İki türlü
yalnızlık vardır. İlki, sizin herkesi dışladığınız, ya
da herkesin sizi dışladığı bir yalnızlık. İkincisi,
toplum içinde bir başına yaşama durumunu arzu
ettiğinizi anlatan bir yalnızlık.
Psikanalist
Winnicott “Kendi başına olma kapasitesi”
başlığıyla uzun yıllar önce yaptığı bir söyleşisinde,
daha çok maddi anlamda olan türüne değinerek yalnızlık
konusunu şöyle ele almıştır: “Bir bebek, doğumdan
itibaren annesinin desteğini alır ve güven dolu ilişkiyi
içine atarak onun desteğini kendi doğasına yerleşmiş bir
kuvvet haline sokar. Sonraki yaşlarda kişi, edindiği bu
kuvvetle yalnız kalabilme gücünü yükseltir. Çünkü onun
annesi ötekilerden farklı olarak turşuya girmiş tuz gibi
ruhunda yer almaktadır.”
Maddi
anlamda dahi olsa, terkibi yapısına karşın birilerinin,
etrafın çokluğuna aldırış etmeden dimdik ayakta
durduğuna, zamanla insanların asabiyetini bozan veya
hayran bırakan duruşlar sergilediğine tanık
oluyoruz.
Tehlikeli sayılabilecek yegâne durum; yaşlılık
sürelerindeki hazin ölümleridir. Zaafı budur.
Çünkü karşılaştığımız olaylar bu izlenimi veriyor…
Benim asıl
merakım, zorunlu olarak bir başına kalanlarla ilgili
değil, ikinci tür yalnızlık ile alâkalı. Niyetim,
onu detaylandırabilmek, gücüm yettiğince anlatabilmek.
Halkın arasında yalnız olanlara, bunu yaşayan insanlara
ilgi duymaktayım.
Özgüveni
yücelten, insanı şaşkına çeviren bu tavırlarla yaşayan
az sayıda insan tanırım.
Gördüğüm,
bildiğim kadarı ile reddedilmeye, itilip kakılmaya o
kadar alışmışlar bu durumu öylesine kanıksamışlar ki
‘başkasına’ muhtaç olmadan yaşamayı öğrenmiş,
benimsemişlerdir.
Normalin
aksine, her an her şeye hazır şekilde ve bu
bilinç ile yaşarlar. İnsanlarla derinlemesine dostluk
kurmayı –anlaşılamayacakları düşüncesiyle-
istemezler.
Düşkünlükte
ve yükselişte müzminleşme koşullarına tabi olarak
yaşamaları, kendilerini tabir yerindeyse, kayış gibi
yapar. Dolayısıyla “yalnızlık korkusu” diye bir
şey duymazlar.
En
önemlisi, bir başına yaşamalarına karşın utanma denilen
duygudan yoksundurlar. Beşeri dünyaları sona ermiş,
tabiatını kontrol altına almayı başarabilmişlerdir.
Bu duygu bütün duygularının üstesinden gelmiş, en
sonunda kendi nesnel benliklerini de yok etmesini
bilmişlerdir.
Her zaman
‘açlığı’ hisseden insanlardır. Kast edilen,
manevi açlıktır. Yoksa yalvar yakar olan bir dilencinin
önüne metelik atılması misali değildir.
Bir başına
kalmak-yalnız olmak- sert bir vasfın, üst düzey bir
yaşamın habercisidir. Müdavimler hatırlayacaklardır,
mistisizmde bu yol gösterici insanlar, “garip”
adını alırlar.
Bu nitelik
zata en yakın özelliklerden biri, hatta ilkidir.
Bireysel çoğalmanın, gücü zayıflatırken, bir başına
yaşayanı güçlendirmesi çok enteresandır.
Kimileri
için tehlike arz ettiğini düşündüğümüz bu
hissin/kavramın “korkudan kaynaklandığını”
söylemek mümkün.
Ancak, işin
aslını bilenler farklı düşünüyor. İş bu nedenledir ki bu
korku, aklın bir örtüsü gibi sırıtıp duruyor. |