Dünyanın tüm bilgelerinin
'en' bilgesine ‘en yaşlısına’ sormuşlar:
"En iyi bildiğin şey nedir?" diye.
En bilge kişi, hiç düşünmeden cevabını vermiş:
"Haddimi bilirim..."
'Had' kelimesi, kuru bir mantığın değil, bilinçli
olanın tanımlaması, duruşudur. Bize durmamız gereken
sınırları anlatır. Bu, herhangi bir konuda, kendi
bilgimizi, konumumuzu ve boyutlarımızı bilip ona göre
tavır koymamızı, görüş bildirmemizi sağlayan bir
paylaşım ve açıklamadır.
Kısacası, kendini tanımak ve sınırlarını bilmektir.
Günümüzde ise maalesef, sınırlarının nerede başlayıp
nerede bittiğini bilmeyenler yüzünden sürekli ‘sınır
ihlallerine, toplumsal sıkıntılara’ tanık
olmaktayız.
Etrafınıza bir bakın: Hemen her konuda, hepimiz uzmanız.
Bir nebi misali, hemen her şeyi sanki doğuştan
biliyoruz; öğrenmemize, merak ettiğimiz bir konuda emek
harcamamıza hiç gerek yok. Günlük hayatta her alanda,
bir an durup düşünmeden, gerçekten bilip bilmeden,
cahilce, hemen her söze balıklama dalıp görüş
bildiriyor, fetvalar veriyoruz. Özetle, otorite
kesilmeye bayılıyoruz.
Bu olaylar, hakikat noktasının başlaması ile ilgili,
kabul ediyorum. Ancak bu kez ortalık taklidi
yetiştiricilerle dolup taşıyor.
Özellikle iyi bir şey yapıldığında veya bir başarı
durumunda hemen ortaya atılıp eleştirilere başlıyoruz
veya mevcut bir başarıdan kendimizi de mutlaka
nemalandırma arzusundayız. Kaç kişi var tanıdığınız,
kendini göstermeyen, ortaya koymayan! Belki bir elin
parmaklarının sayısından daha az değil mi?
Peki, "gel de sen yap, üret, konuş da derdini anlat
bakalım" denilince de, donup kalıyoruz. Haddimizi
bilme 'özürlüyüz', ama 'had bildirme'
konusuna gelince üstün olan yanlarımız birden ağır
basıyor. Kısacası, buna çok hevesliyiz. Konuşması
gerekenler ise bilmediklerinden değil, usul ve erkân
dairesinde kalıp 'hadlerini bildiklerinden'
susuyor. Oysa işin ehli olanlarına, belirli bir düzeye
gelmişlerin konuşmasına ve onların önerilerine,
öğretmelerine, paylaşımlarına ne kadar çok ihtiyacımız
var. Çünkü eski ve yeniyi hamur hale getirebilir,
yepyeni boyutları ancak bu sayede görüp öğrenebilir,
gelişebiliriz.
Dikkâtinizi çekecek bir
hikâyeyle sözü noktalayalım:
Ulu bir çınar ağacının
hemen yanında, küçük bir kabak filizi boy göstermiş.
Bahar ilerledikçe, çınar ağacına sarılarak yükselmeye
başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle hızla
büyümeye başlamış, neredeyse çınar ağacıyla aynı boya
gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş çınar ağacına:
- Kaç ayda bu hale geldin ağaç?
- "82 yılda" demiş çınar...
- "82 yılda mı?" diyerek katıla katıla gülmüş ve
çiçeklerini sallamış kabak.
- Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
- "Doğru" demiş ulu çınar "doğru." Günler günleri
kovalamış, sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak
önce üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar
arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Bu defa
endişeyle sormuş çınara: - Neler oluyor bana ağaç?
- "Ölüyorsun" demiş çınar... "Niçin?" diye sormuş kabak.
- "Benim seksen iki yılda geldiğim yere, sen iki ayda
gelmeye çalıştığın için sevgili kabak" demiş çınar…
Anlayacağınız, olaylar
kabak tadı vermeden; racon kesip çizmeleri aşmadan, bir
an önce sorumluluklarımıza sahip çıkarak 'haddimizi
bilmeyi' öğrenmeliyiz.
Tabi bu söylediklerim, kendi mantığını aşıp akıl almaz
dünyalar peşine düşenlere değil, gerçekliğe kendini
teslim edenleredir. |