Abesle iştigal...
Ahmet F. Yüksel
 

Bazı kimseler, en ciddi meseleleri bile kısa sürede değersizleştirmeyi, basitleştirmeyi çok iyi biliyor, üzerinde durma zahmetine bile katlanmıyor. Ancak, çok önem taşıyan konular sağından solundan bilinçsizce mıncıklandıkça ciddiyetini kaybediyor. Belli ki evdeki hesabın çarşıya uymayacağı düşüncesi var ortada.

Mesela, uzay çağında yaşamamıza karşın, yıllardır uygulanan aşiret kuralları ve bunlara dayalı bitmek tükenmek bilmeyen kan davaları, çete-mafya türü olaylar, trafik derdi, durmadan artan fiyatları veya benzeri bir yığın sorun varken, akla ilk olarak her ne hikmetse ‘irtica’ nın gelmesi, ciddi bir inandırıcılık sorununa neden oluyor.

Laikliği dilinden düşürmeyen bazı çevrelerin, hassasiyetlerini bu fevkalade durumlar karşısında da göstermesi gerekirken ne yazık ki suskun kalmaları anlaşılır gibi değil. Ve birçok insanın hayatını olumsuz şekilde etkileyen bu olaylar yüzünden adeta şok yaşanıyor. Sonrası mı?...

Maalesef unutulup gidiyor; yaşayan, yaşadığı ile kalıyor.

İrticaının altında yatan bir korku var:

Şeriatın ülkeye gelmesi!

Bu teori bir kere mümkün değil. Her zaman söylerim, bu ülkeye şeriat gelmez, gelemez. Batında böyle bir hüküm yoksa zahirde kesin olamaz. Dayandığım nokta ise en tepeden şeriatın istenmemesi. Çünkü insanların bir yığın boş işlerle, musibetle uğraşmak zorunda kaldığı görülerek, gerçek yönüyle kendilerini tanıması, bilinçlenmesi arzu ediliyor. Var oluş gayesi bu çünkü. O nedenle varsa yoksa Allah isminin ne anlama geldiğinin anlaşılması,  din konusunun kabuk kısmında kalınmaması öngörülüyor. Yani mesele bu kadar basit.

Ayrıca irtica öğesini de açıklığa kavuşturmak lazım. Bilinmesi gerekir ki insanlarda mevcut bu kapasite, sonradan elde edilen bir özellik değil. Çünkü kozmik bilinç ana rahminde bu hususu sait ve şaki şeklinde netliğe kavuşturmuş durumda. Dolayısıyla yaşam boyu size ait program, istenilen istikamette ve genlere yüklenerek devam edecektir. Şayet beyin farklı açılımların etkisi altında bir programa tabi olmaz ise durum değişmez. Dolayısıyla bu formatı hiç kimsenin önlemeye gücü yoktur, yetmez desek daha doğru ve akılcı olur. Bu bakış açısı bana ait değil, ‘son nebinin’ mucizesidir, hatırlatırım.

Üzerinde durulmayan, kale alınmayan bir ayrıntı var. Bir insanın elinden her şeyi hatta özgürlüğünü dahi alabilir, onu köle bile yapabilirsiniz, ama inancını yok edemezsiniz. Anlaşılacağı üzere birey bu doğrultuda edindiği bilgileri mutlaka hurafe türünden dahi olsa ortaya koyacak ve yaşamaya çaba gösterecektir.  Aklıselim sahibi yaklaşım, bu nokta üzerinde durmalı, en azından hurafeye kaçmayacak gelişimlerle inanç dünyasını eğitmeli, bilinçlendirmelidir.

Şayet bunu yapamıyorsanız neticesi böyle olur. Yıllardır “irtica” derken, kulak veren, sizi duyan olmaz.

Meraklısı, tarihe baksın. Ne demek istediğimi anlayacaktır.

Dini bilinçli bir şekilde algılama noktasına gelince; zaten böyle konuları işleyen, üretenler var. Ama ne hikmetse onlara bakma zahmetine katlanılmıyor. Bütün bunlar, dini algılamanın mutlaka köklü bir reforma tabi tutulması gerektiğini gösteriyor. Şayet gereği yapılsa bu tür anlaşılmaz olaylar yaşanmayacak ve toplum ikilemlere düşmeyecektir.

Ama, üretemeyen, hiçbir soruna ciddi yaklaşımda bulunamayan Diyanet’in “dediklerimiz ortada” mantığı ile meseleleri çözmeye kalkışırsak somut bir şey elde edemeyiz.

Bu şekilde düşüncenin dayanağı ise şöyledir: Bütün veliler (bilinç ordusu), Diyanet’in elemanlarından, proflarından seçilmiyor.. Mevlana örneğinde olduğu gibi. Ama bu er kişiyi sadece biz değil, tüm dünya örnek alıyor. Eserleriyle, yaşamıyla.

Bilmiyorum ne demek istediğimi anlatabildim mi?

Yapılacak tek şey, sosyal düzenin barışını temin etmek için, topluma, ahlâka, kişisel özgürlüklere özen göstermek, hurafeye kaçmayan çağdaş din anlayışını teşviki etmektir. Aksine, onu tökezletmek, çökertecek ikazlarda bulunmak veya benzeri uygulamaları istemek, denemek ne kadar doğru olabilir bilemiyorum.

Devam ediyorum.

Şimdi yaşanmakta olan ve başlı başına bir sorun gibi görülen şey, hiç kuşkusuz trafik meselesidir. Bu konuda kişisel hatalar yönünden bir arpa boyu bile ileri gidemiyoruz. Sert ve radikal tedbirler, tüm kurallar toplum egosu ile akla ve mantığa gelmeyecek şekilde zedelenirken, yaşamlar sönüyor ve çoğu insan sakat sakat hayata devam etme durumunda bırakılıyor, ama ne yazık ki benimsenme gereği duyulmuyor.

Bu kadar tedbir alınmış olmasına rağmen, böylesine ‘vurdumduymaz’ düşüncelerle karşı karşıya kalınması hayret verici. İnsanoğlunun evden adımını sapasağlam atıp, akşam eve sakat dönmesi veya hastane odalarında inlemesi, bu nedenle çok normal gibi görünüyor günümüzde. Ama diğer yandan, şaşılacak bir durum yok hani. Çünkü bu da bir kültür-eğitim meselesi. Hiçbir standarda uymayan bu çelişkiler yumağı bakalım ne zaman sona erecek? Merak ediyorum.

Ayrıca insanı dehşete düşüren bir konu var, şiddetle ilgili. Anımsamaya çalışın, bir süre önce minibüste ‘lahmacun yediği için ikaz edilen otuz yaşlarında gencecik bir delikanlının’ zorbalar tarafından aşağı indirilip acımasızca dövüldükten sonra bıçaklanarak öldürülmesi olayı vardı.

Bu cinayeti işleyen magandalar, mutlaka kendi kültürlerine göre yaşıyor ve icraatta bulunuyorlar. Herhalde, evrenselliğin bu şekilde var olduğunu kabul ediyorlar.

Böyle mi olması lazım?

Eğri oturup doğru konuşalım; hem bir yandan "çocuklarımızı, okusunlar, vatana millete faydalı birer insan olsunlar düşüncesiyle okullarla gönderelim" diyeceksiniz, diğer yandan da tehlikeli bir oyuna gelmemeleri için, "her gün, koruma duaları okuyarak dönüş yollarını gözleyeceksiniz."

İşte, illâki irtica denerek basite alınan bir yaşam modelini benimsemenin ağır faturası bunlar. Özetle inandırıcı değil, ikna edici değil, samimi de olmuyor.

Görüyorsunuz, tanık oluyorsunuz. Okulların çevresi uyuşturucu satıcıları ile dolu. Onlarla uğraşmak ayrıca bir mesele oldu. Aileler, bu tehlikeli gelişmeler karşısında çocuklarını sırf koruyabilmek gayesiyle özel okullarda okutmak için çaba sarf ediyor. Ama, ekonomik nedenlerden ötürü bu pek de mümkün görünmüyor. Güya üzerine gidilecek deniyor, laflar ediliyor. Ama unutulup gidiyor.

Sonuç: Şeytanın en büyük desisesi, ‘küçük şeyleri büyük; büyük şeyleri küçük göstererek insanı aldatmaktır.

Bu bakış açısı ile gerçek tehlikeler yerine hayalî şeyler üretmek ve onların üzerinde durmak bize, insanlığa ne kadar fayda sağlayabilir?

Allah, kimsenin vicdanını abesle iştigale boyun eğdirmesin diyorum.

 

 

 
 
İstanbul - 18.06.2008
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com