Önce sözsüz
başladı seninle aramızdaki.
Ben konuşup
dursam da senin söyleyecek birşeyin yoktu.
Ama eksik
olma; yine de can kulağıyla, biraz garipseyerek de olsa
dinliyordun beni.
Birbirimizin yüzünü okuyorduk.
Gözlerimizi...
Birden
yüzünde gülücük oluyordu o.
O her
neyse…
Ne
okuyorsan gözlerimin içinde, gülmek oluveriyordu.
Hem de dokunmak istiyordun yüzüme.
Neşeyle!
Ayakların çırpınırken…
Bazen de
istemiyordun. Yüz çeviriyordun benden. Seni gidi seni!
Ellerin de karışıyordu bu defa işin içine. Hiç
“sözcüksüz” sen, pekâlâ anlatıyordun kendini.
Nasıl da
kalbe dalardın ah sen! İçimden gelen!
Kalbimden
mi çıktın?
İlk anda
yabancıydın. Sözcüklerini sanki karnımda bırakmıştın.
Şimdi okulda unuttuğun eşyaların gibi...Ah oğlum! Sana
bu konuda kızmak boşuna. Ayrıldığın her yerde bir
şeylerini bırakıyorsun sen.
Sonra öyle
hızla alıştın ki her şeye... Yadırgamayı unuttun.
Şaşkınlığını bıraktın. Efendisi oldun eşyanın.
Sözcüklerin yoktu hala, ama sesin vardı. Sesin hep
vardı. Senin ilk sözün, “sesin”di. Çığlıktı. Sesinle
diyordun ne diyorsan. Ses, “demek”ti. Ne demekti? Her
seste ayrı ton. Her ton bir sözdü. Sözcüğe bürünmemiş
bir “söz”.
Bir de
bakışın vardı ki sesin, sözün yetmediği yerde imdada
yetişiyordu. Bir bakışın üç bin kelime eder. Bazısı beş,
on bin... Ki bazen ağzın burnun da katılırdı o
söyleyişe; o vakit dünyanın bütün dilleri, sözcükleri
seferber olurdu, yüzündeki o bir tek “söz” için. Onu
anlatmak için. Sen onlarsız derdin diyeceğini. Ben de
anlardım onlarsız, ne dediğini. Bazen meydan savaşı,
bazen düğün bayram…
Bir de
yüreğin var senin. Bir yüreğin var ki, aman Allahım
içimin acısı. Saf ateş. Kendini yakan ateş. Hiç bir söz
dumanı bile olamaz o ateşin. Yüreğin ki isyan nedir
bilmez. Yakar beni. Coşar kabarır, ta ki yerle gök bir
olur; ama dökülmez. O yüreğin var ya, ne çok
ağlamışımdır. Tevekkülün beni çaresiz bırakırdı.
Küçüldükçe küçülürdüm. Büyüdükçe büyürdün. Küçücük.
Kabı
seninki kadar geniş bir yürek, ben hiç tanımadım çocuk.
Nihayet
sözcüğe geldin. Harfleri devire devire, ağzında
boğazında hırpalayarak, bazen tükürür bazen doğurur gibi
konuşuyordun. Bir, iki, üç kelime... Seninle konuşmak ne
güzeldi. Kafanın içini merak ediyordum. Senin
sözcüklerini, senin tariflerini duymak istiyordum. Her
öğrendiğin yeni sözcükte ben, “sen”den yeni bir şey
öğreniyordum. İçinden geliyordu, içinde doğuyordu ilk
sözcükler... Tıpkı senin bende doğup, benden doğman
gibi. Sözcükler senin çocukların oluyordu. Ben onları,
senden oldukları için seviyordum.
Canımı
çoğaltan,
Güle
güle büyü... İçindeki mânâ seninle büyüsün, sözcüklensin. |