Affedebilmenin
çok zor
bir şey
olduğunu
biliyorum.
Size
unutulması
imkânsız
olayları
yaşatan,
adeta
sündüren
birini
affedebilmek
pek
kolay
gibi
görünmüyor.
Ama
bütün
bunlara
rağmen
“affedilmesi
gereken
kişiye”
bir şans
tanımak
gerekir
diye
düşünüyorum.
Çünkü
kusursuz
insan
yok
gibidir.
Ve dünya
hayatı
gelip
geçicidir.
Allah
Rasulü’nün
tarifiyle
“Bir
bedevinin
çölde
seyahat
etmesine
benzer.
Vahada
yolculuk
ederken
bir ağaç
bulur ve
orada
gölgelenir.”
Dünya
hayatı
bundan
ibarettir.
O halde
kin
tutmak
niye?
Sonuçta,
affeden
ile
yanlış
yapan,
aynı
potada
eriyecek,
dönüşler
“Yaratan’a”
olacaktır.
Bu
bakımdan,
söz
konusu
fırsatı
“dünya
üzerinde
yakalamak”
gerçekten
harika
bir iş
olur.
Bu
bilgilere
istinaden,
dönüp
kendimize
bir
bakalım;
kinimiz
devam mı
etsin,
yoksa
arınıp
tertemiz
bir
defter
mi
açalım?
Hangisini
seçelim?
Yaşananların
içinde
kilitlenmeyi,
intikam
istekleriyle
yanarak,
çektiğimiz
acıya
karşı
acı
çektirerek,
devamlı
negatif
enerji
yayarak
hayatı
sürdürmeyi
mi
seçelim?
Yoksa
kalıplarımızın
dışına
çıkarak,
“eksik
ve
kusurlu
bir
fiilin
ardında
Allah
mevcuttur”
bilgisini
yaşama
dönüştürerek
mi
hayatı
sürdürelim.
Açıkça
görülüyor
ki;
bağışlamak
büyük
bir
erdem ve
bizlere
yakışan
bir
eylemdir.
Tevhid
merkezli
bir
düşünce,
affetmekten
yanadır.
Bu
bakımdan
kim,
şahsına
ne
zaman,
nerede
ve ne
türlü
bir
hareket
yapmış
olursa
olsun,
kişi bu
bakış
açısıyla
yaklaşım
yapmalıdır.
Bu belki
de sahip
olabildiği
tek
meziyet
olmalıdır.
Sanki
hiçbir
şey
yokmuş
gibi bir
duruş
sergileyerek
hayata
devam
etmek
bir
kemalattır.
Bir kere
cezalandırmak
gerekiyorsa
bu eylem
mutlaka
“muntakim”
isminin
gereğince
olmalı.
Yani
hatayı
gösterecek,
idrak
ettirecek
bir
davranış
biçimi
ile
uygulanmalı.
Sonra
meselenin
bitmesi
kapanması
gerekir.
O
halde!...
Böyle
bir işin
zor
olduğunu
biliyorum,
ama
insanın
duygularına
teslim
olmadan,
bu yönlü
bir
mücadele
vermesi
gerekir
diye
düşünüyorum.
Toplumda
mistik
uyarılara
kulak
verip
yapısının
dışına
taşarak
duygularını
frenleyebilen,
yani
esma
bileşiminin
kaydından
kendini
kurtararak,
af
kavramına
sıcaklık
duyanlar
olduğu
gibi,
kendisine
yönelik
bir
kabahat
için,
asla
taviz
vermeyenler,
intikam
hissinin
ne
getirip
ne
götürdüğünü
düşünmeden,
duygu
seli ile
yaşayanlar
da var.
Örneğin,
Allah
Rasulü
(s.a.v)
kan
davasını
yasaklamasına
rağmen,
işi bu
noktaya
kadar
taşıyanlar
mevcut.
Yaptıkları
işi güya
bir
kısas
olayına
dayandırarak
meşruiyet
kazandırma
çabası
içine
giriyorlar.
Ama
tümüyle
yanılıyorlar.
Çünkü
konu
kısas
değil,
“düpedüz
intikam
boyutuna”
giriyor.
Ve
burada
kararı,
kişi ya
da
kişiler
veriyor.
Kısasta
ise
hükümler
konuşur.
Şayet
hata
yapan
bir
kimseyi
cehennem
azabından
kurtarmak,
ona yeni
kapılar
açmak
istiyorsanız,
bu
düşünceniz,
affedilen
kadar
sizin
için de
önemli.
Bir kere
bağışlayan,
etrafına
örülen
duvarları
yıkıyor,
ufku
genişliyor
ve
hükümlere
uyarak
insan
olma,
bireysellikten,
hayvanlıktan
kurtulma
yoluna
giriyor.
Affetmekle
ilgili
basit
bir
örnek
bile
bakın
bireyi
nerelere
getiriyor.
Bunları
söylediğim
için
“bana
kızacakların
olduğunu”
biliyorum,
ama
kızgınlık,
öfke
neyi
getirir
ki?
Sizi
bilmem
ben,
affedebilenlere
saygı
duyuyorum.
Sırf
kendi
kızgınlığınız
yüzünden,
birilerini
batırma,
toplumdan
koparma
fırsatını
kullanmaya
çalışmak
haksızlık
olmaz
mı?
Zira
“kin ve
nefret”
hiçbir
şey
getirmez.
Hem kin
tutmak,
çok
bencilce
bir
hareket
değil
mi? Siz
kendi
öfkeniz
için
başkalarını
süründürmeyi
ahlaka
ve
vicdana
uygun
buluyor
musunuz?
Kendimize,
topluma,
dostlarımıza
bir şans
tanımanın
vakti
gelmedi
mi?
Durmalı,
düşünmeli
ve
yeniden
başlamalı,
geleceği
yaratacak
gücü,
kararlılığı
göstermeliyiz.
Kızgınlıklar
içinde
“kaybolup
giden,
adı bile
anılmayan
biri
olarak
değil,
hayata
çok
geniş
perspektiflerden
bakan,
beşeriyetin
üstüne
çıkmayı
başaran
nadir
insanlar”
gibi
olmalıyız.
Çünkü bu
bizim
elimizde.
Halife
olarak
seçilmemiz
buna
yeter
diye
düşünüyorum. |