Ruh Nedir?
Modern
tıbbın
kurucusu
olarak
bilinen
Patolog
Rudolf
Wirchof,
'Hayatımda
binlerce
ceset
kestim, ruh
denen bir
şeye
rastlamadım'
demişti.
Fakat amacı
insanı
anlamak olan
pek çok
bilim adamı,
bu yargının
ötesine
geçerek
insandaki
bedenin
dışında
psikolojik
terimle
'self'
şeklinde
ifade
edebileceğimiz,
geleneksel
terminolojimizde
ise ‘nefs’
diye bilinen
'kendilik'
yani 'öz'ün
farkına
varmıştır.
‘Nefs’ ya da
‘öz’ diye
tanımlanan
kavramla,
spritüel
olarak
tartışılan
‘ruh’
arasında
nasıl bir
bağlantı
olduğu ve bu
kavramların
sınırlarının
neye
dayanarak
belirleneceği
önemlidir.
Materyalist
pozitivizme
göre, nasıl
karaciğerin
salgısı
safra ise,
beynin
salgısı da
davranışlardır
ve bunlar
adeta beynin
birer
sonucudur.
Buna göre
beyin,
davranış,
duygu ve
düşüncelerimizin
kaynağıdır;
Bunun
üzerinde bir
güç ve
varlık
yoktur.
Ancak bu
görüş
tartışmaya
açıktır.
Zira bütün
duygu,
düşünce ve
davranışlar
insan
beyninin
ürünü olarak
düşünüldüğünde,
‘açıklanamayan
bilgiler’in
kaynağının
ne olduğu
sorusuna
cevap
veremeyiz.
‘Sembolik,
soyut ya da
sanatsal
düşünce
nasıl ortaya
çıkmaktadır?’
‘Beyin bu
kadar
mükemmel bir
düşünce
grubunu
nasıl bir
araya
getirmekte
ve tek
başına
hiçbir aklı
olmayan
hücreler
buluşup,
akıllı bir
hücreyi
nasıl ortaya
çıkarmaktadır?’
Bu sorulara
pozitif
bilimin
bilinç
kavramıyla
açıklama
getirmesi,
konuyu
yeterince
aydınlatamamaktadır.
Ruh Nasıl
Bir
Programdır?
İnsanın
doğumuyla
beraber
varlığını
gösteren ve
yaşanan
gerçekler
karşısında
gelişebilen
ruh
programı;
yaratıcı
iradenin
insanoğluna
ikramıdır.
Bilindiği
üzere insan
dışındaki
hiçbir
varlık
yaratılışına
ve
sonrasındaki
sürece dair
sorgulama,
hatta itiraz
etme
özelliklerine
sahip
değildir.
İnsanlık
alemi, Hz.
Adem’den
beri, bu
yönüyle
Yaratıcıya
muhatap
olmuştur.
Ruhu somut
olarak
bilgisayar
programlarına
benzetebiliriz;
bilgisayar
programları,
bilgisayara
içi boş
olarak
yüklenir ve
biz ona
kendi ilgi
alanlarımız,
zevklerimiz,
yeteneklerimiz
doğrultusunda
programlar
kaydedip;
yine bunlara
uygun
dosyaları
arşivleyerek
genişletiriz.
Programı ne
kadar çok
kullanırsak,
o kadar
zenginleşip
geliştiğini
de bu sayede
fark ederiz.
İnsan da
ruhunu ne
ölçüde
geliştirirse,
ona bu ruhu
yazanla
arasında o
kadar güçlü
bir ilişki
kurulacaktır.
Şuuru
yerinde olan
bütün
insanların
ruh programı
genetik
olarak aynı
olmasına
rağmen, az
sayıdaki
insan bu
programa
bilgi
yükleyip
gerektiği
gibi
kullanabilmektedir.
Radyoya
İlham Veren
Ruh Programı
Bilgisayarın
yazılım ve
donanım
özelliklerinin
yanı sıra
üçüncü bir
özelliği de
‘bağlanabilir’
olmasıdır.
Hesap
makinesiyle
internete
girme imkanı
yoktur ancak
bir
bilgisayar,
bağlantı
kurduğunda,
internete
girerek pek
çok bilgi
kaynağına
ulaşabilir.
İnsandaki
ruh
programının
da
‘bağlanabilirlik’
özelliği
vardır. Bu
vasıf, belli
bir salınım
ve titreşim
gerektirir.
İnsanda
titreşimi
sağlayan
unsur,
duyguların
gerektiği
şekilde
yaşanması ve
bu yolla
ruhun
inceliklerinin
keşfedilmesidir.
Yapılan
araştırmalar,
insanda üç
çeşit temel
duyunun
olduğunu
tespit
etmiştir.
Bunlardan
birincisi
dokunmak,
fiziksel
temas, ışık
gibi mekanik
duyular;
ikincisi,
tat, koku
gibi
kimyasal
duyular;
üçüncüsü
ise,
manyetik
duyulardır.
‘Manyetik
duyu’
hayvanlarda
da vardır.
‘Altıncı
his’ gibi
ifadelerle
anlatmaya
çalıştığımız
bu duyu,
olacakları
hissedebilme
yetisinin
hayvanlarda
da olduğunu
göstermektedir.
Bu arada şu
soru da
akıllardan
uzak
tutulamaz:
Manyetik
duyuların
insandaki
yüksek
duyguların
kapısı,
onların
algılama
kısmı olup
olamayacağına
dair
sorulması
muhtemel
soruyu bir
duyumuzu
modelleyerek
cevaplandırabiliriz:
Ses
titreşimini
mekanik
kulakta
algılarız;
iç
kulağımızda
‘quartz
kristalleri’
vardır.
Titreşimler,
‘piezo-elektrik’
denilen bir
olayla,
kulağımızdaki
ses
enerjisini
elektrik
enerjisine
dönüştürür.
İşitme
duyusu
olarak
kulak,
işitme
enerjisini
elektrik
enerjisine
dönüştürmekle
görevlidir.
İşte insanda
da sevgi,
nefret, öfke
gibi
duygular
mevcuttur.
Bu duygular,
beyindeki
elektrik
enerjisini
radyo
enerjisine
çevirir.
Yahut da
çevreden
gelen sevgi
gibi
manyetik
enerjiyi
beynimizin
bir bölgesi
elektrik
enerjisi
haline
getirerek,
beynin
algılamasını
sağlar.
Manyetik
duyguyu,
duyu ve
enerjiye
çeviren
beyin, onu
kimyasal ve
elektriksel
olarak
‘proses’
eder ve biz
de bu yolla
algılamaya
başlarız. Bu
durum, henüz
kanıtlanmış
olmasa da
aklî veriler
ışığında
beynimizdeki
manyetik
enerjiyi
elektrik
enerjisine
dönüştüren
mekanizmanın
varlığını ve
kablosuz
bağlantılarımızın
gerçekleşme
halini
göstermektedir.
Sevgi,
Foton
Enerjisi
Gibidir
İnsanı kendi
içinde bir
radyo
istasyonuna
benzetirsek,
elektrik
enerjisinde
saklı olan
egosunu
görebiliriz.
Bu radyo
istasyonunun
içinde teybe
kaydedilmiş
olanlara
benzer
bilgiler yer
almakta ve
bu da insana
yetmektedir.
Ancak
bağlanabilirlik
özelliğinin
aktif olması
için,
üzerindeki
‘açma’
tuşunun
anahtarıyla
oynanması
gerekir.
Aksi halde
insan,
içindeki
mevcut
bilgilerle
yaşadığında
bir hesap
makinesinin
sınırlarında
yaşamış
olacaktır.
Fakat içinde
televizyon
kartı da
bulunan bir
bilgisayarımız
olduğunda;
internete
bağlanmak
bir yana
dünyadaki
diğer
kanalları da
izleyeceğimiz
bir güce
kavuşuruz.
Hayvanlar
insanlardan
farklı
olarak tıpkı
bir radyo ya
da teyp
gibi,
elektrik
olduğu
sürece
çalışan ve
içine
kaydedilmiş
bilgileri
kullanan bir
yapıdadır;
yiyip
içerler,
cinselliklerini
yaşarlar ve
temel
ihtiyaçlarını
karşılarlar.
Ama
evrendeki
bilgiyi
alabilecek
bir FM
bantları
yoktur. Oysa
insan,
megahertz
üzerinden
gelen
titreşimle
RF, Radyo
Frekansı
dalgaları
ile ilahi
radyoya
bağlanır. Bu
bağı
oluşturan
sevgidir.
Sevgi gönlün
enerjisi,
kalbin
özüdür.
Buradaki
kalpten
kasıt, bir
uzuvdan öte
gönül
boyutudur.
Tıpkı foton
ışınları
gibi...
Elektronlar,
kütlesi olan
ışınlardır
ve elektrik
bu
ışınlardan
üretilir.
Fotonlar da
ışık benzeri
her tarafa
yayılabilen
kütlesiz
ışınlardır.
Sevgi, foton
enerjisinden
oluşmuş
gibidir.
Hatta son
yıllarda
ışık
hızından
daha hızlı
bir enerji
parçacığından
söz
edilmekte ve
ismine
‘psikon’
denilmektedir.
Vücudumuzdaki
elektrik
devrelerini
çalıştıran
elektron
özellikli
bir
enerjiyken;
sevgi, foton
özellikli
kütlesiz bir
enerjidir.
Kalp ise bir
‘baz
istasyonu’
gibi
vericilerle
bağlantı
kurar.
İçindeki
duyguları ve
fikirleri
gönderir;
yahut
dışarıdan
gelen
bilgileri
alır. Bu
özelliği ile
uyduya çıkma
imkanı
doğar.
Hayvanlar
sadece
elektronik
bir alete
benzerken;
insan
bilinçli
belleği
olan,
elektromanyetik
bir cihaz
gibidir.
Çünkü
hayvanlar
içlerindeki
programa
birebir
uysalar da,
onlarla
‘online’
bağlantı
kuramazlar.
Zira onların
yaratılışları
ancak bu
kadarına
izin
vermiştir.
Yaratılışın
sınırlı
tutulduğu
yerde,
gelişim de
yavaştır.
Oysa
imkanlar
verildiği
ölçüde,
programın
içi
doldurulur,
geliştirilir
ve iyi yolda
kullanılırsa,
sistemin iyi
tarafları ön
plana çıkar.
İnsanda biri
sabit biri
değişken
olmak üzere
iki program
vardır.
Hayvanlarda
ve diğer
canlılarda
geliştirilme
özelliği
bulunan
ikinci bir
programdan
söz
edilemez.
İnsanın
ayrıcalığı,
beyninde
doğuştan var
olan işletim
sistemindeki
bu
programın,
yüklenebilir
halde
bulunmasıdır.
Bu durum
diğer
canlıların
yoksun
oldukları,
kabiliyetleri
ve sınırları
çok geniş
bir işletim
sisteminin,
insan
beyninde
mevcut
olduğuna
işarettir.
İnsanın
yeteneklerini
keşfederek
kendini
geliştirmeye
çalışması,
onu
yaratanın
dikkatini
çeker ve
kişi
Yaratıcı ile
muhatap olma
melekesini
ilerletir.
Zaten insanı
insan yapan
özelliklerin
başında;
kendisini,
hayatı,
yaratılanları
sorgulayabilme
ve cevaba
ulaşma
özelliği
vardır.
Mesela,
psikiyatri
alanında
çalışan
hekimler
olarak
beyindeki
hücreleri
birbirine
bağlayan
elektronik
devreleri
inceleyip,
bu
devrelerdeki
arızaları
düzeltmeye
uğraşırken;
insandaki
sabit
programın
varlığı ve
buna yeni
programlar
ekleme
özelliğimizin
olduğu
gerçeğiyle
tekrar
tekrar
karşılaşmamız
söz
konusudur.
‘İnsan
bilgisayarına
neden ruh
programı
yüklenmiştir
ve daha da
önemlisi
ruhu
yükleyen dış
güç kimdir?’
sorusu,
İlahiyat
alanının
cevaplayacağı
bir sorudur.
Pozitif
bilimler
ise, ‘mevcut
işleyişin
nasıl vücuda
geldiğini ve
ne şekilde
çalıştığını’
izlemeye
yoğunlaşır.
Ruh ve
Güneş
İlişkisi
Ruh insanda
bir özellik
olarak
görülen,
kütlesiz bir
enerjidir.
Güneş,
söndükten
ancak sekiz
dakika sonra
kaybolur.
Işığı
dünyaya,
saniyede
300.000 km
hızla gelir.
Onun
dışındaki
farklı bir
enerji türü
de ruhtur.
Ruh, zaman
ve mekan
kavramından
uzaktır.
Güneş bu
anlamda yarı
nurani
diyebileceğimiz
bir özelliğe
sahipken
ruh, tam
anlamıyla
nuranidir;
hiçbir
maddesel
kayda -zaman
kaydı da
dahil- tabii
değildir.
Oysa foton
enerjisi,
kütlesi
olmasa da ve
çok minimal
düzeyde
kalsa da,
güneş zaman
ve mekandan
kopuk
değildir.
İnsan
beynindeki
bir bölge,
evrendeki
dalgalarla
etkileşen
bir özellik
göstermektedir.
Her
enstrümanın
bağımsız
olduğu bir
orkestrada
orkestra
şefinin
bulunması
halinde
bütün
enstrümanlar,
şefin
komutlarıyla
çalar.
Mesela, ayrı
üç gitar
çalınıp, üçü
de aynı sesi
verdiğinde
bu üçünün
osülasyonu
birbiriyle
örtüşür ve
büyük bir
ses ortaya
çıkar. Ama
gitarlardan
birisi
farklı bir
ses verdiği
zaman
orkestradaki
ahenge
uymadığı
için onun
sesi,
diğerlerinin
arasında
sırıtacaktır.
İnsan
beyninde de
evrendeki
salınım ve
titreşim
vardır. O
titreşimle
buluştuğumuzda,
beynimiz
adeta
Yaratıcıya
ulaşır.
Hayatın
anlamını
kavramaya
çalışan
insanın
beyinde
Yaratıcının
beklentisine
uygun olan
osilasyon
üretimini
başarmak
için,
evrendeki
akılla ortak
bir
etkileşime
girmesi
gerekir.
Dindar
insanlar,
bunu
başarmışlardır.
Beyinde
evrendeki
dalgalarla
etkileşen
bölge,
aslında ruh
denilen
akıllı bir
enerjinin,
evrendeki
akılla
etkileşime
girmesi
sonucunda,
bir anlamda
otonom yani
kendi başına
çalışan,
yemek içmek,
üremek ve
korunmak
için yaşayan
bir varlığın
ötesine
geçerek, bir
bütünün
parçasına
dönüştüğünü
gösterir.
Bu, insanın
kendisini
güvende ve
rahat
hissetmesine
yardımcı
olur.
İnsan,
yaratıcıyla
etkileşime
girmediği ve
beyin
bölgesi onu
hissedemediği
takdirde
kendisini
yalnız
hisseder.
Yalnız bu
noktada şu
soru bir
tartışma
konusu
olmuştur:
İnsandaki bu
güven
duygusu mu
beyindeki o
bölgeyi
aktif hale
getirmektedir,
yoksa
evrendeki
enerji ile
etkileşime
girdiği
zaman mı
beyin bu
duyguyu
aktif kılar?
Bu bilimsel
tartışma
konusu, ne
derece sebep
sonuç
ilişkisiyle
değerlendirilir
bilinmez ama
insan
beyninin bir
bölgesi
harekete
geçtiği
zaman,
kişinin
kendisini
mutlu ve
güvende
hissettiği
açık bir
gerçektir.
Bunu
başarabilmek
için akıl,
duygu ve ruh
arasındaki
tanımlamaları
iyi bilmek
gerekir.
Ruh,
insandaki iç
gerçeği
araştırırken,
akıl daha
çok dış
gerçeklerle
uğraşır.
Ruh, insanın
içinden
gelen duygu
ve
heyecanlara
karşı daha
duyarlıdır.
Sonuçta
insana
yaşama
sevinci
veren şey,
bu üç
melekenin
ortak
sonucudur.
RUH AKIL
KALB
HİYERARŞİSİ
Mevlana
kalb akla,
akıl ruha
esirdir
diyor. Bu
bilgi yeni
psikoloji
teorisine
tam uyuyor.
Hatta ruh
için
beynimize
paralel bir
kuantum
paralel
beyin var
mı? Bu
beyine
psikon beyni
diyebilirmiyiz?
sorusuna
cevap
aranıyor.
İnsan
evrende
okyanusun
ortasındaki
bir gemi
gibidir.
İçindeki
duygusal
enerji, onu
ayakta
tutar; akıl
enerjisi ne
yapacağını
planlar ve
ruhsal
enerjisi
karayla
bağlantısını
sağlar. Kimi
zaman mutlu
olduğu
halde,
okyanusun
ortasında
nereye
gideceğini
bilemez bir
halde
bulunabilir.
Ya da
denizde
ilerlerken
geçici bir
mutluluk
yaşasa da,
aklını
kullanmadığı
takdirde
nereye
gideceğini
bilemeyeceğinden
mutluluğu
geçici bir
mutluluk
haline
gelebilir.
Ruh karadaki
radyo
istasyonuyla
bağlantı
kuran bir
telsiz
gibidir.
İnsan
kendini
yalnız
hissetse de
'benim
evrende bir
Yaratıcım
var'
düşüncesi
ona kainatta
yalnız
olmadığı
hatırlatacaktır.
Ruhsal
gerçeklik,
insanın
bütün
evrenle
bağlantı
kurmasını
sağladığı
gibi, kişiye
evrendeki
bütünün bir
parçası
olduğunu da
hissettirir.
Ruhun
dışında
akıl,
insanın
rotasını
belirleyen
bir başka
öğedir;
duygu ise
onu ayakta
tutar ve ona
enerji
verir. Üçü
bir arada
olmadığı
zaman, o
kişi mutlu
olamaz. Eğer
bir kimse
duygusal
enerjisinin
yardımıyla
kendisini
motive
edebiliyor
ve aynı
zamanda
aklını da
kullanarak
problemlere
karşı çözüm
üretebiliyorsa,
ruhu da ona
yardım
edecek ve
ondan gelen
sinyallerle
hayatta,
olması
gerektiği
gibi
ilerleyecektir.
Kişinin
duygu ve
aklında bir
problem
olmadığı
halde,
ruhuyla
bağlantısı
yoksa hayat
rotasını
şaşırma
ihtimali
yüksektir.
Bu sebeple
diyebiliriz
ki; semavi
dinlerle
bağlantısı
olan kişiler
daha az hata
yapmaktadırlar.
Ruh
bağlantısını
kurmamış
olanlar da
doğru yolu
bulurlar;
ancak onlar
yollarında
tamamen
deneme
yanımla
yöntemi ile
ilerlerler.
Semavi
kaynaklardan
ilham almayı
ancak ruh
başardığı
için ruhsal
bağlantısı
güçlü
olanlar,
büyük yerle
alışveriş
yaparlar.
Akıl ise,
ancak kendi
kaynaklarıyla
yetinir.
Ruh
Hastalanır
mı?
Psikiyatrik
hastalıklar
uzun süre
‘ruh
hastalığı’
şeklinde
tarif
edilmiştir.
Bunun
sebebi,
bilgisayardaki
devrelerde
sorun olduğu
zaman
işlevinin
kaybolması
ve
görüntülerin
karışması
gibi;
insanda da
sevgi,
nefret, öfke
ya da diğer
duyguların
gizli
kalması veya
gereğinin
üzerinde
varlık
göstermesiyle,
beyindeki
elektronik
ve kimyasal
devrelerin
bozularak
ruhun
varlığını
gizlemesi
sonucu bir
nevi
şizofrenik,
akıl sağlığı
bozuk
davranışların
ortaya
çıkmasıdır.
Burada ruhun
kendisinden
öte, ruh
programı
bozulmuştur.
Yazılımda
hata
olmadığı
halde
elektronik
devrelerdeki
hata, ruh
hastalığı
şeklinde
algılanmaktadır.
Hekimlerin
tavsiyesiyle
alınan
ilaçlar,
beyindeki
elektronik
devreleri
düzelttiğinde,
program
yeniden
çalışır hale
gelir.
Tıpkı
bilgisayarların
zaman zaman
‘reset’lenmesi
gibi,
insanın da
kimi zaman
yeniden
yapılanması
gerekmektedir.
Bu
yenilenme,
kişinin
evrendeki
kozmik
enerjiyle
devamlı
bağlantı
kurması ve
bağlantı
sırasında,
programda
oluşacak
virüsleri
temizlemesiyle
mümkün olur.
Virüslerin
bilgisayardaki
programları
sabote
etmesi gibi,
insanın ruh
programını
da sabote
eden
virüsler
vardır.
Yalan
söylemek,
hile yapmak,
haksızlıkta
bulunmak,
saldırganlık
gibi çevreye
zarar veren
her şey, bir
virüstür.
Virüslerin
en kötü
özelliği,
amaca giden
yolda insanı
geri planda
bırakmasıdır.
Belli bir
hedefe
yönelik
olarak
gerçekleşen
hayat
yolculuğunda,
şeytani
virüsler bir
engelleyici
niteliği
taşır ve
hatta hayatı
bloke eder.
Virütik
düşünceler,
kişiyi zevk
tuzaklarına
düşürür.
Bitmez
tükenmez
arzular ve
bencil bir
yaşam tarzı
olarak
özetlenebilecek
virüsler,
ana
programın
düzgün
çalışmasını
engellediğinden,
temizlenmesine
ihtiyaç
vardır.
Fakat
temizlik bir
defaya
mahsus
değildir.
Tek defalık
temizlik,
insanın
bütünüyle
kurtulması
anlamına
gelmez.
Doğru olan,
koruma
programları
ve
antikorlar
geliştirerek
bundan
sonraki
süreçte
gelebilecek
saldırılara
karşı da
tedbir
almaktır.
Dinamik bir
varlık olan
insan bu
çabasını
devam
ettirebilirse,
kendisine ve
yaratıcısına
karşı
görevini
yapmış ve
insan
olmanın
gereğini
yerine
getirmiş
olur. Aynı
zamanda bu
durum,
‘Büyük
İrade’
tarafından
da
ödüllendirilir.
BİLİNÇ VE
YAYILAN
ENERJİ
Bilinç,
insanın
varoluşunun
farkında
olma
özelliği
şeklinde
açıklanabilir.
Kuantum
fiziğinin
tartıştığı
bir alan
olarak
bilinç
konusu, son
yıllarda
temel bilinç
kavramıyla
birlikte
değerlendirilmektedir.
Kuantum
fiziği ile
sinir bilimi
arasındaki
ilişkiyi
araştıran bu
bilim dalı;
evrenin
enerji
bantlarından
oluşan bir
sistem
olduğunu,
bilinçli
olma halinin
ise ayrı bir
frekans
olarak
insana
verilmiş bir
özellik
olarak
ortaya
çıktığını
belirtmektedir.
Bu özellik,
beyindeki
metakognisyon
genleriyle
ifade edilen
kişinin
kendisinin
ve zamanın
farkına
varmasını
sağlar.
Evrende
yayılan bir
enerji
vardır ve
bunun
dışındaki
sabit
enerjiler
madde
şeklinde
özetlenebilecek
ısı, ışık,
radyo
frekansı ve
ruh gibi
yayılan
enerjilerdir.
İnsanda ise
diğer
canlılarda
olmayan bazı
ruhsal
yetenekler
vardır. Bu
yetenekler
insanı diğer
canlılardan
ayırmaktadır.
Böylelikle
soyut
mücerret
diye
adlandırdığımız
kavramların
yayılan ve
kuşatan bir
enerjinin
uzantısı
olduğunu
görebiliriz.
Bilgisayarın
elektrik
fişinin
çekilmesi ne
ise, ruhun
bedenden
ayrılması da
odur. Kalp
ölümü ile
beyin ölümü
arasındaki
fark işte bu
noktada
ortaya
çıkar.
İnsanda kalp
ölümü
olmamasına
rağmen beyin
ölümünün
gerçekleşmesi,
bitkisel,
otonomik
hayat diye
tarif
ettiğimiz
durumdur.
Yiyen, içen
ama
hareketsiz
şekilde
yaşayan bu
insan,
hareket
edebilirse;
hayvansal
türde
yaşamış
olacaktır.
Çünkü
harekette
bir irade
vardır;
beynin orta
kısımlarının
çalışması
hayvansal
hayatın
devam
ettiğini
göstermektedir.
Evreni
kuşatan
enerjinin
ruhsal
enerji
kısmını
dönüştüremeyen
otistik
çocuklarda
da sınırlı
bir yaşam
söz
konusudur.
Bu
çocukların
beyindeki
dönüştürücüler
çalışmadığı
için
enerjilerinin
gereken
bölümünü
aktif hale
getirmeleri
zordur.
İnsanın
zaman, mekân
kavramı,
varoluşu ile
ilgili
soruları,
neşe, sevinç
gibi
duyguları
yaşadığı
alan
beyindir ve
kişi bu
bilinci
sağlanamadığı
takdirde
yalnızca
yiyen, içen
ve boşaltan
bir varlığa
dönüşür.
Yaşadığımız
hayat
tarzının
devam etmesi
için, beyin
kabuğu ve
beyindeki
limbik
sistemin
çalışması
gerekmektedir.
Beyin
kabuğunun
dışında ve
beyinde
duygu
süreçlerini
yöneten
alanlar
vardır.
Bunlar,
duygu boyutu
olan soyut
bilgilerin
kaydedildiği
bölgelerdir.
Anlam ve
duygu boyutu
olan
kararlar
vermek,
sözcük
üretmek,
sözcüklere
anlam katmak
ve anlam
katılan
sözcükleri
dillendirmek;
limbik
sistemde
beynin
yerine
getirdiği
fonksiyonlardandır.
Beyindeki bu
bölümlerde
eksiklik
meydana
geldiği
takdirde,
‘ruh
hastalığı’
dediğimiz
hastalıklar
ortaya
çıkar.
Esasında ruh
hastalığı,
evreni
kuşatan
enerjinin
beyinde bir
enerjiye
dönüşememesiyle
ilgilidir.
Beyinde bu
konuya
ilişkin
bağlantı ve
devreler
çalışmadığı
takdirde;
onun
ürettiği
sinyallerin,
evrensel
ilişkiye
bağlanabilirliği
bozulmakta
ve hastalık
ortaya
çıkmaktadır.
Bu sebeple
evrendeki
çekim kanunu
ve enerji
bağlanabilirliği
oluşmakta ve
sonuçta ruh
ile beden
ilişkisi
arasında
fark ortaya
çıkmaktadır.
Rahmanın
Nefesi
Olarak Ruh
İnsanın
yaratılışına
baktığımızda,
soyut
anlamda
dinler
aracılığıyla
gelen “ideal
insan”
modeli
vardır. Bu
modele uygun
olmaya
çalışmak
önemlidir.
Evrendeki
dengeyi
incelediğimizde
evreni
yaratanın
bir amacı
olduğu
görülmektedir.
Bize tevhidi
öneren
dinler, bu
tezle
hareket
etmektedirler.
İbrahimî
dinlerin
orijinal
tezlerine
baktığımızda,
insanın
“nefes”
olduğunu
söylediklerini
görürüz.
İnsan ruhunu
ilahi nefes
olarak
adlandıran
tasavvufi
bakış, İslam
Peygamberinin
varlık,
‘nefha-i
rahmandır’
diye
adlandırdığı
ruhun
ifadesidir.
Allah
tarafından
insana
üflendiği
söylenen ruh
da, insana
aktarılan
bir enerji
transferinden
bahsetmek
mümkündür.
İnsan
üfürdüğü
zaman bile
içindeki bir
şeyi
karşısındakine
aktarmaktadır.
Hz.
Muhammed,
kendisine
peygamberliğin
geldiği ilk
yıllarda,
bir damla su
da
milyonlarca
canlı
olduğunu
söylese,
ruhun
evrendeki
salınım ve
titreşimlerle
münasebetini
dile getirse
buna kimse
inanmazdı.
Allah maddî
bir varlık
olmadığı ve
ciğerleri de
olmadığı
için,
‘üfürme’
denildiğinde
Allah’ın
bazı
özelliklerini
kullarına
aktardığı
anlaşılmaktadır.
Üfürme
kavramını,
bilgi ve
özelde de
vahiy olarak
düşünebiliriz.
Vahiy,
Bilgi
Transferidir
Evren
aslında
bilgi ve
bilginin
çeşitli
şekillere
bürünmesi
demektir.
Mesela,
bilginin
madde şekli
olduğu gibi
enerji şekli
de vardır ve
bu dijital
format
biçiminde
kendini
gösterir.
Evrende
bilginin
elektromanyetik
biçimi,
yüksek
frekans boyu
ve görme
bandındaki
şekilleri,
kızılötesi
dediğimiz
ısıları
okuyan
biçimi ya da
mikrodalga
şekli, radyo
frekansı
şekli ve en
sonunda da
ruh enerjisi
şekilleri
vardır.
Bütün bu
bilgiler,
evren
eşittir
bilgi,
tezini
doğurmaktadır.
Allah’ın
kendi
bilgisinden
evrene
ilettiği
bilginin
somut
örneğini
bilgisayar
gibi
düşünebiliriz.
Bilgisayar,
bilgiyi
işleyen bir
makinedir.
Dijital
formata
çevrilebilen
her bilgi,
nakledilebilir
ve
bilgisayarda
görünür hale
dönüşerek
okunabilir.
Hayata dair
bilgi de,
“var” ve
“yok”
noktalardan
ibarettir.
Bu
şifrelerdeki
varlık ve
yokluk,
pozitif ile
negatif
olanın aynı
yerde
bulunduğunu
gösteren bir
dualite
gerçeğidir.
Evrenin
bilgisi otuz
katlı bir
inşaat
yapacak olan
mimarın,
inşaata
başlamadan
önce iki
sene proje
çizmeye
uğraşmasına
benzer.
Projenin
uygulanması
için
sırasıyla
ilim, irade,
para ve
zamanın
olması
gerekir.
İlim tek
başına
yetmeyeceğinden
buna eşlik
eden, uygun
yerde, uygun
zamanda ve
uygun
şekilde
yapma
manasını
ifade eden;
hikmet
gerekir.
Evrendeki
bilginin
yaratılışa
dair bir
dili vardır.
Buradaki
enerji bandı
da bir dalga
fonksiyonudur.
Titreşimler
hızlı
olduğundan
ve dalga
boylarının
bizim
algılayamayacağımız
süratte
ilerlemesinden
dolayı,
‘var-yok’
şeklinde
gözüken
dalga
boylarını
algılamak,
insan için
zordur. Bu
şekliyle
evrenin
noktalardan
ibaret
olduğunu
söyleyebiliriz.
Gama röntgen
ışınları,
çok yoğun
ışınlardır.
Madde de bir
titreşimdir
ama gama
ışınları
gibi ışınlar
maddeyi
geçmektedirler.
Görünen
ışınlar yedi
renk
aralığındaki
ışınlardır.
Biz
diğerlerini
göremediğimiz
için;
etrafımızdan
ses, görüntü
ve renk
geçmiş
olmasına
rağmen
onları ‘yok’
olarak kabul
ederiz.
Röntgen
ışınları,
ultraviyole
adını
verdiğimiz
morötesi
ışınlardır.
Varoluşun
gerçekleşmesi
için varlığa
devamlılık
ve sonsuzluk
katılması
gerekir.
İnsanın
mutluluk
arayışı bile
bu sebeple
sonsuzluk
arzusu.
Ruh ve
Ölüm
Konuyla
ilgili
ayrıntılı
bilgi
isteyen
okuyuculara
‘İnanç
Psikolojisi’
kitabımı
hatırlatarak
ruh ve ölüm
konusuyla
yazıya son
vermek
istiyorum.
Evren,
kuşatan,
büyük bir
enerji;
varlıklar
ise bu
enerji
içerisinde
birer
sinyaldir.
Oksijen,
karbon,
kedi, köpek
ya da insan;
yani
varlığını
devam
ettiren her
şey, birer
sinyaldir.
Sinyallerin
parmak izi
gibi iyon
yükleri ve
birer
tanımlaması
vardır.
Ruh ise iyon
yükünün
dışında,
radyo
frekansı
şeklinde bir
sinyaldir.
Ölüm
dediğimiz
şey, ruh ile
bedenin
ortak olarak
çalıştığı
sürenin
sonlanması
demektir.
Ruh,
yetenekler
kümesidir ve
bu kümedeki
kimi
yetenekler,
kişinin
kendisi
tarafından
geliştirilmekte
ya da yarım
kalmaktadır.
İnsanın
kendisine
bahşedilmiş
nimetleri
hakkıyla
kullanması
önemlidir.
Sonsuzluğa
inanan kişi,
dünyanın
ezelden
gelip ebede
giden hayat
çizgisinde
bir dilim
olduğuna
inanır. Bu
dilimde
kendisine
sorular
sorulur; o,
bu sorulara
verdiği
cevaplara
göre
değerlendirilir.
İnsandaki
bütün
bilgiler,
bir
bilgisayarın
harddiski
gibi, uzun
bellekte
mevcuttur.
Bu konuda
literatüre
girmiş şöyle
bir vakıa
vardır;
Trafik
kazası
geçiren bir
insanın
başında
bulunan
meraklı bir
nörolog,
hasta koma
halindeyken
onunla uzun
uzun
konuşup,
bütün
konuştuklarını
kaydetmiş;
hastası
komadan
çıktıktan
sonra ona
konuşmalarının
kaydını
dinletmiştir.
Kayıtlarda
İtalyanca
konuştuğunu
duyan hasta,
İtalyanca
bilmediğini
söylemiştir.
Bu bilgiye,
ilk önce
kendi
düşüncelerine
delil
oluşturacağını
düşünen
reenkarnasyoncular
sahip
çıkmışlardır.
Ancak
hastanın
geçmişi
araştırıldığında;
babasının
diplomat
olduğu ve
İtalya’da
kaldıkları
çocukluk
yıllarında
kendisiyle
İtalyan bir
bakıcının
ilgilendiği,
bakıcının
kimi zaman
çocukla
İtalyanca
konuştuğu
ortaya
çıkmıştır.
Hayatın ilk
yıllarında
öğrenilenler,
belleğin alt
katmanlarında,
ileride
öğrenilenler
ise daha üst
kademelerde
yer
bulurlar.
Edindiği
bilgileri
muhafaza
eden insan
öldüğünde,
sadece
enerji
bandını
değiştirmiş
olur. İnsan
için enerji
bandının
önceliği
hayat devam
ettiği
sürece maddî
boyutta,
öldüğünde
ise anlam
boyutunda
seyreder.
Evreni
kuşatan
sonsuz
enerji,
sinyal
üreten bu
varlığa yani
yaratılmışa;
dünyadaki
dolaşımını
bitirdikten
sonra başka
bir yaşamda
varlığını
devam
ettirmesi
için izin
vermektedir.
Bu sebeple
hiçbir
canlı,
sinyali
sönmedikçe
yok
olmayacaktır.
Bu duruma en
iyi örnek
son yılların
icatlarından
GPRS
sistemidir.
Arabalara
yerleştirilen
bu cihazla
frekans
kodundan o
arabanın
nereye
gittiğinin
bulunması
mümkün
olmaktadır;
teknolojinin
bu imkanı
insan için
de
geçerlidir.
İnsanın
sinyali,
parmak izi
gibidir ve
onu
evrendeki
enerjiden
bağımsız
düşünmek
mümkün
değildir. Bu
sebeple, her
bilim dalı
ve her
disiplin
birbirini
tamamlamaktadır.
Evren bir
bilgi
kümesidir ve
bu bilgi tüm
evrene
yayılmaktadır.
Maddenin
yaratılışı
da matematik
ifadeyle
programlanmıştır;
kişi bunları
çözdükçe
evrenin
nasıl
yaratıldığını
da çözmüş
olacaktır.
|