Hayatın çok şeylere gebe
olduğunu biliyoruz. Bazen insanı içine almadan,
dışlayarak yönlendirmeye çalışıyor. Hatta yönetiyor,
ödünler alıyor. İstediği koşulları öne sürüyor.
Örneğin, bir süpermarkette
alışveriş yapıyorsunuz. Meyve- sebze reyonundasınız. Tam
fiyatları inceliyorsunuz ki birden kapılar kapanıyor.
Elektrik tesisatından çıkan bir yangınla o güne
kadar hiç alışık olmadığınız bir ortamla baş başa
kalıveriyorsunuz. İçinizden, hiç belli olmasa da,
karmaşık düşünceler, çok tuhaf şeyler geçiyor. Bir
an önce kurtulmaya gayret ediyorsunuz, ama nafile! Kolay
olmuyor…
Bir gün para çekmek için
gittiğiniz bankada bir soyguna denk geldiğinizi ve
kafanıza dayanan silahla rehin alındığınızı düşünün. O
an ne düşünürsünüz? Banka hesabınızdaki parayı mı, ne
kadar havalı-yakışıklı olduğunuzu mu, kas
gücünüzü ortaya koyarak herkesi nasıl dövebileceğinizi
mi?
Şakağınıza dayanan bir tabanca
ya da boğazınızı hafifçe kesen bir bıçak karşısında
bunların hiçbiri bir şey ifade etmez. "Evde yeni
doğan bebeğim beni bekliyor" ya da ‘Daha çok
gencim. Lütfen!’ şeklindeki sözler de pek sökmez.
Çünkü, saldırganın bunları göze
alarak, yaşamındaki her şeyini riske attığını ve bu
şekilde işe giriştiğini düşünürsünüz. Daha çok
dizilerde/filmlerde gördüğünüz, gözü dönmüş bu tip
insanlarla konuşmak artık pek işe yaramayacaktır.
Üstelik, bu ve benzeri
lafların onu büsbütün kızdıracağını, eylemin
şiddetini daha da arttırarak doruk noktaya
ulaştırabileceğini düşünürsünüz.
Doğrusu bu ya, yapabileceğiniz
yegâne şey, dışardan yardım beklemek ve içinizden,
bildiğiniz bütün duaları okumaktır.
İşte bakın size bir örnek daha:
Gecekondularla istila edilmeyen bir bölgede, lüks konut
sitelerinden birinde, içinde alışveriş merkezleri olan,
eğlence yerlerine yakın bir kesimde manzaralı bir daire
aldınız. Masraftan kaçınmayarak zevkinize göre
döşettiniz. Aldığınız bu yer, heyelanlı bölge içinde
sayılmıyor. Lakin, bir gece yarısı yataktan
fırlıyorsunuz. Çok şiddetli bir deprem oluyor. O güven
duyduğunuz rezidance bu tabii afet karşısında zor
durumda kalıyor.
Bu halde ne yaparsınız?
Bulunduğunuz hangi konum size yardımcı olacaktır?
Ben söyleyeyim:
Hiç kuşkusuz, dualarınız!
Peki, olağan dışı bir durum
izlenimi verecek, başlangıcından bu yana çok tehlikeli
bir döneme girdiği belli, bu son derece korkutucu
olaylar sırasında hiç de aşina olmadığınız bir şekilde “Allah”
ismini ağzınıza almanız ve küçükken öğrendiğiniz,
sonradan eski günlere dönerek unutmaya yüz tutmuş
duaları okumanızla acaba neyi anlatmak istiyorsunuz?
Acizliğinizi mi?
Niye kadere rıza gösteriyor, bu
zillete katlanıyorsunuz?
İşte ben bunu anlayabilmiş
değilim.
Dindar bir kişi olduğunuz için
değil herhalde. Çünkü siz hayatınız boyunca din ile
özel hayatınızı karıştırmamaya özen göstermiş, dünyayı
başka merceklerden gören, sözünün eri, toplumda
saygınlığı olan, dine/dindarlara sıcaklık duymayan
birisiniz.
Tam da böyle anda olur mu böyle
bir şey yani ilahi!….
Böyle bir konuma düşmeniz
size hiç yakışmadı doğrusu!
Bir yandan dünya işleri ile din
işlerinin birbirine karıştırılmaması gerektiğinden söz
edeceksiniz, öte yandan baskı, göz korkutma, zorlama
gibi elinizde olmayan hallerde, eliniz kolunuz iyice
bağlandıktan sonra yani sıkıştığınızda dini boyuta geçip
dua edeceksiniz.
Buradaki içtensizlik, iki
yüzlülük, en azından tutarsızlık açık değil mi?
Dostlarım!
Amacımız ne, kimlere
yaranmaya çalışıyoruz, neyi gizliyor, kimi kandırıyoruz,
yoksa kendimizi mi aldatmaya çalışıyoruz? Bunların
mutlaka açıklığa kavuşturulması gerekiyor.
Bir insan olarak felsefemiz
önce bu olmalı diye düşünüyorum.
Sevgi ile kalın. Allah’a
emanet olun.
Bu yazı Akşam gazetesinde 20.09.2007 tarihinde
yayınlanmıştır. |