde ibadet ederler. İleride sevap olarak
karşılarına çıksın, kendilerine ödül olarak verilsin
diye amel etmezler. Aksine onların ibadet
etmelerinin sebebi, efendinin onlara: “Amel
edin!.” Demesidir. Onlar, amel ederler ve
amellerini takdim ederler. Kabul yada reddetmek
Efendi’ye aittir. Teklif bunlara yönelik değildir.
Teklifin anlamı bunlardan kaldırılmıştır. Yani onlar
ibadet ederken, Salih amellerini sunarken bir ağırlık,
bir yüksünme hissetmezler. Çünkü mabutlarını irfan
derecesinde bilirler, kendi nefislerinin hakları yerine
O’nun haklarını eda etmekle meşguldürler.
Kendileri için bir ecir
talep etmeleri tasavvur edilemez. (203)
… Biz taşlara ve
cansız varlıklara farklı bir gözle bakıyoruz.
Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur:
Taşlardan öylesi
var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki,
çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da
Allah korkusuyla yukarıdan aşağıya yuvarlanır.
(Bakara Sûresi, 74. Âyet)
Burada yüce
Allah taşları korku duymak gibi vasıflarla
nitelendirmiştir.
Bir yerde de
şöyle buyurmuştur:
Eğer biz
Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu Allah
korkusundan baş eğerek parça parça olmuş görürdün.
(Haşr Sûresi,
21. Âyet)
Bir ayet de de
şöyle buyurmuştur:
Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik
de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular.
(Ahzab Sûresi, 72. Âyet)
Bir ayette
göklere ve yere hitabet şöyle buyurmuştur:
İsteyerek veya
istemeyerek gelin! İkisi de isteyerek geldik dediler.
(Fussilet Sûresi, 11. Âyet)
Ey dağlar ve
kuşlar! Onunla beraber tespih edin.(Sebe
Sûresi, 10. Âyet)
Yani onun tespihini tekrarlayın, onunla beraber yürüyün.
Biz onun emriyle
kolayca giden rüzgarı onun emrine verdik.
(Sad Sûresi, 36. Âyet)
Hz. Rasûlullah (s.a.v)
şöyle buyurmuştur:
”Bana selam
veren bir taş biliyorum..”
Uhud Dağı
hakkında da şöyle buyurmuştur:
“Bu öyle bir
dağdır ki, bizi sever, biz de onu severiz.”
Hz. Musa (a.s)
taşa seslenerek:
“Eşim bir
taştır!… Eşim bir taştır!..”
demiştir.
Ayrıca Hz.
Rasûlullah’ın (s.a.v) avucunda ki çakıl taşları
Allah’ı tespih etmişlerdir.
Bunun gibi daha
bir çok örnek verilebilir.
Dolayısıyla
bize göre cansız varlıklar Allah’ı bilirler ve kendi
alemlerinde O’nu zikrederler. Tabii kendi ufku ve feleği
çapında. (205)
Sonra Allah,
nimet üstüne nimet bahşederek sana daha fazlasını
vermiştir. Çünkü seni bitki ve ağaç ümmetinden hayvan
ümmetine naklettirmiştir. Seni duygu sahibi, hassas bir
varlık yapmıştır. Bu yüzden cansız varlıkların,
bitkilerin ve hayvanların yükümlü oldukları şükür ve
ibadetten sen de yükümlüsün. Sen onların
hakikatlerini kapsadığın gibi onlardan her birinden
fazlasını kapsamaktasın. O halde aşağısı ve
yukarısıyla tüm alemlerin ibadet şekillerini keşfetmen,
üzerinde bulundukları ibadet halini belirlemen, böylece
kendini onlardan her bir taifenin ibadetini yerine
getirmekle sorumlu tutman gerekir. (207)
Sizi güçsüz
yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve
sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren
Allah’tır.
(Rum Sûresi, 54.
Âyet)
Âyette sözü
edilen ilk güçsüzlük hakiki bir güçsüzlüktür, tefsiri
değildir. Allah bu güçsüzlüğü senin için, bütün alemin
fıtratı üzere yaratmıştır. Kuvvet ise, sana şekil
verdikten sonra büyük genel topluluk sırrının içine
üflenmesidir. İkinci güçsüzlük ve ihtiyarlık ise,
sana bahşettiği marifet ilacını içmendir. Bu ilacı
kullandın ve bundan da fayda gördün. Artık sen hiçbir
hususta alem çerçevesinde değilsin ve kesinlikle onlarla
birlikte temayüz etmezsin. Çünkü sen ulûhiyet
sırrıyla onlardan ayrıldın. Eğer bu sırrı
kullanırsan ve sözünü ettiğim bu ilaçlardan içmezsen,
Firavun’la, Nemrut’la ve rubûbiyet iddiasında bulunan
herkesle birlikte olursun. Her biri Firavun’un sözünden
kendi oranında bir iddiada bulunmuştur. Sözgelişi bir
insanın:
“eğer ona
şunu demeseydim, şu olurdu..” ,
“eğer ben
olmasaydım çoluk çocuk helak olurdu…”
demesi, bu türden bir iddiadır ve bu, ulûhiyet
mertebesinin en aşağısıdır. Hatta bu tarikattaki bir
Şeyh şöyle demiştir:
-“Eğer benim
himmetim falancaya eşlik etmeseydi, mutlaka helak
olurdu.”
Bu sözlerin tümü ulûhiyet sırrı hastalığından
kaynaklanan illetler ve marazlardır.
Bu sözleri söyleyenlerin, bu iddiada bulunanların her
biri iddiasının oranında ceza görecektir. Ya en büyük
cezaya çarptırılır, ya da nasip eksilmesine uğrar. Ama
mutlaka ceza görür. Bu yüzden bize göre fena
anlayışı üzere kalmak en yücedir. (214) |