Krizlerin, gerginliklerin, sıkıntıların toplumu olduk. Hemen her duruma karamsar yaklaşıyoruz. Bunların bir dünya cehenneminde, yaşanmasına çanak tutmasına izin veriyoruz.
Yorumlarımız can sıkıcı. Bu değerlendirmeler içinde boğulurken, epey zamandan beri bizi rahatlatacak sağlıklı, sıkı bir yazı yazmak için kendimi zorluyorum.
Çünkü iyi, tok bir açıklama, keyifli bir makale çıkaramamaktan ben de sıkıldım.
Şimdi, yaşamınıza yön verip “son elçiyi tanıtan”bir yazıya değinmek ve bu hususta analizde bulunmak istiyorum.
Çünkü kara bulutlarla kaplı insanı, “boğucu havadan” ancak bu neden kurtarabilir.
Bahsini ettiğim konu:
Bedensiz yaşamak, çıplak olmaktır!
Bedene sahip çıkmak, kendini et-kemik yığını gibi, biri kabullenmek… Bu cümleyi her duyduğumda bunu sarf eden kişilerin toplumu bir noktaya yönlendirmelerine, ayrıca anlayışlarına olan aşırı güven beni irkiltir.
Genellikle hâlimiz şöyle bir manzara arz etmektedir: Belli ki en önemli alanları duyarlılığımızın dışında bırakmışız. Bu periyotlarla ilintili hiçbir şeyden haberdar değiliz ya da olmak istemiyoruz.
Ve şu anda dayatılan “yassah hemşerim” mantığının altında yatan ve asıl amaç gibi görünen, beden algılamasında kalıp, üst boyutları düşünemez hale geliyoruz.
Nasrettin Hoca misali, dört tarafı açık, kapısının üstündeki asma kilit komikliğinde acayip işlerle uğraşıyoruz.
Kimilerimize göre gerçekten bedene sahip çıkmak bir hata. Ancak onlar da teoride kalıyor, yaşama geçemiyorlar.
Doğal olarak sadece beş duyunun kapsamına giren şeylere ilgi duyuluyor, vakit geçiriliyor, ömür tüketiliyor.
Bu arada görme, duyma, tat alma ve koklama fonksiyonları alabildiğince coşuyor. Onlar coştukça veri tabanımızda mevcut olan beden-şekil imajı daha da yoğunlaşıyor, coşuyor.
Örneğin; yaşıtlarının cinsel ilişkiye girdiğini, hamile kaldığını gören bir genç kız, hamile kalmaya özeniyor. Şişmanlık bulaşıcı olabiliyor. Tam tersi zayıf olan beğenildiği için çok geçmeden diyete başlamak zorunda kalıyor. Sıfır beden hastalığı tüm uyarılara karşın, yayılma gösteriyor.
Ve ne oluyor?
Şartlanmalarla oluşan temel ilkelerimizin içerdiği anlamlar, özle irtibatı koparmaya başlıyorlar. Bu koşullar da kendimizi et-kemik yığını bir yapı olarak hissetmemizi sağlıyor.
Artık tümüyle bedenin emrine amadeyiz. Velhâsıl, taleplerimizi, şikâyetlerimizi, tepkilerimizi bedenselliğe paralel biçimde dile getiriyoruz. Bütün bunlar, belki zaman zaman geçici bir rahatlık veriyor, hatta huzur duyar gibi oluyoruz, insanı oyalıyor gibi görünüyor; ama problemler ilâ nihaîye “insanın yakasını bırakacak” gibi de görünmüyor ve birey bu bağımlılığı yaşamaktan ötürü, durmadan yapay durumda ve negatif olmak zorunda kalıyor.
Oysa bedenden bir nebze değil, alabildiğine sıyrılmak, hatta onu yok saymakla “geniş ufuklara/sonsuzluğa” yol almak mümkün.
Gerçek olan şu ki: Birey, bedeninden kurtulmayı teorik olarak düşündüğünde dahi, hem çok iyi şeyler yapar, hem kendini bulma aşamasına gelir.
Ne var ki, çoğunluk; hayatın yüzeysel taraflarında çakılı kalarak şartlanmaları istikametinde kolay yaşamayı ve basitleşmeyi seçip duruyor, sıradanlaşıyor.
Erken ve zahmetsiz becerilere meyledip "kısa vadeli" var oluşlarla yetiniyor. Çünkü kolayına gidiyor. Kafası buna basıyor.
Konsantrasyon isteyen, meşakkatli olaylara, mahrumiyetlere katlanmayı gerektiren, ideal ufuklara bakma şuurunu lüzumlu kılan seçkinliğe, yani bedensizliğe dayalı olan tercihleri göze alamıyor, sevmiyor, sevemiyor.
Duyduğu anda dudak büküp “hadi canım sen de diyerek” sere serpe oturmayı benimsiyor.
Evet, bu konuları düşünmenizi istiyorum sizden.
İnanç sahiplerine söylüyorum. Sizler; kurtuluşu ilâhî emirlere kapağı atmakta buluyorsunuz. İlâhî hükümler, terkibiyetin hükümlerini bozucudur, buna kesinlikle katılmak gerekir.
Ama yapılan çalışmaların sadece “zahirde kaldığını” düşünürsek, pek de yeterli olmadığını gözlemliyoruz.
Bunun en önemli delili, “İslâm âleminin korunanlar” sınıfı olarak kabul edilen Muttakilerdir. Onlar bütün iyi hallerine, cennete gidecek olmalarına karşın, velâyete adım atamıyorlar.
Sebebi; Bedene olan bağımlılıkları!
Çünkü yapılan çalışmalar, bedeni terk için oluşturulan gerçekler değil. Onlar da gerekli, ama esas batına geçmek, bedensizlik yaşanmak isteniyorsa, batının değerlerini ve üstünlüğünü kabul etmek şart.
Bu anlattıklarımız bir yana; bireyin tarafsız, âdil, hakşinas, dürüst, kişilikli talepleri olsa bile, kendinde herhangi bir değişme ve gelişme sağlaması mümkün değildir. Zira bütün bu hasletler, bedenselliği içeren öğelerdir.
Aslında sorunların dahası da var.
Gaye, bedensiz yaşamak ve öyle olabilecek insanları yetiştirmektir. O halde yapılması gereken yegâne şey, bedensiz hale gelmesine yardımcı olmaktır.
Unutulmamalı ki; et-kemik yığınına mahkûm yaşayan bir veli kadrosu yoktur.
Bu zümreden, evrensel DATA/ilim ve kudretle vasıflanmış, kafa yapısı ile idol olabilecek önder çıkmaz. Orta seviyede frekans algılamasından, halifelik özelliği taşıyan bir veliyi görmeniz de olası değildir.
İstediği zaman bedeninden kopabilecek şartlara sahip olmayanlar, velilik kurumu içinde yer alamaz.
Son söz:
“Biz düşünce adamıyız, yenilikçiyiz, mana âleminin sarrafıyız” diyenler, şayet bedene mahkûm yaşıyorlarsa hiçbir şeyi değiştiremezler, böyle gelir böyle giderler.
|