Kuran’ da insanların mutluluğunu sağlayan ayetlerin yanı
sıra korkutucu uyarıların varlığına da tanık
olabilirsiniz. Bu nokta itibariyle ‘Dinde baskı
yoktur’ denmesine karşın “Baskı yoksa neden
korkutma olmalı ki?” diye düşünmek mümkün.
İzah edelim.
İslam dinini seçenler, peşinen bir mutabakatı
gerçekleştirmişlerdir. ”Söz konusu hükümleri kabul
ediyorum” diyen aklı başında her insan, kelime-i
şahadet getirerek İslam’a adımını atar. Şayet
bu mutabakatla birlikte bazı hükümler kasten yok
sayılmaya teşebbüs ediliyorsa bu, dinin altına dinamit
koymakla eş anlamlı sayılır.
Cenab-ı Hak,
dünya hayatı için gerekli kanunlara büyük ölçüde itaat
eden ve benliğini imara yönelenlere, dünya hayatını
kazanma yolları ile vakit geçiren inanç sahiplerine,
ahiret yaşantısındaki telafi edilemez sonuçları için
son nebisini, aile fertlerinden başlamak üzere
"korkutmakla" görevlendirmiştir.
Bir başka örneği; Ebubekir Hazretleri’nin zekât
vermeyen kabilelerde bazı kişileri öldürmesiyle
alakalıdır. ‘Ben tok olduktan sonra herkes açlıktan
ölse ne yazar, bana ne!’ tavırlarıyla yaşayanların
katledilmesi asla baskıyla alakalı değil, İslam’ın
evrensel düzeninin bozulmaması, laçkalaşmaması
ile ilintilidir.
Dolayısıyla, dini çocuk masalları anlatan bir fenomen
şeklinde kabullenmek gerçekçi olamaz. Din ile duygu
kavramını yan yana koyamazsınız. Dinde duygulara yer
yoktur. Bu sahadaki hükümlerin sertliği, sistemin
işlerliğini sağlayan ‘makul’ bir mekanizma haline
gelmiştir. Diğer yandan, Mevlana Celaleddin-i Rumi,
Muhittin Arabî, Abdülkadir Geylani Hazretleri gibi
dehaların yetiştiği zengin bir kültürel mirasa sahip,
Kur’an'ın özü mahiyetindeki tasavvuf ilminde,
özellikle yetiştiricilere atfen söylenen ve yakıştırılan
zorlamanın varlığına değinmek ve bir analizde bulunmak
yerinde olur.
Bir insanın hayatı boyunca başına gelebilecek en büyük
zenginliğin bir inanç adamının, prensipler insanının
varlığını tanımak ve onun “ilminden istifade etmek”
olduğunu söyleyebilirim.
Gerçekte hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını,
sonuçlarının farklı olabileceğini düşünenler, nefsini
arıtmak isteyenler, bu konulara ve bir bilene talip
olurken önce ‘Yok’ olma prensibiyle aklın,
düşüncenin, muhakemenin insanı kanatlandırıp çok
yükseklere çıkartabileceğini fark edebilmelidir.
Unutulmamalı ki, imtihansız/deneyimsiz hiçbir şey
olmaz. Hayatın akışı içinde birey en büyük darbeyi;
Allah yolunda ve en yakınlarından alır. Ne ki, daha
sonra bu yüklenmelerin getirilerini -şayet stabil halde
kalmayı başarabilirse- şöyle ya da böyle bir güce
dönüştürerek evrensel boyutta kullanma gayreti içine
girer.
Yeri gelmişken aktaralım.
Baskı bir yana, takip edilen eğitimcinin önce Türkçeyi
çok iyi kullanması gerekir. Bir bileni “kafalarında
anlaşılmaz yerlere/mertebelere” koyanlar, yanılır.
O;
her şeyden önce her kalıba girebilen, şekille
ilgisi bulunmayan bir dost olarak düşünülmelidir.
Bu sözüm hiç kuşkusuz, Allah dostluğunu insan dostluğuna
tercih edenleredir.
Eğiticinin “kendine uyanı, üzmeyeni, yani söz
dinleyeni sevmesi ve koruması” teşvik edici bir
davranıştır.
Ancak bir konuyu anlatırken umursamaz tavırların
takınılması, çok olumsuz bir huy ve karaktere
sahip birinin bu halinden sıyrılması için ona
tahminlerin fevkinde kızması, baskı gibi görünen
şartları ortaya koyması, kesinlikle duygularla yapılan
bir dayatma değil, o kişiye olumsuz yönlerini terk
ettirebilmek amacına matuftur.
İşte böylesi işlevler baskı gibi görülebilir.
Aslında gündelik yaşamda normal okullarda dahi hocalar
“derslerini dinlemeyen talebelerini sert bir şekilde
haşlıyor, hatta dayak atmaya kadar tevessül”
edebiliyorlar. USA’ da vergisini vermeyen,
hapsi boyluyor. Bunlar nedense görünmüyor, ama iş
din konusuna gelince bakış açıları değişiyor,
değerlendirmeler eleştiriler çoğalıyor.
İtiraf etmek gerekirse, gerçek manada yokluk işte bu
yapıcı baskılar sonucu oluşmaktadır. Çünkü, bileşiminden
kurtulamadıkça insanoğlu kişiliğinden sıyrılamaz,
kıldığı namazın anlamını bile bilemez.
Burada yapılması gereken:
Kendini bilmek, nefsini arıtmak, zaaflarından,
korkularından, arzularından, vesveselerinden sıyrılmak
için uygulanan değişimci sistemi "baskı olarak kabul
etmemek" olmalıdır.
Tekrar söylüyorum,
klasik anlayışa dayalı bir yetişme metodu ile
gayeye-vahdet yaşamına ulaşabilmek mümkün değil. Bu
aşamada zorlayıcı işlevlerin varlığını kabul etmek,
zamansız patlamalarda bulunmak, olayın başladığı yerde
bittiğini görmekten başka bir şeye yaramaz. Çünkü
vahdet yaşamında koşullar ne olursa olsun “neden,
niçin, nasıl ve ama” gibi sorulara, “tahammül
edilemez bir hayat” demeye kimsenin hakkı
olmamalıdır. Haliyle, ortak bir akıl oluşturmaktan başka
çare yoktur. Kim ne derse desin, bu yöntemi
uygulayabilen, söylenenlerin aksine hiç beklenmedik
biçimde gerçeğe uzanır.
Bu noktaları bilmeyip şikâyetçi olanlar ise, her zaman
olduğu gibi zaaflarını kaşıyıp dururlar.
Uyuzlar misali... |