İkinci Bölüm:
Eserin adı
: TEVHİD ve LEDÜN Risâlesi
Özgün adı :
Rasâletu’t-Tecrîdi fî Kelimeti’t Tevhîd
-er-Risaletü’l-Ledunniye
Müellifi
: İmam GAZÂLÎ (1058-1111)
Mütercimler :
Serkan
ÖZBURUN
Yusuf Özkan ÖZBURUN
Yayınlayan
: FURKAN Basım-Yayın / İstanbul – 0216 341 08 65-310
71 61
Yansıtan
:
Hamdi CENİK
www.sufizmveinsan.com
Bir grup
beşeriyet ve tabiat aleminden ayrılıp mânâ alemine kanat
açtı. Onların üzerinde beşeriyet âlemine ait herhangi
bir şey kalmamış, onlar kâinatı aşmış, mevcudatı geçmiş,
halktan uzaklaşmıştır. Kalpleri Allah’a bağlı olup,
onların tüm istek ve arzuları Hak’tır. Bu gibi
kimselerin dili Hakk’ın dili olduğu için onlar
konuştuklarında âdeta Hak Teala konuşmaktadır. Onlar
derler ki:
-Dünya ve
ukba, cennet ve cehennemle meşgul olmayız. Allah-u Teala
bizden razı olduktan sonra biz ne diye bunlarla
uğraşalım?..O Kâdir’dir. Dilerse cehennemde de bize
nimet verir, ikramda bulunur. Eğer bize azap etmeyi
dilerse –ki bundan Allah’a sığınırız- cennette de eder.
Bizler O’nun cennetini arzuladığımız veya cehenneminden
korktuğumuz için ibadet etmiş olursak, tereddütlü ve tek
taraflı ibadet edenlerden oluruz.
Böyle bir tutum
içinde bulunan kavimler yerilerek, onlar hakkında:
-İnsanlardan
öyleleri vardır ki Allah’a tereddütlü ibadet ederler.
Kendisine bir hayır dokunursa yatışır, bir belâ gelirse
yüz üstü dönerler. Böylece dünyayı da âhireti de
kaybederler. Bu ise apaçık bir ziyandır…
(Hac-11) buyurulmuştur. Bizler O’ndan
başkasına ibadet etmeyiz
İşte bu gruba
dahil olan insanlar sadece vechullahı
arzular. Bunun için Allah-u Teala onlara dünya ve âhiret
mülkünü vermiştir. Onlar fakirlik kaftanını giymiş
meliklerdir. (46,47)
Bizim
“âlem-i fena” dememiz sâlik ve müridlerin
nefislerini orada fâni kılmaları ve kötü sıfatlarını yok
etmeleri nedeniyledir.
Âlem-i cezbe
olarak adlandırışımızın sebebi ise müridin orada
Melik’in cezbesine kapılmasıdır.
Âlem-i kabza
ise müridin Allah’a teslim oluşu ve Hak Tealanın onda
vasıtasız tasarruf ettiği makam demektir. (53)
Şayet Allah-u
Teala, bileşik (mürekkep) olmuş olsaydı bir
bileştiriciye, niteliği bulunsaydı niteleyiciye, şekli
olsaydı bir şekillendiriciye muhtaç olurdu ki, O
bu gibi hallerden münezzehtir. Bilakis O
bileştirmeyi, nitelemeyi ve şekillendirmeyi yaratandır.
(59)
Kelime-i Tevhid
hem başlangıç, hem sonuçtur. Her şey onunla başlar ve
biter. (63)
-Kim bir
hayırla gelirse ona on misli vardır.
(En’am-160)
Âyetindeki
“hayır” dan kasıt “Kelime-i Tevhid”dir. (64)
Cahilin
bilmediği bir şeyi inkâr etmesi âdettendir. (68)
Sözün iyisi az
ve öz olup, çok şeye delalet edendir. (69)
Âlim,
“eşya” nın hakikatlerini kapsamlı bir şekilde kavrayan,
idrak eden kimsedir.
Malûm,
bilgisi akla nakşedilen şeyin kendisidir.
İlmin değeri,
malumunun değeri kadardır. Âlimin mertebesi de ilminin
derecesine göredir.
Şüphesiz en
değerli, en yüce, en faydalı bilgi; Sani ve
Mübdi olan Allah’ın bilgisidir. Allah’ı bilmeye
“Tevhid İlmi” (marifetullah) denir. Bu ilmin tahsili
bütün akıl sahipleri için zaruri olup,
Efendimiz
(s.a.v.) hadislerinde:
-İlim tahsili
kadın, erkek her Müslümana farzdır… buyurmuştur. (70)
Tevhid ilmi
âlimleri; enbiya ve onların varisleri olan ulemâdır. Bu
ilim özü ve mahiyeti itibariyle değerli, mükemmel olup;
diğer ilimlere menfi, dışlayıcı nazarla bakmaz. (71)
Ben tek başına
“ruh” kelimesini kullandığım zaman tezekkür,
tahfiz, tefekkür, temyiz özelliği bulunan, kalbî ve aklî
idrake sahip, ilimleri kolayca öğrenen, soyut
tasavvurları kavrama kabiliyeti olan mükemmel cevheri
kastediyorum. BU cevher diğer ruhların ve kuvvetlerin
kumandanı olup, gerek hayvanî ruh, gerek tabii ruh ve
beden onun emrindedir. (74)
(Tahfiz: Aşağı
indirmek. Kolaylaştırmak.)
Hayvani ruh
latif bir cisimdir. O kalb fanusuna konmuş yanmakta olan
bir lamba gibidir…
Hayat bu
lambanın ışığı, kan; yağı, his ve hareket; nuru, şehvet;
harareti, gazap; dumanı, gıdaya ihtiyaç duyan ve
karaciğerde bulunan kuvvet onun hizmetçisi, bekçisi ve
vekilidir. Bütün canlılarda hayvani ruh mevcuttur…
Hayvani ruh
ilimleri kavramaya güç yetiremez. Bu ruh her şeyi en
güzel ve sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı ve onları
nasıl yarattığını idrak edemez. Varlığı bedenin
varlığına bağlı bir hizmetçidir ki, bedenin ölmesiyle
birlikte ölür. Kandaki maddelerin oranı arttığı takdirde
hararetin yükselmesiyle, bu oran eksildiği takdirde ise
soğuğun artmasıyla bu lamba söner. Lambanın sönmesi,
bedenin ölmesi demektir. Bâri Teala’nın hitab ettiği ve
mükellef saydığı bu ruh değildir. Çünkü karada, denizde
yaşayan bütün hayvanlar mükellef olmadıkları gibi,
emirlere de muhatap değillerdir.
İnsanın
mükellef ve (ilahi hitaba) muhatap oluşu kendisine özgü,
fazladan bulunan başka bir şeyden
dolayıdır ki bu
da nefsi natıkadır. (75,76)
Efendimiz
(s.a.v.):
-Her âbidin
kalbinde iki göz vardır ki, onlarla gaybı idrak
edebilir. Allah bir kuluna hayır murad ederse o kulun
bedenî gözlerle görmediği şeyi görebilmesi için kalbî
gözlerini açar,
buyurmuştur.
Nefsi natıka
bedenin ölmesiyle ölmez. Çünkü Allah-u Teala onu kendi
kapısına çağırmakta ve ona:
-Rabbine dön!..
(Fecr-28)
Diye hitap
etmektedir. Onun bedenden yüz çevirip ayrılmasıyla ,
tabii ve hayvani kuvvetlerin tesiriyle ortaya çıkan
haller âtıl bir vaziyet alır, hareket söner. İşte ölüm
denilen hadise budur.
...
Nefs-i nâtıka
Bâri Teala’nın emrinden olduğu için bedende bir yabancı
(garib) gibidir. Yüzü daima aslına ve döneceği yere
doğrudur. Beşeri kirlerle kirlenmediği ve kuvvetli
olduğu takdirde daha çok ilahi kaynaktan istifade eder.
…Nefs-i
nâtıkanın bir cevher, bedenin de onun için hazırlanmış
bir mekân olduğunu öğrendin. Bedenin araz olduğunu,
cevher olmaksızın mevcudiyetini devam ettiremeyeceğini
anladın.
Yine bilmiş ol
ki, cevher bir mahalde sürekli bir şekilde kalmaz.
Öyleyse beden “ruh” için daimi bir mekân değildir.
Bilakis, onun geçici bir müddet kullandığı bir âlet ve
merkeptir.
“Ruh” bedenin
cüzlerine bitişik olmadığı gibi, onlardan ayrı da
değildir. Belki bedene ilişerek onu aktif ir hale
getirmiş ve feyizlendirmiştir.
“Ruh” un nurunun zâhir olduğu ilk yer dimağ (beyin)
olup, burası onun kendisini gösterdiği, ona has bir
karargâhtır. (79) |