Don't worry be happy!

 

Ahmet F. Yüksel
 

Yörenin en büyük ve güçlü fili krala aitmiş. Her gün bakıcılarıyla birlikte sarayın yakınındaki nehre yıkanmaya giden fil, yol kenarındaki bitkileri koparmaya, çevresindeki hayvanlarla oynamaya çalışırmış. Hayvanı zaptetmekte zorlanan bakıcılar, çaresizce ne yapacaklarını düşünmeye başladıkları bir sırada, karşılarına küçük bir oğlan çocuğu çıkmış. Çocuk, korkusuzca filin hortumunu yakalayıp, "Dur!" diye emretmiş, "Yavaş ve dikkatli yürümelisin."

Koca hayvan, sihirli bir değnek değmişçesine yatışmış ve sakin sakin yürümeye başlamış. Ertesi gün, aynı yerde aynı olay tekrarlanınca, bu işe çok şaşıran bakıcılar kralın huzuruna çıkıp olan biteni anlatmışlar. Küçücük bir çocuğun koskoca fili kontrol edebildiğine inanmakta güçlük çeken kral, vezirini çağırıp konuyu incelemesini istemiş.

Birkaç gün sonra, vezir raporunu vermiş: "Efendim, çocuk büyükannesiyle yaşıyor. Kendi yaşıtlarından tek farkı, korkusunun hiç olmaması. İşte bu yüzden filinizi ehlileştirebiliyor." Kafası karışan kral, "Anlamadım," demiş, "Ne demek istiyorsun?"
"Efendim, kaygı ve korku taşımayan bir zihin her şeyi yapabilir."
"Hımm... bu savını ispat edebilir misin?"
"Elbette efendim."
Vezir bir müddet düşünmüş. Eğer çocuğun kaygıya kapılmasına neden olabilirse, savını ispatlayabilecekmiş...
Vakit kaybetmeden çocuğun babaannesini görmeye giden vezir, yaşlı kadının torununu hiçbir şeyden mahrum etmeyerek büyüttüğünü öğrendiğinde rica etmiş: "Bu akşam ona her zamanki yemeğini hazırlayın, ama içine tuz koymayın. Bunun nedenini sorarsa, tuz alacak paranız kalmadığını söyleyin."
Olay aynen planlandığı gibi gelişmiş. Aldığı cevaba şaşıran çocuk, "Sen merak etme babaanne," demiş, "Ben sana tuz bulurum."

Koşarak köydeki bakkala gitmiş. "Biraz tuz verir misiniz?..."
Küçüğün meteliksiz olduğunu anlayan bakkal, karşılığında para vermesi gerektiğini izah etmiş.
"Peki, parayı nerede bulabilirim?"
"Çalışman gerek."
"Ama ben... Çalışmayı bilmiyorum."
"Öyleyse tuz alamazsın."
Çocuk, yüzünde umutsuz bir ifadeyle eve döndüğünde büyükannesi, "Üzülme yavrum," demiş, "Şimdi uyu. Yarın bunu yine konuşuruz."
Geceyi huzursuz geçiren çocuk, ertesi sabah okula giderken yine fili görmüş. Karşısına geçerek,  "Dur! Yavaş ve dikkatli yürü" diye bağırmış.  Ama fil bu sefer ona itaat etmemiş ve yürüyüp gitmiş. Çünkü küçüğün kafasındaki tek düşünce şuymuş:

"Yemeğim için tuz alamıyorum."  Bu ufak endişe onun tüm gücünü yitirmesine yetmiş...
Bu hikâye; olayları analiz edip gereken önlemleri almak, harekete geçerken doğru bir yol tayin etmek bakımından tavsiye edilebilir mahiyettedir.
Anlaşılacağı üzere, hayatın üstüne şuurlu bir şekilde gidebilmek kolay bir iş değil. Kaliteli insanların dışında kalan, beşeri düşüncelere esir olmaktan kurtulamayan hemen herkes, bu dertten mustarip. Ama ölçüsü kaçmayan, insana yaşamı zehir etmeyen bazı endişelerin de yararı olduğu muhakkak. Önünü görmeyen, olaylara basiretle bakmasını beceremeyen bizler için koruyucu bir mahiyet taşıyor. Dolayısıyla insanoğlu, çukurlara düşmemek için adımlarını çok dikkâtli atmasını bilmeli. Zira, toplum içinde dünyaya iyilik yapmaya gelen insanlar olduğu gibi, yaşamı kötülük üstüne kurulu, vehimlerle yaşayan zeki, ama psikopat ruhlu insanlar da var.
Ne var ki, her an devam edegelen karamsarlığın da bir sonu olmalı. Neticede, korkuya dayanan bu gibi duygular, kişisel benliğin eseri. Şayet endişe/korku denen bu illet, veri tabanımıza yerleşirse, şuurumuzu kısıtlayıp bizi hayatın elinde ‘oyuncak haline’ getirebilir.
Beyni sürekli meşgul eden ve alışkanlığa dönüşen kaygılar, vesveseler, sonuçta kapasitemizi azaltır, var oluş gayemize uygun hareketler edebilmemize mani olur. İnsanı adeta kararsız ve çaresiz bırakan böylesi nahoş düşüncelerin bedelini beden mutlaka bir gün öder.
Bunlardan kurtulmanın ilk adımı, korkuları teşhis ederek, nasıl tetiklendiklerini saptamaktır. Onlarla başa çıkacak alternatif düşünceleri ise şöyle sıralayabiliriz:
İlkin, mutlak varlığın özümüzde mevcut olduğuna ve onun ‘Halifesi’ durumunda bulunduğumuza inanmak. Akabinde, hayatın içerdiği zorlukların Allah tarafından bizlere bir gaye sebebiyle ulaştığını kabullenmek. Zorluklar içinde kolaylıkların da bulunduğunu fark edebilmek. Ve başımıza gelen iyi-kötü her şeyi ayrım yapmadan şükran duyarak kabullenmek.
Evet, değerli dostlarım!
Bütün bunlar, havsalalarımızda cirit atan kara bulutları dağıtmaya yeteceği gibi, mutlu olmayı, en önemlisi, özümüzde mevcut İlahi güçlerin de zahir olmasını temin edecektir. Belki yanılıyor, belki doğru düşünüyorum ama ben dengeyi bu şekilde kuruyorum.

Sevgi ile kalın. Allah’ a emanet olun.

 

 
 
İstanbul - 25.07.2007
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com