Her ne
kadar gözümüz noktada, yani esma boyutunda ise de çoğu
zaman toplumsal yaşamın sorunları ile uğraşmaktan bir
türlü vazgeçemiyoruz. Kimi zaman grup olarak eleştiride
bulunmakta, “başlarına herhangi bir durum gelse acaba ne
yaparlar?” diye tartışmaktayız.
Ancak, “biz
yaşasak acaba ne durumda kalırız?” sorusunu
kendimize de yönlendirmeliyiz.
Doğrusu;
böylesi bir karşılaştırmada eleştiri oklarını iyi
saptamak, hatta sınırlamak gerekir.
Bu tutum,
ders alabilmek açısından oldukça yararlı olur.
Zira, her
ne kadar başlangıçta kulağa hoş gelen “varlık tek bir
bütün” ilkesi ise de zaman içinde etkisi
söndüğünden, efale geri dönüş pekâlâ mümkün olur. Yani
insanın kendisini kesret âleminin şartlarına kaptırması
işten bile değil. Haliyle, boş vermemiz söz konusu
olamaz.
Önemli
olan, teklik yaşamı ile birlikte, bahsini ettiğimiz
nedenlerin iyiden iyiye etüt edilmesi, tabiri caizse “ayakaltındaki
muz kabuğuna basmadan” dik bir duruşun
sergilenmesidir.
“Dik
duruş” sözüyle neyi ifade ettiğimi herhalde,
anlıyorsunuzdur.
Kaymamayı kast ediyorum!
Şurası
muhakkak ki dengeli gruplar, her koşula göre, çıkar
gözetmeksizin hareket ederler. Ancak kimileri vardır,
iyiliği bir hastalık haline getirmişlerdir. Çok zor
zamanlarında dahi bu yardımsever hallerini
devreye sokmak isterler.
Her ne
kadar makul bir iş gibi görünse de bu tiplerin insansı
bir dengeyi/grubu oluşturduklarını hesaba katmak
zorundayız.
Kafalarını
yanlış şeyler ve kötü emeller için kullanmaya sarf
etmeseler de, aşırıya kaçan yapay-pozitif durumları,
kendilerinin birey olarak kalmalarına vesile olur.
Dolayısıyla, evrensel değerlere uzanmaları pek mümkün
görünmez. Çünkü “ileriye dönük değişken fikirlerinin”
olmamasına neden teşkil eden, tutkuları ile yaşama
zorunlulukları vardır.
Kimilerinin iç dünyalarında ise her şekle bürünme fikri
bulunur. Diğer gruplardan farkları, hayata daha kolay
bakma özelliğine sahip olmalarıdır. Onlar aktif halleri,
toplumsal üstünlüğü sağlayan meziyetleri, sakin
yaşamları ile hemen herkese örnek olurlar.
Bazıları da
her türlü etkinliğini yitirip “elden ayaktan çekilme”
anlayışı ile pasif bir yaşamı tercih ederler. Bu
koşullar, “kendini bir beden kabulünün”
neticesinde ortaya çıkar. Ve bir başına kalmaya adapte
olduklarını gösterir.
Hayal
dünyaları zengin olan öyleleri vardır ki, onlar
sıkça değişimi sever halde bir yaşamı tercih ederler.
Zaafları çoktur.
Dikkât
çekici nokta; dışa açık değişken fikirlerinin
abartıya varmasıdır. Kafalarındakini gerçekleştirmek
üzere aktif hale getirmeleri, affedilemez konumları
yaşatabilir. Sonuçta zararlı çıkacak olan kendileridir.
Bir de “kendini
ifade edemeyenler” var ki; bu sınıfın işi gerçekten
çok zordur. Toplumlar arası kabul görmeyen bir kalabalık
durumunda kalırlar.
Farklı
topluluklarla ilgili daha birçok örnek var. Ama bu
kadarı bile herhalde, epey bilgi vermiştir.
Gelelim
kendini iyi sayan toplumun hallerine. Onlar da her şeyi
iyi yapayım derken, bazen yanlış yapar. Bu ellerinde
olan bir neden değildir, bir hükümdür.
”Şayet
günah işlemeyen kavimler olsaydı, onları zorla günaha
sokar, sonra tövbe ettirirdik” şeklindeki kutsi
hadis, anlatılanların delilidir.
Demek ki
insanoğlu artıyı ve eksiyi içinde barındırmış
halde yaşıyor.
Gündelik
hayatımızda, “yakın gördüğümüz toplum veya
karşı toplum” derken, bütün bu hususları dikkâte
almak zorunluluğu mevzubahistir. Kimilerinin kendini
Zeytinyağı misali üstte olduğunu kabullenmesi,
herhalde affedilemez bir hata olacaktır.
Ancak bir
gerçek var ki, “iyilerin çoğunlukta olduğu bir
sınıfın hata yapma oranı, diğerlerine” göre daha
azdır.
Bu şıkkı
unutmamak, kabullenmek gerekiyor.
Zira
sürünüp felaketleri yaşayan bir toplumun ferdi olmayı
kimse istemez. |