Her
insanın
bir
kapasitesi
vardır.
Mistisizmde
“kabiliyet
ve
istidat”
sözcükleri
ile
açıklanır
bu
öğeler.
Kimi
kabiliyetlidir,
istidattan
yoksundur.
Bazılarının
kabiliyeti
kısıtlıdır,
istidadı
vardır.
Kimilerinde
her
ikisi de
vardır
veya
yoktur.
İnsan,
kendisi
ile
ilgili
bir
bilgi
sahibi
olmadığı için,
bununla
bağlantılı
olarak
hacmini
de
bilemez.Yani bir
işin
yaşam
boyutunu
kestiremez.
Bilgisi
yüksek
düzeyde
olursa,
hacminin
de o
oranda
yükseldiğini
düşünür.Bilgi,
yaşamla
tescillenir.
Birey
kapasitesinde
belli
bir
doluluk
hissedince,
"Artık
bundan
sonrasına
kafam
basmıyor
ya da bu
konudaki
bilgim
bu kadar
demesi
gerekirken”
yine de
her şeyi
çok iyi
bildiğini
düşünür.
Çünkü
esma
bileşimleri
onu bu
noktaya
iter. Bu
durum,
esmanın
kaydında
kalmak
diye
tanımlanır.
Bununla
birlikte,
kendini
herkesten
üstün
görmeye
başlar.
Değerli
tasavvufçu
Necip
Fazıl
Kısakürek
söz
konusu dengesizlikle
ilgili şöyle
bir
misal
vermiştir;
“Bir
idrar
birikintisi
içindeki
saman
çöpüne
binmiş
bir
karınca,
kendini
okyanusta
denizaltında
seyahat
ediyor
zanneder.”
Esasen,
Kur’anı
Kerim
her
konuda
olduğu
gibi bu
aşamada
da kesin
bir
hüküm
vermeyi
yasaklamış,
insanlara
tevazu
denen
bir
hasleti
ön plâna
almaları
gerektiğini
vurgulayarak;
“Her
bilgi
sahibi
üzerinde,
bir
bilen
vardır”
demiştir.
Hz. Ali
velayetin
başı
olarak,
iman
dairesinde
yakin
halini
açıklamak
üzere
dile
getirdiği,
“Gayp
perdesi
açılsa
yakinim
artmayacak”
sözü bir
bakıma,
halkın
gördüklerine
nispetle,
daha da
fazlasını
görebilme
şartının
yakinliği
değiştirmeyeceği,
aynı
zamanda,
bu
farklılığa
rağmen
bütün
bunları
hazmedebilmesi
ile
alakalıdır.
Buraya
kadar
anlatılanlar
şunu
getiriyor:
Teknolojik
gelişim,
insanda
bilgi
düzeyini
arttırmakta,
ancak
yaşam
düzeyine
yansıması
pek de
olumlu
olmamaktadır.
Dolayısıyla
bilgi
yüklü
cahil
kimselerin
varlığı
daha bir
artış
göstermektedir.
Bu ciddi
sorun
toplumun
her
kesiminde,
medyada,
özellikle
göze ve
kulağa
hitap
etmesi
bakımından
TV’ de,
tartışma
ortamlarında
boy
gösteriyor.
Duygusallık
oluşturarak
dengeyi
bozmakla
kalmayıp
bireyler
arasında
lüzumsuz
hallere,
kaba
davranışlara
sebebiyet
veriyor.
|
|
Bu
kadarla
kalsa
yine
iyi,
çünkü
hafızalardan
silinip
gidecek.
Ama öyle
olmuyor.
Kişi,
kibir ve
gurur
gibi
duyguları
iyiden
iyiye
benimseyip
olumsuz
meziyetlerle
hayatına
devam
ediyor.
Ne kadar
hazindir
ki
insanoğlu,
‘ben de
biliyorum’
havalarına
girerken,
cahilliğini
ortaya
dökmekte
bir beis
görmez.
Gerçi
kimileri
bunun
farkına
varamıyor,
ama
sonuçta
“kimseyi
dinlemeyen”
mental
bir
insan
olup
çıkar.
İnsan
olarak,
kendi
görüşlerine
saygı
gösterilmesini
istemesi,
başkalarının
da o
konuda
fikirlerini
aynı
hassasiyetle
kabul
etmesi
ile
gerçekleşir.
Ne ki,
kendini
aşması
beklenirken
bunları
yapamaması,
sözlerinin
geçerli
olabileceği
düşüncesiyle
durmadan
konuşması
ne kadar
manidardır.
Fikirleri
tasvip
edilmediğinde
kös kös
yerine
oturup
duygusal
tavırlarla
“galip
sayılır
bu yolda
mağlup”
havalarına
girer.
Oysa
gerçek,
hakikatin
dillenmesidir.
Yalan
yanlış
bilgilere
başvurup
“biliyorum”
havalarına
girmek
değildir.
Tabi
böyle
olunca,
o
insanda
sahiplik
duygusu
da
kabarır.
Etrafındakileri
küçük
görme
sevdasına
girip,
kendisine
yandaş
aramaya
başlar.
Hayatında
olumsuzlukla
nitelendirilecek
ne
varsa,
sırf
kendini
“üstün,
bilgili”
görmesi
sebebiyle
ona arka
çıkar.
Böylesi
davranışlar
yaşamla
anlatılamaz.
Tasavvuf
bilimi
her ne
kadar
mecaz da
olsa
bütünüyle
bu
anlatılanların
-olumsuzlukların-
tersini
savunmaktadır.
Bilgi
yönüyle
‘tek’in
mevcudiyetini
kabul
eden bir
insan,
sırf
kendini
o
noktaya
hazırlayamadığı,
gerçek
manada
bir
eğitim
görmediği
içindir
ki bu
hallere
düştüğünün
farkında
bile
değildir.
Şayet
böyle
bir
şartı
yaşıyorsa,
daha
önceleri
savunduğu
düşünceleri
dahi
savunamaz
hale
gelir.
Örneğin,
“bir
şeyin
yokluğunu
ispat
mümkün
değildir”
derken,
varlığın
ispatı
cihetine
gider.
Bu
durum,
esasa
aykırıdır.
Çünkü
evliyaullah
nezdinde
nefyinde,
ispatında
bırakılması
gerekir.
Anlaşılan
şu ki,
bilgi
yaşama
dönüşmedikçe
çok
fazla
bir şey
getirmiyor.
İnsanoğlu
bu
halde,
hata
üzerine
hata
yapmakta
devam
ediyor. |