Yaratılışın Başlangıcı
Allahu Teala, cemâlinin
nurundan ilk önce Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
nurunu yarattı. Bu, bir hadis-i kudsi’de şöyle bildirilmiştir:
“Muhammed Sallallahu
Aleyhi Vesellem’i yüzümün nurundan halk ettim.”
Bu durumu, Peygamber
Efendimiz de şöyle beyan etmektedir:
“Allah, önce ruhumu
yarattı... Allah, önce nurumu yarattı... Allah, önce Kalem’i
yarattı... Allah, önce Aklı yarattı...”
Bunların hepsinden
tek şey murad edilmektedir: Hakikat-i Muhammediye, yani
Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in gerçeği. Durum
böyle olunca, ona birtakım adlar takıldı.
Nur (ışık) dendi. Çünkü
o, celâl sıfatı altında saklı karanlıklardan saftır. Bunu
Hak Teala haber verdi: “Allah tarafından size Nur, her
şeyi açık anlatan kitap geldi,” (Maide, 5:15).
Akıl dendi. Çünkü her
şeyi idrak ederdi.
Kalem dendi. Çünkü
ilim onunla yayıldı.
Ruh-u Muhammedî, olanların
özü, kainatın öncesi ve aslıdır. Bunu Peygamber Efendimiz
şöyle anlatır: “Ben Allah’tanım, müminler de bendendir.”
Şeriat Ağacı
Peygamber Efendimiz
buyurmuşlardır ki: “Şeriat bir ağaçtır. Tarikat onun dalları,
marifet yaprakları, hakikat ise meyvesidir. Kur’an’a gelince,
gerek tevil (iç yorum), gerekse tefsir (dış yorum) bakımından
hepsini içerir.”
Tefsir avam (çoğunluk)
için, tevil ise havas (seçkin) kullara özgüdür.
Bize gelen, iki ana
şekil üzeredir: Zahir (dış), bâtın (iç). Yani, şeriat
yolu ve marifet.
Cenab-ı Hak, şeriatla
dış dünyamızın düzenini, marifetle de iç dünyamızın düzenini
emreder. Her ikisinin birleşiminden ise, hakikat doğar.
Bu sözümüze, ağaçla yaprağı örnek getirebiliriz. Bundan
sonra, meyve oluşur.
Şu ayet, anlatmak istediğimiz
şeye işaret eder: “İki deniz yürür, karşılaşır; fakat
aralarında berzah (İnsan-ı Kâmil) vardır, aşamazlar,”
(Rahman, 55:20).
Her iki mânâ birden
alınmalıdır. Aksi halde, yani yalnız zahirî bilgi ile
hakikat elde edilemez. Esas hedefe varılamaz. İbadetin
tam olması için, şeriat ve marifetin ikisi birden gereklidir.
İnsan, önce şer’i (şeriata
ait) bilgilere muhtaçtır. Bu ilimle, sıfatlar âleminde
Hakk’ın zatına ait bilgiler elde edilir. Bundan sonradır
ki, bâtın ilmine sıra gelir. Bu ilimle de, marifet âleminde
Hakk’a irfanın ta kendisi elde edilir.
Marifet
Marifet, nefsin kara
perdesini kalp aynasından açmak ve onu temizlemekle hasıl
olur. O zaman Allah’ın cemâlinin gizli hazinesi gözükmeye
başlar, kalp sırrının özünde gözükür.
Allahu Teala, bir kudsi
hadiste şöyle buyuruyor: “Ben, gizli bir hazine idim.
Zatıma irfan duygusu taşınmasını istedim. Halkı, bunun
için yarattım.”
Bundan anlaşılıyor
ki Allah insanı, marifeti (bilinmekliği) için yarattı.
Marifet, yani irfan
sahibi olmak, iki şekilde anlatılır: Biri Allah’ın zatına,
öbürü de sıfatına karşı irfan sahibi olmak.
Allah’ın sıfatına karşı
arif olmada, dünya ve ahirette cismin alacağı tad vardır.
Ama onun zatına karşı irfan duygusunda, öbür âlemde mukaddes
ruhun alacağı haz vardır. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:
“Biz onu kudsi ruhla teyid ettik,” (Bakara, 2:87). Allah’ın
zatına karşı irfan duygusu taşıyanlar, kutsal ruh’la kuvvet
bulmuşlardır. Anlatılan bu marifet, ancak iki yönlü ilimle
meydana gelir. Zahirî ilim, bir de bâtınî ilim. Anlatılanların
gerçekleşmesi, bu iki ilme bağlıdır.
Peygamber Efendimiz,
bu iki ilmi anlatırken şöyle buyurmuştur: “İlim, ikiye
ayrılır. Biri dilde olur ki bu, Allah’ın kulları üzerindeki
delilidir. Bir de kalpte olan ilim vardır ki, amaçların
hasıl olması için, yararlı olan da budur.”
Zikir
Peygamber Efendimiz
şöyle buyuruyor: “Zikirlerin en değerlisi, ben ve benden
önce gelen peygamberlerin yaptığı Lâ ilâhe illallah’tır.”
Zikir ilk defa dilden
olur. Buradan nefse geçer. Sonra sırasıyla Kalp, Ruh,
Sır, Hafi, Ahfa çizgisini izler.
Dilden edilen zikir,
kalpten yapılana benzer. Dilden zikir ediliyorsa, Allah
kalben unutulmamış demektir.
Nefsten, yani içten
yapılan zikirde, harf olmaz, ses işitilmez. İçten bir
hareket ve duygu ile olur.
Kalbin zikri, kendi
özünde celâl ve cemâl sıfatının tecellisini duymaktır.
Ruhla yapılan zikrin
sonucu, celâl ve cemâl sıfatının nurani tecellisine ermektir.
Sır âleminden yapılan
zikir, ilâhi sırların murakabesine götürür.
Hafi (Gizli) zikir,
güçlü padişahın katında, doğruluk otağında olan, Ahadiyet
zatından parlayan nurları görmeye götürür.
Ahfa (Gizlinin Gizlisi)
adı verilen zikre gelince, o da Hakke’l Yakîn makamının
gerçeğine ermeyi sağlar.
Bu Hafiyü’l Ahfa denilen
halden, Allahu Teala’dan başkası haberdar olamaz. Ayette
bu şöyle belirtilmiştir: “Sırrı ve en gizliyi (ahfa) muhakkak
O bilir,” (Ta-Ha, 20:7).
Yukarıda anlatılan
zikirlerden sonra, bir başka ruh oluşur. Bu, yolun sonuna
doğrudur. Bu ruh, bütün ruhlardan daha inceliklidir ve
ona Tıfl-ı Mâni denir. “O, ruhu, emri olarak kullarından
dilediği kimsenin kalbine yerleştirir,” şeklindeki ayet,
bunu ifade eder. Bu ruh, kudret âleminde durur. Müşahede
âleminde yer tutar. Hakikat âleminin malıdır.
Hakkını vererek yapılan
zikir, kalplere nurlarını yerleştirir. Zikredenlerin kalpleri,
o nurlarla hayata kavuşur. Allah, onların kazandığı sonsuz
hayatı anlatırken şöyle buyurmuştur:
“Onlar, ilk ölümden
sonra hiçbir ölüm tatmazlar,” (Duhan, 44:56).
Rüyetullah
Rüyetullah (Allah’ı
görmek), ilâhi sıfatları görmektir. Bu görüş iki çeşittir:
Biri, öbür dünyada vasıtasız olarak Cemâl sıfatının tecellisini
görmek, diğeri de bu dünyada kalp aynası aracılığı ile
ilâhi sıfatların tecellisine ermek. Bu sıfatlar, “Kalp
(Fuad) gördüğünü yalanlamadı,” (Necm, 53:11) ayetinde
bildirildiği üzere, kalp (fuad) gözüyle görülür. Bu konuda,
şu hadis-i şerifi de anmakta yarar vardır: “Mümin, Mümin’in
aynasıdır.” Burada birinci mümin, inanan kulun kalbi olup,
ikincisi Cenab-ı Hakk’ın isimlerindendir. Her kim bu âlemde
sıfat tecellisine ererse, öbür âlemde şekilsiz olarak
zatını görür.
Bu anlatılanlar, Allah’ın
sevgili kulları tarafından doğrulanmıştır. Peygamber Efendimiz
şöyle buyururlar:
“Rabbimi, Rabbimle
anladım.”
Hz. Ömer şöyle der:
“Kalbim Rabbimi, Rabbimin
nuru ile gördü.”
Hz. Ebubekir şöyle
der:
“Ben hiçbir şey görmedim
ki, Allah’ı onda görmüş olmayayım.”
Hz. Ali şöyle der:
“Ben, görmediğim Allah’a
ibadet etmem.”
Bütün bu sözler, ilâhi
sıfatların gözlemini anlatır. Çünkü bir kimse, pencereye
düşen güneşin ışığını görse ve “Güneşi gördüm” dese, yalan
olmaz.
Namaz
Ayette, “Namazlara
devam edin, özellikle orta namaza,” (Bakara, 2:238) buyurulmuştur.
Namazın tarikatteki anlamı, Kalbin, sonsuz huzurda kalmasını
temindir. Ayette geçen ‘orta namaz’, anlatmak istediğimizin
ta kendisidir, çünkü bu, kalp namazıdır. Zira kalp, bedenin
tam ortasındadır. En önemli iş, kalp namazıdır. Bir kimse
namazdayken kalbini asıl namazdan gafil tutarsa, öbür
namazı da fesada uğrar. “Namaz ancak kalp huzuru ile olur,”
hadisi, buna işarettir.
Kalp asıldır; geri
kalan ona uyar. Bunu, şu hadis-i şerif açıklar: “İnsanın
bedeninde bir et parçası bulunur. O iyilik bulunca bütün
vücut kurtuluşa erer, o kötü olunca bütün varlık iyiliğini
yitirir. Ayık olunuz, o et parçası kalptir.”
Mânâ Çocuğu
Tasavvuf ehli, kutsal
mânâ hallerine, tıfl (çocuk) adını taktılar. Bu nedenle,
o tıfl-ı mânâ (mânâ çocuğu), tıfl-ı mâni (mânâlar çocuğu)
veya veled-i kalb (kalp çocuğu) olarak da bilinir.
Ona tıfl denmesi, bazı
sebeplerden ileri gelmiştir. Şöyle ki:
1. O hal, kalpten doğar
ve orada büyür, terbiye görür. Nasıl ki anne de yavruyu
doğurur, besler, büyütür ve erginlik çağına erdirir.
2. İlim tahsili, çok
kere çocuklara özgüdür. Marifet ilmi ise, o kalp yavrusuna
öğretilir.
3. Çocuk, dıştaki günah
kirlerinden temizdir. O, kalbin yavrusu ise, ortak koş
ma (şirk), gaflet ve cisim hatalarından arıdır.
4. Sözü edilen temiz
şekil, çocuklarda daha çok görülür. Bu yüzden çoğu kez
mânâ âlemlerine ait temiz hal, melekler şeklinde görülür.
5. Yapılan her iyi
amelin karşılığı, bir mânâ çocuğudur. Bu çocuk, o güzel
davranışın hayırlı sonuçlarının, mânâ âlemindeki görüntüsü
ve mükafatı, ödülüdür. Allah’ı, iyi ameller işleyerek
cennete girenleri, yavrularla ödüllendireceğini bildirir:
“Onların çevresinde,
daima yavrular döner,” (Vakıa, 56:17).
“Onlar için hazır bekleyen
gılmanlar, hazinelerde saklı inciler gibidir,” (Tur, 52:24).
6. Ona çocuk denmesinin
diğer bir nedeni de, incelik (letafet) ve temizlik halidir.
7. Ona verilen bu isim,
mecaz yolu iledir. Çünkü o, bedenle ilgilidir, insan kılığına
bürünmüştür. O, insanlığın gerçek yönüdür. Cisimle ilgisi
olmadığından, varlığı, Hakk’ın zatına karşı perde teşkil
etmez. Bunu, Peygamber Efendimiz’in bir hadis-i şerifi
şöyle anlatır: “Allah ile öyle bir zamanım olur ki, o
anda araya ne bir Hakk’a yakın melek, ne de bir peygamber
girebilir.”
Hadis-i şerifte geçen
peygamber, Resulullah’ın insani tarafıdır.
Diğer bir hadiste,
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Rabbimi, güzel bir
delikanlı (şab-ı emred) şeklinde gördüm.”
Bu, tıfl-ı mâni demektir.
Yaratan’ın, o biçimde tecellisidir.
İlim sahibine gereken,
mânâ çocuğu denilen insanlığın gerçeğini anlamaktır. Cisim
âleminden geçip ruhani âleme ermektir. Orası, sır âlemidir.
Orada Allah’ın zatından başka bir şey yoktur. Orası, sonsuz
bir sahradır. Tıfl-ı mâni, orada uçar. Acaip ve garip
şeyler görür, fakat onlardan haber vermek mümkün olmaz.
Orası, kendi varlıklarından fena bulan tevhid ehlinin
makamıdır.
İsa Peygamber der ki:
“İnsanın Melekut âlemine
geçmesi için, iki kere doğması gerekir. Ki, kuşlar da
iki defa doğar.”
Kuş ilk doğduğunda
bir yumurtadan ibarettir. Bir kez daha doğup o kabuktan
çıkamazsa, hiçbir zaman uçamaz.
Bu sözden kastedilen,
ruhani olan mânâ âleminin doğmasıdır. O, insanın gerçek
yeteneğinden gelir. Bu da insanın sırrıdır. Onun varlığı
ve ilgileri, şeriat ve hakikat ilminin birleşmesinden
doğar. Çünkü yavru, iki suyun bir araya gelmesinden oluşur.
“Biz insanı karışık sudan yarattık, onu tecrübe ederiz,”
ayeti buna işarettir.
Abdülkadir Geylani
Hazretleri
Sırrü’l Esrar’dan
Kayna; http://www.esselam.net/geylani/sirrulesrar.htm
|