Sitemizde 2000 yılında
yayımladığımız, o zaman için Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dekanlığı görevinde bulunan, değerli
hocam Prof. Dr. Saim YEPREM ile yapmış olduğum röportajı
yeniden gündeme getirme gereği duydum. Bugün için,
Kur’an’ ın adeta tüm ayetlerinin etrafında pervane
olduğu ALLAH kavramı, “halk olma” ile “meydana gelme”
projeksiyonunda Halife İnsan denilerek nasıl bir manaya
işaret edildiği düşünülünce röportajımız, hafif bir
tebessümle ama ibretle yeniden değerlendirilecektir.
Prof. Dr. M. Saim
YEPREM
1941 yılında İstanbul’da doğdu. 1959’da İstanbul İmam-Hatip
Okulu’ndan, 1963’te İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden
“1” numaralı ilk öğrenci olarak, mezun oldu.
Öğrencilik yıllarında
başladığı memuriyet görevini, mezuniyetinden sonra öğretmen
ve idareci olarak sürdürdü. Bir süre Diyanet İşleri Başkanlığı
merkez teşkilatında yönetici olarak çalıştı.
Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’ndeki görevine Yüksek İslam Enstitüsü
döneminde, 1976 yılında asistan olarak başladı. 1983 yılında
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İrade Hürriyeti
ve İmam Mâtûrîdî adlı teziyle doktor oldu. Aynı yıl yardımcı
doçentliğe, 1989 yılında doçentliğe, 1992 yılında da
profesörlüğe yükseltildi. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nün
öğretim üyeliği ile birlikte son müdürlüğünü takiben,
Fakültenin kuruluşu sırasında dekanlığı tedvir ve uzun süre
dekan yardımcılığı görevlerinde bulundu.
Halen Fakülte
Dekanı ve İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdürü olarak görev
yapmaktadır.
-Sayın
YEPREM , “Allah” ve “Tanrı” kavramları hakkında görüşlerinizi
alabilir miyiz ?
-“Allah” lafzı, kelime olarak, İslâmiyet’ten önce de
kullanılıyordu. Müşrik Araplar (Mekke müşrikleri) bu
kelimeyi aynen kullanıyorlardı. Ve bununla putları,ilahları
içinde en büyüğünü , hepsinin ulusunu kastediyorlardı. İslâmiyet
“Allah” kelimesine yeni bir anlam yükledi ve o (muhteva
ile) kullanılmaya başlandı. Hangi dilde olursa olsun, bu lafız
yerine, kelimenin karşılığı olarak kullanılan kelime, şayet
o dili kullanan çevrelerde bu fikri meydana getiriyorsa, kullanılabilir.
Kelimelerin anlam değişimi insan tabiatıyla, insan hayatıyla
birlikte yürüyor, tabiî olarak. Kaldı ki gelenekte de kullanılmış
durumda Tanrı kelimesi. Başka dillerde Allah mânâsına
kullanılan, sadece Tanrı kelimesi değil ki, daha doğrusu başka
dillerdeki bazı kelimelere Arap dilindeki “Allah”
kelimesinin, ki ona biz İslâmî terbiye itibariyle “Lafza-i
Celâl” diyoruz, Lafza-i Celâl’in kazandığı anlamı yükleyen
değişiklikler olmuş ve kullanılmış. Müslüman Türk
tarihinde de böyle, diğer milletlerin tarihinde de böyle...
Meselâ, ilk Anadolu Türkçesiyle yapılan, satır arası tercümeler
yöntemiyle yapılmış Kur’an tercümeleri var. Bunlardan Aydınoğlu
Mehmet Bey’in yaptırdığı Aydınoğulları zamanında yapılan
bir Kur’an tercümesi var. Bunlara satır arası tercüme
deniyor .Kelimelerin altına Türkçe kelimeler yazılıyor,
orada “Tanrı” kelimesi kullanılıyor meselâ. Süleyman Çelebi
bunu Mevlüd’de bol bol kullanıyor. Yani Selçuklular döneminde,
Osmanlılar döneminde, günümüze gelinceye kadar bu Tanrı
kelimesi kullanılmış durumda. Mehter marşında Hazreti Yezdân
deniyor ki, bu kelime, eski İran dinlerinde Allah lafzının o
dildeki karşılığı olarak kullanılmış. Bu kelime ile
ilgili benim geniş bir araştırmam var. Tanrı kelimesinin
kullanılmaması görüşü çok yeni, yarım asır bile olmuş
değil, çeyrek asırlık bir tarihçesi var. Ve bu kelimenin
kullanılıp kullanılmaması konusundaki hassasiyet, İslâm
ilimlerindeki zaafiyetle birlikte ortaya çıkmış durumda. Bir
siyasi ekip, bütün kelimelerin, mukaddes sayılan bütün
mefhumları ifade eden kelimelerin eski Türk kökenli olması
gerektiği görüşünü ortaya koyduktan sonra, bu konu
hassasiyet kazanmış. Tepki olarak, bilimsel gelmiyor bana. Ve
anlamsız bir hassasiyet, hele bunu dinin bir gereği gibi
ortaya koymak daha da yanlış geliyor.
-Hocam, Elmalılı Hamdi
Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri’nde “Allah”
kelimesi önce dil açısından incelenir ve dil açısından
Allah kelimesi yerine Tanrı kelimesinin kullanılamayacağı
tesbiti yapılır. Ama daha da önemlisi, bu tefsirde Allah
kelimesinin anlamı üzerinde de durularak yine Allah’a Tanrı
denilemeyeceği vurgulanır.
-Kelâm açısından,Tanrı kelimesinin kullanılmasının İslâm
akaidi açısından hiçbir mahsuru yok; kaldı ki yüzlerce yüzlerce
yüzlerce eserde bu geçiyor. Sadece Tanrı değil ki, işte
Farsça kelimeleri söyledim size. Osmanlının en koyu zamanlarında
yazılmış olan edebî eserlere bakın, hepsinde var. Yani
gariptir, bana çok komik geliyor, cehaletin ortaya çıkış şekli
komik. Halk arasında yaygın bir söz vardır, “Cahilin
sofusu, şeytanın maskarası” derler. Kalkıyor edebî bir
eserin, mesela Mevlid’in metnini değiştiriyor okurken adam;
Tanrı kelimesini kaldırıyor Allah diyor. Öyle demedi ki ama
Süleyman Çelebi!..
Kaldı ki Süleyman
Çelebinin bunu kullandığı zamanda dağ gibi de âlim hocalar
vardı.Fatih Sultan Mehmet’in ifadelerinde var, Akşemseddin’in
ifadelerinde var Tanrı kelimesi. Hiçbir mahsuru yok kullanılmasının.
–Mânâ önemli değil
midir hocam?
-Tabii ki önemlidir, Allah kelimesine de yeni bir mânâ yüklendiği
için öyle olmuştur, o mânâ yüklenmeden önce müşriklerin
kullandığı bir kelimedir. Sizce, Cenâb-ı Hakk’a “ilâh”
denir mi ?
-Ben denilemeyeceğini düşünüyorum.
-Cenâb-ı Hakk kendisi diyor: “İlâhuküm ilâhun vâhid”
(sizin ilahınız tek bir ilâhtır). “Lâ ilâhe illallah ”
ifadesini hatırlayın. İstisnanın Arap dilinde birçok mânâsı
vardır. İstisna, müstesna minh’in cinsinden kabul ettiğimiz
takdirde, Allah’tan başka ilâh yoktur, yani Allah da bir ilâhtır,
tek ilâhtır demektir. Zaten Allah kelimesi “El-İlâhu”
kelimesinin dil değişiminde aldığı şekildir. “Belli olan
ilâh” yani, lâm-ı tarifli, el-İlâhu.
-İzâfî olmayan
denilebilir mi ?
-Hepsi izâfî efendim izâfî olmayan hiçbir şey yok. Kime göre
izâfî, kullanıma göre izâfi yani dili kullanan kim? Arap
kullanıyor dili, Arap böyle dedi. Şimdi bir İngiliz “The
God” derse , hangi İngiliz, müslüman bir İngiliz “The
God” dediği zaman kastettiği Allah’tır. Hıristiyan olan
bir İngiliz “The God” derse, onun kastettiği, o kişi Hıristiyanlığın
hangi ekolüne mensupsa, onun düşündüğü şeydir. Yani bu
izâfiyet kaçınılmazdır,önemli olan kavramların insanın
zihninde meydana getirdiği çağrışımlardır, o kavramlara yüklenen
mânâlardır. Siz Tanrı dediğiniz zaman, eski Türkler zamanında
düşünülen tanrıyı hatırlıyorsanız o zaman ayrı.
-Hocam bu konuda şöyle
bir düşünce yürütülse:
Mesela
“Allah”, “İslâm”, “Varlık” kavramları vardır.
Bunlar realitede varlıkları olan mutlak kavramlardır. Ve
bunlara yönelen insanlar vardır. Mesela “İslâm” kavramı
vardır, ona yönelenler “müslüman”dır. Her bir müslümanın
müslümanlığı da İslâm kavramından onun bakış açısına
düşen izâfi paydır. “Ben sizin ilahınızım” , “La
ilahe illallah” ifadelerindeki “ilâh” tabiri ,
“Allah” kavramından, O Varlıktan, O Varlığın ilim özelliğinden
insanların zihinlerine düşen izâfi paydır. Bu sebepten
Kur’an-ı Kerim’de “ilâh” geçer.
-Efendim, Hz. Peygamber dualarında : “ilâhî” , “yâ ilâhî”
, “ey tanrım” , “İlâhî” diyor. İslâm edebiyatında
çok önemli yer taşıyan ilâhiler var. “İslâm’da ilâh
yok” demiştiniz halbuki, neden, çünkü bunu düşünmeden söylediniz.
Bir tepki olarak söylediniz, bilimsel bir temele oturmuyor.
Tepki deyince zaten onun bilimsel bir temeli yoktur. Tepki, bazı
duyguları canlı tutmak bakımından faydalıdır, ama bilimsel
bir temele oturtulmalı ve en önemlisi de onu din diye takdim
etmemelidir. Ben böyle düşünüyorum. Gerek ilâh kelimesi,
gerek tanrı kelimesi bu kelimenin kullanılmasında din açısından
hiçbir sakınca yoktur, yüzyıllar boyunca da kullanıldı
çünkü, hâlâ da kullanılıyor. Bizzat Kur’an-ı Kerim, ilâh
tabir ediyor.
-Hocam, Elmalılı
tefsirinde İhlâs suresinin açıklamasında “Allah” ’ ın
tarifi yapılır. Bunun gibi, Kur’an’da “İlâh”
kelimesi tarif edilmiş midir ?
-Tabiî, Allah’tan başka ilâh yoktur, “Lâ ilâhe
illallah”; Allah ise “ huvallahu” “O Allah’tır”,
“El-Hâliku , El-Bâriu, El-Musavviru, lehu’l-esmâü’l-hüsnâ”
“O yaratıcıdır, ilk yaratıcıdır, şekil vererek yaratıcıdır,
onun en güzel isimleri vardır” bakın sıfatları sayılıyor.
Özel ismi, İsm-i A’zam en büyük ismi Cenâb-ı Hakk’ın
Allah ismi. Özel isim, başka bir isim sadece O’na mahsus
olarak İslâm literatüründe yerleşmiş olan isim. Ama bu
kelime, bu anlamı ne zaman kazandı? Hz. Peygamber’e müslümanlık
geldiği andan itibaren kazandı. Ondan önce bu anlamı ifade
etmiyordu ki!.. Ondan önceki anlamı, yine Araplar için de
“en büyük Tanrı” anlamına geliyordu. Biliyorsunuz, meşhur
bir Hadistir; bir kadın geliyor Hz. Peygamber’e, Allah’a
dua ettiğini söylüyor, “Göktekine mi yerdekine mi?” diye
soruyor Hz. Peygamber. Kadın “göktekine” diye cevap
veriyor. “Ona devam et” diyor, “O büyüktür, O’nun eşi
ve benzeri yoktur”.. Bu Hadisteki ibâre “Ellezî fi’s-semâ”
diye geçmektedir. Bu; o dönemde yerdeki tanrı, gökteki tanrı
mefhumunun Arap câmiasında varlığını gösteriyor. Müslümanlığa
intikal eden kişiler, yeni müslüman oldukları zaman bu
mefhumların birdenbire onların zihinlerinden silinmesi mümkün
değil, “gökteki” diye düşünüyor. Hz. Peygamber de
“sen ona devam et” diyor, “O büyüktür, O’nun eşi ve
benzeri yoktur”. “Vay öyle demeyeceksin, mücerreddir
Allah, yerde de gökte de değildir!” demiyor ona.
-Hocam İhlâs suresinde
Allah’ı tarif eden ”Huvallahu ahad, Allahu’s-samed, lem
yelid ve lem yûled, ve lem yekün lehu kufuven ahad” Âyetleri,
halk arasında “Allah birdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur,
doğmamış, doğurulmamıştır ve o dengi olmayan tektir “
anlamında insanlara benzer, insanlardaki özelliklere
benzetilerek düşünülür. Elmalılı Tefsiri’nde, Samed’e
“som, kendisine bir şey ilave edilemeyen” ; “Ahad”
derken, “sınırı olmayan tek diyor”. Genelde halkın düşüncesinde,
İhlâs suresindeki doğmamış-doğurulmamış gibi özelliklerle
hem de insanlardakine benzer özelliklerle Allah anlatılmaya ve
anlaşılmaya çalışılırken, Hamdi Yazır’ın tefsirinde
Allah’ın, direkt ontolojik varlığı tarif edilir. Buradan
hareketle Allah’a Tanrı denilemez, zira Allah kelimesi ile
anlatılmak istenilen varlık, Allah özel ismi kapsamında ve o
isme mahsus olarak tarif edilmiştir, o varlığı anlamak, tanımak
isteyenin “Allah” kelimesine ve Allah kelimesinin Kur’an
ve Hadislerdeki tarifine müracaat etmesi gerekmez mi?
-Hayır onunla ilgili değil, “Tanrı” , “İlâh”
kelimeleri ile ilgili değil olay. Şimdi Arap dilinde “Huve =
Hu” zât ifade eder. “Kul” yani de ki, “O” “ O’nun
zâtı” “Allahu Ahad” “ahad Allah’tır”. Burada müpteda
haber var, sıfat mevsuf var. “Allahu Ahad” olmak Allah’ın
zatıdır. ”Allahu’s-samed” , yani tecezzî kabul etmeyen
saf, som bütün bir varlık, onun Zâtı böyledir. “Lem
yelid ve lem yûled”in mânâsına gelince, şimdi ciddi bir
kelam bilgisi olmadan bu konuların çözülmesi mümkün değil.
Klasik kelam kitaplarında “Tevlid ve Tevellüd” bahsi
denilen bir bahis vardır. Bu bahis, bugünkü fizik terimiyle
bir anlamda determinizmi anlatan bir kavram. Tevlid, bir şeyin
bir başka şeyi meydana getirmesi, o şeyi meydana getiren açısından
aldığı isim tevlid, tevellüd ise meydana getirilen açısından
verilen isim. Tevlid, Türkçede de kullanılıyor, bu anlam,
bir şeyin bir şeyi doğurması demektir. Bu davranışlar şu
sonucu doğurur, tevlid eder; yahut şu sonuç bu davranışlardan
tevellüd eder, doğar denir. Sebep sonuç ilişkisi olarak konu
ele alınırsa, şu şu sebep şu sonucu tevlid eder doğurur,
bu sonuç bu sebepten doğar tevellüd eder. Şimdi böyle
olunca “Lem yelid ve lem yûled” , Allah hiçbir şeyi doğurmaz,
yani kendisi gibi bir varlık meydana getirmez; kendisi de
kendisi gibi bir varlıktan neş’et etmiş değildir. Böyle
olunca “Lem yelid ve lem yûled”, “Bizâtihi Kâim” in
bir başka ifadesi oluyor. Yani varlığı kendi varlığındandır.
Bir başka varlıktan kaynaklanmış değildir. Ne kendisi gibi
bir başka varlık doğuruyor, ne de kendisi, kendisi gibi bir
başka varlığın sonucu olarak meydana gelmiş. “Zât”ın
sıfatlarını ifade ediyor bu. Bizâtihi kâim ezelî ebedî ,
kadîm diye ifade ettiğimiz anlam bu. Samed ise som, mesela som
altın diyoruz hiç katışıksız, saf olan hem de bir bütün
halinde, parçaları olmayan yani molekül atom gibi tecezzî
kabul etmeyen bir bütün yapı.
-“Sırf” diyor hatta
tefsirde...
-Evet “sırf, som” aynı şeyi ifade ediyor. Huve-Hu diye başlayan
ifade de “Zât” ı ifade eder. Biraz önceki Âyette de öyle.“Huvallahu’l-Haliku”
, “O yaratıcı Allah’tır”. El-Bâriu, El-Musavviru,
Lehu’l-Esmâu’l-Hüsnâ”, buna kelamda “Huve-Hu” ile
başlayan müptedâ-haber (sıfat-mevsuf) cümleleri, yahut
“Huve” ye izafe edilen “muzâfun ileyh”ler, yahut
“Huve”nin sıfatları “Zât” a aittir denir, “Huve”
Zât demektir.
-Bu anlattığınız özellikler
“Hüviyyet”inin özellikleri oluyor yani ?
-Hüviyyetinin özellikleri,
Hüviyyetinin özellikleri de Zâtının özellikleri olarak
ontolojik varlığın özellikleri demektir.
-O zaman “doğmamıştır”
derken bir varlık meydana getirmemiştir kendisi gibi ve
kendisi gibi herhangi bir varlıktan meydana gelmemiştir derken
de, Hüviyyetinin özelliğiydi bunlar; biraz daha genel bir şekilde
anlaşıldığı gibi O tektir, tekliği esastır, Vahdet-i Vücud
görüşü geçerlidir, O’ndan bir varlık meydana gelmemiştir,
Varlık O’dur değil de, sizin anlattığınızda o özellikler
Hüviyyetinindi o yine başka varlıklar yaratmıştır, yaratıcıdır
mı demek istiyorsunuz ?
-Şimdi bakın şöyle, örnek vereyim, benim bir çocuğum var,
ben de bir babanın çocuğuyum. Şimdi benden benim cinsimden
benim gibi bir çocuk neş’et etmiştir. Yine ben de benim
gibi bir babanın oğluyum. O halde dikkât ederseniz, ben tek
değilim bakın, benden neş’et eden benim cinsimde bir varlık
var; ben de bir başka varlıktan meydana geldim. Şimdi ben eğer
ne benim gibi bir çocuk meydana getirsem, ne de benim gibi bir
varlıktan neş’et etmiş olsam o zaman tek olacağım değil
mi ? İşte “Lem yelid ve lem yűled” Allah için geçerli
sadece, çünkü benim bir çocuğum olmasa bile benim varlığım
bir başka babanın varlığını gösteriyor zaten. O mânâda
“Kul huvallahu Ahad” , ilk ifade “Teklik” ,ötekiler hep
bu tekliğin çeşitli açılardan görünümünü izah ediyor.
O öyle bir tektir ki “Ahad” öyle bir tektir ki “Samed”
yani yapı itibariyle som bir tekliktir. “Lem yelid ve lem yűled”
kendisinin aktivitesi kendi gibi bir varlık meydana getirmez,
kendisi de bir başka varlıktan neş’et etmemiştir öyle bir
tektir. Dikkât ederseniz, hep tekliği anlatıyor.
-Hocam,öyle ise Allah
kendisi gibi bir başka varlık meydana getirmez, ama kendisi
gibi olmayan başka varlıklar meydana getirir diyorsunuz ?
-Tabii bu Âyet, buna mani değil. Zaten öbür varlıkların
varlığı Allah’ın varlığına bağlıdır. Bundan dolayı
“hâdis” diyoruz. Hâdis kelimesinin kelamdaki genel anlamı
varlığı bir başka varlığa bağlı olan demektir, hudûs bu
demektir. Yani zaman itibarıyla sonra olmuş mânâsına
gelmiyor, varlığı bir başka varlığa bağlı ise ona hâdis,
varlığı bir başka varlığa bağlı değilse Kadîm diyoruz.
Bakınız Arapça tanımı çok hoştur : “El-Kadîmu mâ lâ
ibtidâe lehu.” İbtidâ, prensip demektir, başka bir
prensibe bağlı olmayan varlıktır. İşte “Lem yûled” bu
demektir. O bir başkasından kaynaklanmış, bir başkasının
tevellüd ettiği, bir başkasından tevellüd eden bir şey değildir,
Kadîm o halde. Kendisinden de bir başka şey kaynaklanmıyor,
aynı cinsten, onun için tek. Teklikle birlikte öbür varlıklar
varlık itibariyle kendilerinden varlıkları kaynaklanmadığı
için, varlığı Allah’ın varlığına bağlı olarak devam
ettiği için hâdis oluyorlar, hudûs bu.
-Bu da şu demek oluyor o zaman; Allah dışındaki varlıklar
onun cinsinden değildir ki “Lem yelid ve lem yűled” e
ters düşsün.
-Evet onun tek olduğunu gösteriyor, bu üç Âyet de onun
tekliğini gösteriyor. Hüviyyetini gösteriyor. Zâten vahdâniyet,
zâtî sıfatlardandır.
-Peki hocam insanın da
bir hüviyyeti var değil mi ?
-Istılah mânâsıyla soruyorsanız, bütün varlıkların hüviyeti
var.
-Allah’ın hüviyyeti, tam mânâsıyla burada tarif edilen,
Allah’ın hüviyeti düşünülünce, bunun yanında insanın
hüviyyeti nasıl anlaşılmalı ve insanın hüviyyeti nasıl
meydana gelmiştir, sonradan mı meydana gelmiştir ?
-İnsan, Allah’ın yarattığı bir varlık, yani var ettiği
bir varlık. Bakın Allah’ın var ettiği bir varlık dediğimiz
zaman, insanın varlığı Allah’ın varlığından kaynaklanmış
oluyor. Ama Allah’ın varlığında vahdaniyet esas olduğu için,
aynı cinsten aynı nitelikten olmuyor.
-Allah’ın hüviyyeti ve insanın hüviyyeti cins olarak bire
bir aynı mı ?
-Bire bir aynı olamaz ki! Bire bir gayriyet esas çünkü. İnsanın
hüviyyeti insanın zâtına mahsus, Allah’ın hüviyyeti
Allah’ın zâtına mahsus. Çünkü, “Leyse ke mislihi şey’ün,
ve huve’s-semîu’l-basîr” buyrulmuştur. İbn Rüşd bu
Âyette, Allah’ın her çeşit mümâseletten ve teşâbühten
nefy edildiğini söylüyor. Hiçbir şey onun misli gibi değildir!Bu
cümle mümâseleti ortadan kaldırıyor.Ve ardından bir de sıfat
nisbet edilmesi gerekiyor “...ve huve’s-semîu’l-basîr”
“o semî ve basîr olandır” yapı itibariyle.
-Hocam “Venefahtü fîhi
min rûhî ” (ona ruhumdan nefhettim ) Âyetini nasıl düşünmeliyiz
bu bağlamda. “Nefhetme”yi ‘üflemek’ diye,yani
insanlardaki özelliklerden biri olan üflemek diye anlamıyoruz
tabiî ki?
-Şimdi o kelimeyi sizin nasıl anladığınız önem taşımıyor.
Arap dilinde “nefeha min rûhî” bir deyim, eski Arapça
lugatların hepsinde geçer bu, “hayat vermek”
“diriltmek” demektir. Deyimleri de tahlil etmenin anlamı
yoktur. Kelamcıların “Delil-i Mecmű” denilen bir düşünce
mantığı vardır. Tipik örneği bu Âyette görülüyor.”Ruh”un
ne olduğu merak ediliyor. Eğer kelimenin tahlili yapılacaksa,
bizzat Kur’an-ı Kerim “yes’elűneke ani’r-Ruh” Âyetinde
bakınız nasıl tanımlamış: “Sana Ruh’tan sorarlar” ,
“kuli’r-Ruhu min emri rabbî” “de ki , ruh Rabbimin
emrindendir.” O halde Rabbin emrinin ne olduğunu bilmeye
ihtiyaç var. Onu da “Yâsîn” suresinde açıklıyor, “İnnemâ
emruhu izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün feyekűn”.
Şimdi bakınız matematik mantıkla Yâsîn sûresindeki bu
tarifi, ve “nefahtü min rûhî” ye monte edin. “Ona
ruhumdan nefhettim (canlandırdım)” yerine, illa ki onu ibare
olarak tercüme etmek istiyorsanız, Kur’an-ı Kerim’deki
ifadeyi yerine koyun “Fe izâ sevveytuhu” “o bedeni
tesviye ettiğim zaman” “ve nefahtü fîhi min rűhî”
“ona varlığını dileyip de ol dediğim zaman olan şeyi
nefhettim”.
Peki, şimdi “ve nefahtü fîhi min rûhi” “ben kendi
ruhumdan bir parça üfledim, kendi ruhumun bir kısmını üfledim”
gibi bir anlayış yedinci hicri asırdan sonra ortaya çıkan
spritüalist düşüncelerin, genellikle Eflâtun felsefesine
dayalı düşüncelerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır,
Vahdet-i Vücud felsefesinin Muhyiddin-i Arabi kaynaklı
yorumunun büyük etkisi vardır bu anlayışta. Arap diline de
aykırı düşüyor. Şimdi Arap dilinde, dil çok önemli
burada, “min” kelimesi “bazı” anlamı ifade ediyor
“ruhumdan bir parça ona üfledim” burada “bazı” anlamı
var; “min” , “cins” mânâsı ifade edebiliyor o da
“ruhum cinsinden bir şey üfledim” mânâsına geliyor. Ama
buradaki “min” “lâm” mânâsına da olabiliyor, yani
“benim elimde bulunan, benim mülkümde bulunan, bana ait olan
ruhtan bir miktar üfledim” . Mesela ben size çikolatamdan
ikram ediyorum, ben size benim çikolatamdan ikram ettim, çikolata
benim cinsimden mi demektir. Benim olan, bana ait olan, ya da
ben çikolata imal eden birisi olabilirdim , o zaman benim imal
ettiğim, benim var ettiğim çikolatadan ikram etmiş olurum.
İşte burada da, “ruhumdan üfledim” derken ruhun Allah ile
aynı yapıda olması anlamına gelmez. Bakınız dil bunların
hepsine müsait. En önemlisi bütün bu tartışmalar Arap
dilinin “ahyahu” (hayat verme-canlandırma) mânâsına
“nefaha min ruh” terimini, deyimini kullanıldığının
bilinmemesinden kaynaklanıyor. Benim bir asistanım var, Mehmet
Dalkılıç, “İslam Düşüncesinde Ruh Kavramı” üzerine
doktora yapıyor, sonuna geldik, inşaallah bu sene biter, çıkacak
, orada bu konu çok derinlemesine incelendi. Bütün kültürler
ve dinler açısından incelendi, İslam kültürüne nereden
geldi bu kelime-kavram , tarihî kronolojik sıra itibariyle
tahlil edildi orada göreceksiniz.
-Hocam, sizin İslâmî
ilimlerin yapısı hakkında da orijinal görüşleriniz olduğunu
biliyoruz, bu görüşleri bizimle paylaşmanız mümkün mü ?
-İslâm ilimlerinin başlangıcı ve gelişmesi, benim “ve
hatta materyalist” diye adlandırdığım bir yapı arz eder.
Başka bir ifadesi yoktur bunun. Bu şu demek, kelime yerine
oturmadığı için “ve hatta materyalist” dedik, tarihî
maddecilik anlamına filan değil yani. Yedinci hicri asra kadar
İslâm ilimlerinin karakterinde, gerek günlük hayata bakışta,
gerek uygulamalarla ilgili yaklaşımlar, olayların yorumları,
ister fizik ilimler, ister insanî ilimler olsun, günlük hayatın
içinde kullanılan bütün bilgi birikiminde biz spritüalist
bir yaklaşım görmüyoruz. Mesela bir ilaç yapılacak, bu ilaç
için filanın sırrı, falanın esrarı, falanın himmetine
bakmıyor da şu kadar şu madde, bu kadar bu madde karıştıracaksın
diyor, sebep-sonuç ilişkilerini tipik determinist bir anlayışla
yürütmeye çabalıyor. Burada Demokrit’in atom nazariyesinin
ifade ettiği gibi bir materyalizm de yok. Aristo’nun yaklaşımı
da materyalisttir. Burada kastedilen çok daha derin bir anlam
var, yani dış dünyada objeler var ve bizim bilgimiz bu
objelere onların olduğu gibi taalluk eder. Ben bu gözlüğü
dışarıda bu gözlüğün olduğu gibi bilirim demek. Yani
benim gerçek eşyalar ve gerçek madde ve o madde üzerindeki
bilgilerimin gerçek olduğu üzerinde durulur ve sebep sonuç
ilişkileri üzerinde yürütülür bütün faaliyetler. Bu yapı,
yedinci hicrî asra kadar böyle devam etti. Yedinci hicri asırdan
sonra genelde halk katında örgütlenmiş tasavvuf hareketi başladığı
zaman, içe dönük, dışa kapalı bir hayat, bu sefer olayları
sebep-sonuç ilişkileriyle beraber yorumlamak değil ve
sebep-sonuçlar üzerinde durarak öğeleri yorumlamak yerine
irrasyonel değil, nonrasyonel açıklamalar, sırlar,
hikmetler, olağanüstü birtakım yorumlar şeklinde hayat anlaşılmaya
yorumlanmaya başlandı. İşte “ve hatta materyalist”
derken kastettiğimiz yapı, başlangıçtaki yapıydı. Hz.
Peygamber’in yaklaşımı “ve hatta materyalist” dediğimiz
yaklaşımdır. Mesela Hendek Gazvesi’nde neden şehrin etrafına
hendek kazdırtıyor, tavsiyeye uyuyor? Dualarla, salalarla
koruma altına alınabilirdi. Mesela, bir himmet ettiği zaman
birçok şey halledilebilirdi, niye zırh giyiyor? Bakın, Hz.
Peygamber’in hayatına, açıklamalarına niye “tedavi
olun” buyuruyor? Çünkü, hastalığın geçmesi için ilaç
almak gerekir, tedavi olmak gerekir. Hz. Ömer’in Kudüs
seyahatlerini biliyorsunuz. Bidayet-i İslâm’da bütün yaklaşımlar
bu mânâda realist,idealist değil! Tecrübe ediyor, müşahedeye
dayalı sonuca ulaşıyor.
-Hocam burada bir soru
sormak istiyorum, Hz. Muhammed’in eşya ve olaylar hakkında
verdiği bilgiler, insan hakkında, insanın bedeni, biyolojisi,
ruhu hakkında, tıp hakkında verdiği bilgiler var. Hz.
Muhammed laboratuar araştırmaları yapmadığına göre, bu
bilgileri bahsettiğiniz ”ve hatta materyalist” yaklaşımın
zıddı bir yoldan elde etmemiş midir? Bu durumda bu yol,
sadece kendisine ve diğer Rasüllere has bir yoldur diğer
insanları bağlamaz şeklinde mi düşüneceğiz?
-Gayet tabiî, Peygamber’in meşhur sözü vardır, “Siz dünya
işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz”, bu konuda birçok örnek
verilebilir, mesela ziraat hususundaki bu sözü yanlış bir
uygulama sonucunda söylenmiştir. Eğer Hz. Peygamber’e bir
vahiy geliyorsa, bu zaten Peygamber’e mahsus bir olaydır.
Peygamber’in onda bir dahli yoktur, ilahî bir uyarı, o da
tebliğini yapar. Onun dışında, vahyin dışında, “ene beşerun
mislukum” ifadesindeki “misil” beşeriyet vasıfları
itibariyle diğer insanlardan bir farkı olmadığını gösteriyor.
Ama o “kendisine vahyolunan” bir beşerdir. O halde ilahî
vahiy ile bilgilendirildiği noktalarda gelen vahiydir zaten,
Peygamber’in bir katkısı olarak düşünmek doğru değil.
Vahyin dışında tam bir beşeriyet özelliklerini, sahih hadis
kitaplarını okuduğunuz zaman tam insanî davranışlarını göreceksiniz
orada.
-Hocam bir sorum daha
olacaktı, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği, son ve en mükemmel,
ekmel din olan İslâm’daki kavramları, mânâları tüm
derinliği ve boyutları ile anlatmaya vahyin gelmeye başladığı
andaki Arap toplumu ve dilindeki kelimeler ve de deyimler müsait
miydi, yeterli miydi ?
-Olmasaydı zaten, kelamî mânâda abes olurdu. Kur’an-ı Kerîm’de
“siz anlayasınız diye Arapça” gönderdik buyuruluyor.
Bizim anlamadığımız bir şey, bizi nasıl yola getirecektir?
-“Beşer” kelimesindeki “müjdelenmiş olma” mânâsı
hakkında ne düşünüyorsunuz ?
-Beşer kelimesi, cilt, beden, biyolojik beden anlamına da
geliyor.
-Hocam,son olarak, ilahiyat sahasında ve Fakültemizde verilen
eğitimi bugünkü dünyaya baktığımız zaman fazla mı,
eksik mi görüyorsunuz ?
-Benim, ilahiyat alanında verilen eğitimin, bu eğitimle
kalması halinde yeterli olduğunu düşünmem mümkün değil.
Ancak üniversitelerdeki eğitim bir anahtar eğitimdir, başlangıçtır,
ufuk açmadır, yön vermedir,yol göstermedir. Öğrencilerimiz,
bu eğitimi alan kişiler olarak kendilerine gösterilen
istikamette, kendilerini yetiştirme yolunda derinleşirlerse,
hassasiyet gösterirlerse, açılımlarda bulunurlarsa, dünyadaki
ilahiyat eğitimlerinden geride olmadıkları gibi, birçoğundan
da ileri seviyede bulunduklarını göreceklerdir. Tabi her
grupta, toplulukta da olduğu gibi, bizde de bu tanıma uyan, bu
tanımın üstünde olan, bu tanımın altında kalan kişiler
bulunur. Ancak ilahiyat eğitiminden maksat, ilahiyat eğitiminin
karakterizasyonunu belirlemektir, yön vermektir, ufuk açmaktır.
Bu istikamette öğrenci ne kadar başarılı olursa, başarı
kendisine aittir, onu yönlendirme açısından da müessesenin
başarısı olur, olaya ben böyle bakıyorum. |