İnsanlar diyalog
içinde olmalı,
yapıcı
eleştirilerde
bulunmalı,
birbirlerine
fikirlerini
açıklamalı.
Bunlar,
'insanın'
yapageleceği
şeyler. Eğer
kişi, bu
tavsiyeleri
yerine
getirmezse
kusurları olduğu
gibi durur.
Özetle söylemek
gerekirse insan,
incelikleri,
özellikleri,
duyarlılığı ile
bilinir ve
tanınır.
Bu anlatılanlar
hayvanda yoktur.
Dolayısıyla
“insan ile
hayvan”
arasındaki fark
buradan çıkar.
Şimdi
ayrıntılarla
birlikte konuyu
şu noktaya
getirmek
istiyorum:
İnsan, önce
bilgi
depolamalı,
eğitim almalı,
akabinde fikrini
söylemeli veya
yorumlamaya
gidebilmelidir.
Ancak, nedendir
bilinmez, bu
özellikleri
'gelişigüzel
kullanmakta'
hiç de zorluk
çekmiyoruz.
Çok titiz
davranmamız
gerekirken,
nedense beklenen
tutarlılığı
gösteremiyoruz.
Yakın plânda
başımızdan
geçenleri
bırakın,
yaşamadığımız
olaylar,
tanımadığımız
kişiler veya çok
boyutlu bir konu
hakkında en
küçük bir
bilgiye sahip
değilken, ön
yargılarla, çok
rahat şekilde
fikir
yürütebiliyoruz.
Eleştirdikçe
eleştiriyor ve
“uzak veya
yakın” hangi
boyut olursa
olsun, kendimizi
hemen bir
otorite gibi
görmeye
bayılıyoruz.
Eleştiri
yapanlar,
tasavvuf
yaşantısını
derinlemesine
analiz etmeyi
bir kenara
bırakın,
İslâm
alfabesinin,
A’sından
bile haberdar
değil.
Ben bu hususları
sık sık
yazıyorum.
Ama nafile!...
Bilen, bildiğini
okuyor.
Hani, tabir
yerinde ise
“ağzı olan
konuşuyor”
ve bu alanın
fuzuli
insanları,
her yerde ahkâm
kesip insanlara
akıl vermekte
adeta yarışa
giriyorlar.
Sonrası
malum!... Hedef
aldıkları kişi
için, ‘şöyle
olsaydı, böyle
olsaydı gibi
yakıştırmalar’
başlarken, ‘bak
şu utanmaza’
türünden
serzenişler,
‘yerden yere
vurmalar’
gırla gidiyor.
Aslında bu tip
davranışlar
bilgiçlik değil;
eleştiri hiç
değil.
Nasıl bir
duygudur bu?
Anlayabilmek
için herhalde o
seviyeye inmek
lâzım!
Arkadaşlarım
zaman zaman bana
soruyorlar:
“Sen hiç
eleştirmiyor
musun?”.
Doğrusunu
söylemek
gerekirse
fıtratım
gereği, yıkıcı
tarzdaki
eleştiri
hakkını, hayatım
boyunca
kullanmadım,
diyebilirim.
Bu konuya bıkıp
usanmadan
yıllarımı
verdim. Birçok
olaya tanık
oldum.
Lâkin bir
Kur’an
uyarısı olan
‘insanların
yaptıkları sizi
ilgilendirmez’
felsefesi ile
yaşadım ve
suskun kaldım.
Suskunluk,
genelde
çaresizliğin
işaretidir. Ama
suskunluğun
altında değişik
hikmetlerin,
açılımların
olduğunu
hissettiğimde,
tercihim bu
yönlü oldu.
İşte bu düşünce
tarzı, benim
köşe taşımdır.
Şimdi,
yaşadığımız
değişik olaylara
bakıyorum da
‘vallahi helal
olsun’
demekten kendimi
alıkoyamıyorum.
Nasıl da
kendilerine
zarar
veriliyormuş
havası ile
davranışlarını
bir
‘yıkıcılık’
gösterisine
dönüştürebiliyor
ve bunu içlerine
sindirebiliyorlar.
Ayrıca,
“efendim,
düşünsel çelişki
var” deyip hava
da atıyorlar.
Neymiş,
“tasavvuf ehline
yakışmıyormuş”.
Halbuki varlığın
tek, bölünmez,
parçalanmaz
bütün olduğu
‘bangır bangır’
ağızlardan
düşmüyor.
“Fesuphanallah!”
deyip geçiyorum.
Bu takdirde
insan kendine
‘ben ne
yapıyorum
acaba?’ diye
sormaz mı?
Böyle olacağına,
ılımlı bir
yaklaşımla
açıkları
kapatmak,
hataları
kusurları, gece
gibi örtmek
daha makul olmaz
mı?
Ama hayır, bu
görüşe pek
itibar
edilmiyor.
Güler misin,
ağlar mısın?
Esasen, böyle
bir yapılanma,
giderek olumsuz
yöndeki
eğilimleri,
çelişkileri
artıracak,
insanın kendini
tanıma
duygusunu körleteceği
gibi, toplumun
kesret
anlayışını daha
da
pekiştirecektir. |