Gök
Türkler'in dini, Gök
Tanrı dinidir. Gök Tanrı
düşüncesinin, toprağa
yerleşmiş topluluklardan
daha çok avcılık,
çobanlık ya da
hayvancılıkla geçinen
göçebe topluluklara özgü
olduğu bilindiğinden, bu
inancın kökeni, Asya
bozkırlarına
bağlanmıştır. Türk
tarihi ve kültürüyle
ilgili araştırmalarıyla
tanınmış bilim
adamlarına göre Gök
Tanrı inancı bütün
Türklerin ana kültüdür.
Bu kült, Kunlar,
Tabgaçlar, Gök Türkler,
Uygurlar gibi eski Türk
boylarında inanç
sisteminin başında yer
alır.
Orkun yazıtlarında, Türk
Tanrı inancının
temelleriyle ilgili bazı
bilgilere
rastlanmaktadır.
Tonyukuk bengü taşında
birçok kez adı geçen
Tangri ya da Tengri,
daha çok “milli” bir
tanrı niteliği taşır.
Gök Türkler’in Çin
esaretinden kurtularak
İkinci Göktürk
Devleti'ni kurmaları
(680-682), Tanrı’nın
isteğiyle gerçekleşmiş
kabul edilir; Hakan’ı
Türklere Tanrı vermiş,
budun Hakanı terk edince
Tanrı tarafından
cezalandırılmıştır. Yani
Tanrı Türk Milleti'nin
hayatı ve geleceği ile
ilgilenen bir ulu varlık
durumundadır.
Gök Tanrı (Kök Tengri)
kavramının eski Türk
inanışında önemli bir
yer tuttuğu konusunda
daha somut örnekler de
vardır: Tanrıkut Mete (Motun)
Çin hükümdarına yazdığı
bir mektupta, kendisini
tahta Gök-Tanrı’nın
çıkardığını bildirmiş,
Gök’ün yardımıyla ve
kendi askerlerinin ve
atlarının çabalarıyla
çevresindeki 26 devleti
ve (Gansu’dan kuzey
Tibet ile batı
Türkistan’a kadar uzanan
bölgede) bazı halkları
yenerek Kun’laştırdığını
belirtmiştir. Görüldüğü
gibi, günümüze kalan
belgelerde, devletin
başına kağanı Gök’ün
getirdiği belirtilmiş,
devletin ve insanların
yönetimi de Gök’e mal
edilmiştir: Tanrı
Türk’ün yaşamına
doğrudan karışır,
buyruklar verir,
iradesine boyun
eğmeyenleri
cezalandırır, insanlara
bağışladığı iktidar
(kut) ve kısmeti (ülüğ)
değerini bilmeyenlerden
geri alır. Şafak
söktüren (tan üntürü) ve
bitkileri oluşturan da
“Ulu Tanrı”dır. O, yaşam
verici ve yaratıcıdır,
ölüm de Tanrı’nın
iradesine bağlıdır.
Bütün bu inanışlar, Gök
Tanrı’nın “eşi ve
benzeri olmayan,
insanlara yol gösteren,
onların varoluşuna
hükmeden, cezalandıran
ve ödüllendiren bir ulu
varlık olduğunu” ortaya
koymaktadır.
Türk inanç sisteminin
Gök-Tanrı dışında bir
başka özelliği de Atalar
Kültüdür. Ölmüş atalara
saygı, onlar için kurban
kesilmesi, ataerkil
ailede baba
egemenliğinin belirtisi
sayılmaktadır. Kunların
her yılın mayıs ayı
ortalarında atalara
kurban sunulduğu
bilinmektedir. Eski
Türkler’de en büyük
kurban, bozkırlı Türk’ün
kutsal bir duyguyla
benimsediği “at”tır.
Eski Türk bölgelerinde
özellikle Altay’lardaki
kurganlarda birçok at
iskeleti bulunmuştur.
Atalarla ilgili
kalıntıların kutlu
sayılması, mezarlara
yapılan tecavüzlerin
sert şekilde
cezalandırılmasından da
anlaşılmaktadır : Batı
tarihçilerine göre
Attila’nın ikinci Balkan
seferinin nedenlerinden
biri, Kun hükümdar
ailesine ait mezarların
Margus (Belgrat
dolaylarında, Tuna
kıyısındaki kent-kale)
piskoposu tarafından
açılarak soyulmasıdır.
Kunlar’ın büyük bir
hakaret saydıkları bu
işe piskoposu sevk eden
etken, eski Türkler’in
erkek ölüleri silah ve
değerli eşyalarıyla;
ölen başbuğları altın ve
gümüş koşumlu atlarıyla;
kadınları da süs
eşyaları ve
mücevherleriyle birlikte
gömmeleriydi. Bunun
nedeni, Türkler’in, öbür
dünyada ikinci bir
hayatın varlığına ve
ruhların sonsuza kadar
yaşadıklarına
inanmalarıydı.
Türkçe’de (Gök Türkçe,
Uygurca) “ruh” için can
anlamına gelen “tin”
sözcüğü kullanılıyordu.
Bu aynı zamanda “soluk”
demekti. Ölüm, soluğun
kesilmesi, ruhun
bedenden ayrılıp uçması
biçiminde düşünülüyordu.
Bu yüzden de bazen
“öldü” yerine “uçtu”
denir, ruhları öbür
dünyaya göç eden
ataların, orada rahatsız
edilmemeleri, iyi
yaşamaları gerektiğine
inanılırdı. Bu nedenle
Eski Türkler’de
mezarları gizleme
geleneği yoktur, aksine
özellikle büyüklerin
özel mezarları yapılıp,
üzerlerine bir yapı
(bark) yapılmış, barkın
iç duvarları ölünün
yaşarken katıldığı savaş
sahnelerini gösteren
resimlerle süslenmiştir.
Ayrıca mezarın ya da
mezar yapısının üstüne
Balballar dikilmiş,
sıradan kişilerin
mezarlarına da, belirli
olması için tümsek
biçimi verilmiştir.
Eski Türkler’de
“ruh”ların insan
biçiminde düşünülmesi
söz konusu olmadığı
için, tapınmaya ilişkin
putlara da rastlanmaz.
Türkler gizli güçleri
olduğuna inandıkları
doğa olgularına
kutsallık vermekle
yetinmişlerdir. Doğada
gizli güçlerin bulunması
inancı, Orkun
yazıtlarında “yer-su” (yarsub)
terimiyle
yansıtılmıştır. Bu
açıdan yer-su “kutsal”
sözcüğüyle
nitelendirilmiştir.
Genellikle bu tür
inançlarda maddi yaşam
koşullarının, ekonomik
ve toplumsal etkenlerin
rol oynadığı kabul
edilmektedir. Orkun
yazıtlarında, Türkler’in
yararına çalışan manevi
güçler anlamında
kullanılan yer-su
sözcüğüne oldukça sık
rastlanır. Eski
Türkler’de kutsallık
“ıduk” kavramıyla dile
getirilmiş, özellikle
Göktürkler’de sular,
dağlar ıduk sayılmıştır.
Her boyun her obanın bir
kutsal dağı olmuş, bu
dağ ıduk olarak
benimsenmiştir.
Gök Tanrı’ya sunulan
bütün kurbanlar, adaklar
ilgili dağa götürülerek
orada törenle, şölenle
gereği yapılmıştır. Orta
Asya Türkleri arasında
en yüce, en kutsal
sayılan dağ “Ötüken”dir.
Ötüken yalnız dağ değil
aynı zamanda bir
ormandır. Türkler ona
büyük saygı göstermiş,
adaklar sunmuş,
kurbanlar kesmişlerdir.
Kurban, iyi ruhların
sembolü ve yerinin
gökyüzünde olduğuna
inanılan “Bay Ülgen”
için kesilmişse başı
“doğu”ya, kötü ruhların
sembolü ve yeraltında
olduğuna inanılan
“Erlik” adına kesilmişse
“batı”ya çevrilir.
Dağların yanı sıra bazı
tepeler, ormanlar,
sular, ateş, gök
gürültüsü, ay ve güneş
de kutsal sayılmıştır:
Bizans elçisi Zemakhos
Orta Asya’da Batı
Göktürk sınırına
vardığında, Türkler’in
onu ve arkadaşlarını
alevler üstünden
atlatarak kötü ruhlardan
arındırdıklarını
belirtmiştir. Kunlar
döneminde güneş, ay,
yıldız kültleri (daha
sonra 6. - 8. yy. larda
Türk toplulukları
arasında değerlerini
yitirmişlerdir) de rol
oynamıştır; Kun
hükümdarı her sabah
doğan güneşe, gece de
dolunaya saygısını
belirtirdi. Ayrıca
Gök-Tanrı’nın yanı sıra
yer de büyük önem
taşımıştır. Ancak, eski
Türk belgelerinde geçen
“yer” sözcüğüyle
toprağın kastedilmediği,
tanrısal gücün
öğelerinden biri olarak
“yer”i, tanın kültürüne
bağlı topluluklardaki
“toprak tanrısı” ile
karıştırmamak gerektiği.
Eski Türk dinine göre
“yer”in de Tanrı
tarafından yaratılmış
olduğu araştırıcılar
tarafından
belirtilmektedir.
Orta Asya Türkleri’nin
yaradılış efsanesine
göre, tanrıların en
yükseği, insanoğlunun
atası olan Tengere Kayra
Han (ya da Bay Ülgen),
“kişi”yi, onun aracılığı
ile de yeryüzünü,
dağları, vadileri
yaratmış; “kişi”nin
kendisine baş kaldırması
üzerine, ona “Erlik”
adını vererek ışık
evreninden yeraltı
atmış, yerden dokuz
dallı bir ağaç büyüterek
her dalında bir cins
insan yaratmıştır. Orkun
yazıtlarında da, Türk
evrendoğum inanışı
hakkında: “Yukarıda mavi
gök, aşağıda yağız yer
yaratıldığında, ikisi
arasında insanoğlu
yaratılmış” cümlesine
rastlanmaktadır. (Uze
Kök Tengırü, asra yağız
kılındıkta, ikin ara
kişioğlu kılınmış). Bu
cümleden bazı
araştırmacılar, Kök
Tengri deyimiyle bir tek
yüce Tanrı’nın değil,
doğrudan “mavi gök”ün
kastedildiğini; Kök
Tengri deyimiyle “Ulu
Tanrı” kastedilseydi,
“yaratanın da aynı
zamanda yaratılmış
olması” gibi çelişkinin
söz konusu olacağını
belirtmektedirler.
Altaylar’da dünyanın
sonlu olduğu günün
birinde yıkılacağı
inancı vardır. Bu inanca
göre, yeryüzü yaşamı
sürekli değildir; günün
birinde sona erecek ve
insanlar, hayvanlar,
bitkiler yok olacaktır.
Bu sona doğru insan
soyunda azalma
başlayacak, suçlar
çoğalacak, günahlar alıp
yürüyecek, insanlarda
tanrı korkusu
kalkacaktır. İyilik
simgesi Bay Ülgen’le,
kötülük simgesi Erlik
arasında oluşacak büyük
savaşın sonunda, Bay
Ülgen dışında bütün
savaşanlar ölecektir.
Bay Ülgen bütün
canlıların öldüğünü,
yeryüzünde kendisinden
başka kimse kalmadığını
görünce “kalkın ey
ölüler” diye bağıracak,
bu çağrı üstüne bütün
ölüler yattıkları yerden
kalkacaktır. “İnsanların
yeniden dirilmesi”
anlamına gelen “kalkancı
çağ” (kalıcı çağ) budur.
Kunlar’da gerçek bir
dinle karşılaşılmakta,
Gök Türkler’de ise Gök
Tanrı bütünüyle manevi
bir “güç” durumuna
gelmektedir.
Gök-Tanrı dininin
Türkler’e özgü bir inanç
olduğu, “Tanrı” (Tengri)
sözcüğünden
anlaşılmaktadır: Bu
sözcük belirli fonetik
farklarla ( Başkurtça
dışında ) bütün Türk
lehçelerinde yer
almasının yanı sıra,
birçok Asya topluluğu
dillerine giren ortak
bir kültür öğesidir;
Türkçe olan “Tanrı”
sözcüğü en açık biçimde
Çince yazılmış bir
metinde Kun imparatoru
Mete’nin unvanları
arasında geçmektedir.
Şamanizm
Şamanizm, ata ruhlarına,
doğa varlıklarına
tapınmaya dayanan eski
bir Asya dinidir.
Aslında bir dinden
ziyade, temel ilkesi
ruhlara, cinlere,
perilere emir vermek,
gelecekten haber almak
düşüncesi olan bir çeşit
sihirdir. Eskiçağ ve
Ortaçağ’daki çok yaygın
olan sihirlerden farkı,
onların kişisel
olmalarına karşılık,
şamanlığın başta Orta
Asya ve Kuzey Asya
halkları olmak üzere,
Tunguzlar’da,
Moğollar’da, Mançular’da,
Laponlar’da,
Eskimolar’da,
Vogullar’da,
Ontiyaklar’da,
Samoyedler’de,
Kafkaslar’da,
Hindistan’da, Çin’de,
Japonya’da,
Endonezya’da,
Malezya’da, Polinezya’da,
Avustralya’da, Büyük
Okyanus’un öbür
adalarında, Alaska’da,
Grönland ve İzlanda’da,
Kuzey Amerika’da,
Guyana’da, Amazon
bölgesinde ve Afrika’nın
birçok yerinde (ufak
tefek ayrılıklar bir
yana) temel ilkeler
değişmemek koşuluyla az
yada çok kalabalık
cemaat’ın bulunmasıdır.
Şamanlığın ne zaman
ortaya çıktığı, ne gibi
değişiklikler geçirdiği
kesin olarak
bilinmemektedir.
Tarih ve din bilimi
açısından, Şamanizmin
doğuşu ve kaynağı gibi,
“şaman” sözcüğünün de
nereden geldiği, nasıl
bir anlam taşıdığı kesin
olarak
belirlenememiştir. Bu
konuda üç farklı görüş
öne sürülmektedir ;
1) Şaman kavramı,
Hindistan’daki Pali
dilinde “ruhlardan
esinlenen kişi” anlamına
gelen "samana"
sözcüğünden türemiştir,
2) Şaman kavramının
kaynağı, Sanskritçe’de
“budacı rahip” anlamına
gelen samana sözcüğüdür,
3) Şaman kavramı, Mançu
dilinde “oynayan
zıplayan, bir iş
görürken sürekli olarak
hareket eden”
anlamındaki saman
kavramından gelir.
Şaman, Gök Tanrı
tarafından bu göreve
getirildiğine (güçlerle
donatıldığına), Tanrı
ile insanlar arasında
aracı olduğuna, bazı
tanrısal nitelikler,
gizli bilgiler
taşıdığına inanır.
Şaman her şeyden önce,
kendi özel yöntemiyle
ulaştığı “kendinden
geçme” (vecd) durumunda,
ruhunun göklere
yükselmek, yeraltına
inmek ve oralarda
dolaşmak için bedeninden
ayrıldığını hisseden bir
“aşkınlık” (trans)
ustasıdır. Bütün
samanların derin
sezgileri, geniş düş
güçleri vardır. Derin
bir coşkunluğa kapılarak
kendinden geçer, bütün
gökleri, yeraltı
dünyasını gezdiğine,
ruhların yaşayışlarını
gördüğüne, bütün gizli
alemleri dolaştığına
inanır. Şaman vecd
sırasında, ruhları
egemenliği altına
alarak, ölüler, doğa
ruhları (cinler-periler)
ve şeytanlarla ilişki
kurar. Böylece ruhlar ve
tanrılar dünyasıyla
doğrudan ve somut
ilişkilere girişen
şaman, bir çok ruha
sahip olur. Çoğunlukla
hayvan biçiminde
düşünülen söz konusu
ruhlar, Sibirya
halklarında ve
Altay’larda ayı, kurt,
geyik, tavşan, çeşitli
kuşlar, (özellikle
kartal), baykuş, karga
suretinde
görünebilirler. Ayrıca,
büyük böcek, ağaç,
toprak, ateş olarak ta
ortaya çıkabilirler.
Şaman, gerektiğinde
bütün yardımcı ruhları
dünyanın dört bucağında
bile olsalar
çağırabilir. Bu çağrıyı
davul veya tefini
çalarak yapar.
Şamanlık sonradan
kazanılan bir görev
değildir ; şaman olacak
kimsenin, bir şamanın
soyundan gelmesi
gerekir. Şaman olmak
için gerekli belirtileri
taşıyan çocuk, belirli
bir yaşa gelince eski
bir şamanın eğitimine
bırakılıp gerekli ön
bilgileri edinir.
Şamanın denetimi altında
bir sınavdan geçtikten
sonra şamanlık yetkisi
alıp dinsel tören,
bayram şöleni, kurban
töreni, dua okuma v. b.
görevlere başlar. Şaman
bu görevler sırasında ;
her parçası, üzerine
takılan her maddesi, her
şekli ayrı bir varlığın
sembolü olan garip (özel
) giysiler, külahlar
giyer, maske takar ve
yine özel bir şekilde
hazırlanmış davulunu ya
da tefini çalar.
Kendinden geçinceye,
başka bir deyişle,
tanrılarla ve ruhlarla
temas sağlayıncaya kadar
zıplar, sıçrar, garip
sesler, hayvan sesleri
çıkarır, söylenir,
yalvarır, yerlerde
sürünür, bazen de
bayılarak düşer. Şamanın
okuduğu “hayır dualar”a
alkış denir, şamandan
alkış alan bir kimse
dileklerinin yerine
geleceğine inanır.
Bu konularda en ciddi
çalışmalar yapan
araştırmacılar ; Orta ve
Kuzey Asya
topluluklarında dinsel
yaşamın daha çok “şaman”
çevresinde
yoğunlaştığını, fakat bu
durumun bütün dinsel
etkinlikleri şamanın
yönettiği anlamına
gelmediğini, bazı
yerlerde tanrılara
kurban sunucuların
“şaman” olmadıklarını,
aile reislerinin bile bu
işi yapabildiklerini,
her sihirle uğraşanın
“şaman” sayılmadığını,
hastalara şifa vermenin
samanlığın temel
özelliklerinden biri
olmakla birlikte, her
şifa sunucunun da şaman
olmadığını öne
sürmektedirler.
Şamanizmde tanrılar
“iyilik” ve “kötülük”
tanrıları olmak üzere
ikiye ayrılmaktadır.
Ruhlar da tanrılar gibi
iyi ve kötü ruhlar
olarak
vasıflandırılırlar. Eski
Türkler’de iyi ruh “Bay
Ülgen”, kötü ruh “Erlik”
diye adlandırılmıştır.
“Bay Ülgen” aynı zamanda
iyi ruhların başında
bulunan, onlara emir
veren bir tanrıdır.
Şamanizmde törenler de
genel olarak ikiye
ayrılmaktadır ; belirli
günlerde yapılanlar veya
önceden belirlenmemiş
törenler. Bu törenlerde,
çeşitli halkların inanç,
gelenek ve göreneklerine
göre farklılıklar
olmakla birlikte mutlaka
kurban adeti vardır. At
ve koyun dışında kan
akıtılarak sunulan kanlı
kurban bilinmemektedir.
Kutsal sayılan bir yere
bir değere bir şey
sunmak, eşya adamak,
şamanın davuluna, kutsal
ağaçlara bez bağlama ;
çeşitli maddelerden
yapılan tanrı
tasvirlerine (töz, ongon,
tangara, eren ) yemek
sunma, ateşe içki dökme
ya da atma kansız
kurbandır. Kansız
kurbanların bir başka
biçimi de ruhlara adanıp
kırlara salıverilen
hayvanlardır. Samanlıkta
kurbansız tören de,
törensiz kurban da
yoktur.
Şamanizmin bütün
çeşitlerinde
tanrı-doğa-insan
arasında sürüp giden
kopmayan bir bağlantının
bulunduğu inancına
rastlanır. Bu yaygın
inanca göre tanrılar
insanları yönetimleri
altındaki ruhlarla
etkilerler: Bir tanrı
insana doğrudan buyruk
göndermez, gerekli
yasakları koymaz. Bütün
tanrılar çeşitli
maddelerden yapılan
eşyalarla tasvir edilir.
Bunlar bazı yerlerde
altından, keçeden,
paçavradan yapılmış
olabilir.
Şamanlığın başka bir
özelliği de edebiyat
alanındaki etkisidir.
Orta Asya halklarından
Buryatlar arasında
şamanlar zengin bir
sözlü destan
edebiyatının
koruyucuları
olmuşlardır. Yakutlar’da
halkın kullandığı sözcük
sayısı 4000’i geçmezken
şamanların sözcük
dağarcığı 12. 000’dir.
İlk olarak XIII. y.y. da
kullanılmış olan şaman
sözcüğünün eski Türkler
tarafından
kullanılmadığını
öncelikle belirtmek
gerekir. Eski Türkler’de
şaman sözcüğü yerine
"Kam" sözcüğü
kullanılmıştır. Eski
Türkler’de dini
törenleri yöneten kişiye
“Kam” denildiği, eski
Çin kaynaklarından
anlaşılmaktadır.
Altay Türkleri’nin
günümüzde “şaman”
anlamında kullandıkları
“Kam” sözcüğü,
araştırmacılara göre en
az 5. y.y.’dan bu yana
yaşamaktadır.
Uygurlar (8. - 11. y.y.)
da ise “Kam” sözcüğünün
“din adamı” anlamında
değil, büyücü, sihirbaz
anlamında kullanıldığı
bilinmektedir.
Uygurca’da “şaman”,
“hastalıkları gideren,
acıları dindiren,
çılgınlıkları, saraları
yatıştıran, hastalara
ilaç yapan kimse”
anlamında, “otacı” diye
anılmıştır. Çin
kaynaklarına göre,
Kırgızlar’da şamanın adı
Gan’dır. Altaylılar
şamana Kam, kamların
yönettikleri törenlere
de "kamlama"
demişlerdir. Moğolca’da
şamanın karşılığı ise
Böge’dir. Fakat Orkun
yazıtlarında ve ele
geçen Göktürkçe yazılı
metinlerde ne “din
adamı” anlamında, ne de
“şaman” anlamında Kam
sözcüğüne rastlanmadığı
gibi, hiçbir belgede
şamanlıkla ilgili
açıklamalara
rastlanmamıştır.
Bütün bunlarla birlikte,
bozkırlar alanındaki
dinsel inançların
samanlığa bağlanması bir
gelenek (alışkanlık)
haline gelmiş ve Eski
Türk dininin temel
niteliğini
oluşturduğunda bir
hemfikir (görüş birliği)
oluşmuştur. Buna etken,
19. y.y.ın ikinci
yarısında özellikle Rus
araştırmacıların
Sibirya’da yaşayan
Türkler arasında
yaptıkları
incelemelerdir.
Gerçek şamanlığın eski
Türk topluluklarında
görülen tanrılarla ve
yer-su inançlarıyla
ilgisi olmadığı
görülmektedir. Bazı Rus
ve Türk araştırmacıları
(bu arada Ziya Gökalp)
şamanlığı, Türkler’in
islamdan önce bağlı
oldukları din
saymışlardır. Onlara
göre günümüzdeki
Yakutlar arasında
varlığını sürdüren
şamanlık eski Türkler’in
de diniydi. Fakat daha
yeni araştırmalar
şamanlığın Türkler’e
özgü olmayıp bütün
Asya’ya yayıldığını (
Samoyedler’den Endonezya
adalarına kadar ) ve
Amerika kızılderili
kültürlerinde de
benzerlerine rastlanan
bir sihir sistemi
olduğunu göstermektedir.
Eldeki tarih belgelerine
göre birçok Asya
halkında görülen
samanlık Moğol
istilasından sonra
Türkler arasında
yayılmıştır. Bundan
önceki belgelerde Türk
tarihinde şamanlıkla
ilgili bir belge
bulunmamaktadır. Bu
yüzden Göktürkler’in
dini samanlık değil,
benzerine Çin’de ve
Japonya’da rastlanan
ikici ve uyumcu bir
Gök-Yer dinidir.
Şamanlığın eski Türk
topluluklarının diniyle
bir ilgisi olmamasına
rağmen, arada şaşırtıcı
benzerlikler bulunması
doğal sayılmalıdır.
Şamanlığın temel
özelliği, yayıldığı
bölgelerdeki halkın ruh
dünyasına kolayca
uyarlanabilmesidir.
Şamanlıktaki vecd
(kendinden geçme), ruhun
tanrılarla ilişki
kurması konusunda eski
Türk topluluklarında,
doğada varsaydıkları
gizemli güçleri
adamakıllı istismar
etmiştir. Bu durum,
özellikle atalar
kültünün, kartal
inancının, demirciliğin
ve at kurban etmenin
şamanlığa özgü bir
nitelik taşımasında
görülür. Böylece
şamanlık eski Türkler’in
inançlar sistemini yavaş
yavaş işlemeyi başarmış,
zaman içinde bir “din”
sağlamlığına ulaşmıştır.
kaynak;www.nihalatsiz.org |