Hemen hemen ilk insanın varoluşundan bu yana, sadece
bedenselliğe endekslenmiş gibi görünen akıl, geleneksel
biçimlerine (şartlanmalar/değer yargıları ve bunlara
bağlı yorumlar) ilaveten, kendi bünyesine, baskı
denen faktörü de katarak veya geliştirerek, kendi
adına güya kayıtsız olmayı yani özgürlüğü seçmiştir.
Bu bağlamda akıl; tutkulaşmış bir bedensellikle adeta
suç ortaklığını oluşturmuş, aydınlanma, ufuklarını
genişletme yerine, vehme-kişiliğe dayalı bir hayatı,
halkın pek sevdiği ve tuttuğu yaşam boyutunu
benimsemiştir.
Tahakküm eden bir aklın
doğrultusunda yaşayanlar, karmaşık ayrıntılarını
çoğunlukla güncel bir gelişmeye iliştirerek aktarmakta
ve mecazi örnekler göstermektedirler.
Örneğin, mahalle baskısı gibi…
Konuyu ortaya atan ve iyice yoğunlaştırıp cazip hale
getiren Prof. Şerif Mardin, teşbih yoluyla bu
baskıyı tanımlamıştı.
Aklımıza gelen diğer örnek ise “Müslüman mahallesinde
salyangoz satmak” şeklindeki deyimdir.
Belli bir inanca göre yaşayan Müslümanların, salyangoz
yemedikleri halde, birilerinin hiç de akıllıca bir iş
yapmayıp bir ürünü müşterisi olmayan bu pazarda satmaya
kalkışmasına ilişkin bir göndermedir.
Kısacası, bu tür yaklaşım da bir baskıdır.
Şunu söylemem gerekir ki; hesaba kitaba dayalı bir akıl,
maddeye hâkim olma yönünde, çok başarılı bir grafik
çizer. Baskının ortaya çıkma ihtimali belirdiği zaman,
anlamsız oyunlarla kendini korumaya çalışır. Sebebi,
baskı sonucu oluşacak suçun örtülmesi, korkunun
ve tedirginliğin azaltılması, masumane tavırlar
göstererek güvenliğin sağlanmasıdır.
Hatta maddeyi biçimlendiren düzenlemeleriyle birlikte
insanı mental biçimde programlaması söz konusudur.
Anlayacağınız, ister mecaz ister gerçek olsun, aklın
bocalaması sonucu manaya yabancılaşma, derin bir
hazımsızlık abidesi gibi ortada duruyor.
Bununla birlikte insanoğlu, mesafeli bir duruşu
sergileyip “yaşamın temel taşı gibi kabul edilen
madde batağına” sürüklenmezse, bu çelişki
yumağının yerine, evrensel konularda çok daha geniş
kapsamlı bir alana adapte olmayı başarırsa aklın
baskısından kurtulur.
Bunun işareti, tahakkümün azalmasıdır. Baskı
kalktığında, aklın denetim altında tutabileceği
kriterler yok olur.
İnsanı “tahakküm altında tutulabilecek” bir meta
halinde gören düşünce tarzı, kendini bir beden gibi
kabul eden anlayış ile örtüşmektedir.
Bir insanın evrensel değerlere yaklaşım yapabilmesi,
baskı-tahakküm altına almadığı öğelerle belli olur.
Aksi durumdakilerin doğal dürtüleri, zamanla bunları
ortaya koyma durumunda bırakır ki, buna mani olmak
mümkün değildir.
Bu şekilde hem kendini hem de karşısındakini kurban
eder, hatta batağa gömer. Vebalin taşınması zordur.
İçgüdüsel davranışlar; aklın duygulara esir
düşmesi, mukavetinin azalması, fonksiyonlarını
kaybetmesi şeklinde kabul edilir. Artık akıl bu düzeyde
normal olumlu yönlerini dahi icra edemez.
Üretmeyen, sadece baskı uygulayan bir akıl,
sonuçta “kendine taraftar bulamadığı gibi, yalnızları
oynamaya” başlar.
Bütünleşmeyi sağlayan etmenlerin tespit edilememesi,
korkunun varlığı kişiyi bu hale getirmiş, beklenmeyen
yollara sapmaya götürmüştür.
Tehlikeli ve keyfince hayata bakan bir insanın, gereken
uyarıları göz ardı etmemesi ve bir an önce toparlanması
hem kendi, hem de baskı altında tuttuğu “birey-çevre”
açısından büyük önem arz eder.
Zira, “bunalımlarını aşması da” yine
kendi elindedir.
Bu aşamada derhal gerçekleri düşünmesi ve bir
oto-kritik yapması zorunlu olur.
Esasen Mistisizm de keyfi ve hiçbir özelliği
bulunmayan bu tür eylemlere ‘dinde baskı yoktur’
şeklinde bir açıklamayla yaklaşmaktadır. |