Düşündüklerim biraz uzunca…
Yazabilir miyim?
Ahmet F. Yüksel
 

Üstad

-Evet ... bekliyorum....?

Soru

-Anlayabildiğim kadarıyla, bir belâ ile karşılaşıldığında, "bu ilâhi takdirdir" veya "bu yaptığımın karşılığıdır" düşünceleri arasında yapılacak seçim son derece önemli...

Hangi bakış açısını seçmeliyiz ki, bu, bizi hakikati müşahededen uzak düşürmesin?...

ALLAH isminin işaret ettiği mânâ hakkında bilgisi olan herkes biliyor ki, ALLAH'ın takdiri dışında hiçbir iş meydana gelmez. Ancak burada çok ince bir noktaya işaret var...

Cevabımı Kur’ân'dan bir misâlle vermek istiyorum.

Öncelikle, karşılaştığımız bir olayı "belâ" olarak nitelendirmek, o noktai hakikati müşahede edememekten kaynaklanır.Hakikati müşahede edememenin verdiği zorluktur, aslında karşılaşılan...

Dolayısıyla hakikati görememe durumu "nefse zulüm" diye anlatılan hâli ifade eder. Böyle bir durumda bize yol gösteren Kur’ân işâreti: "Zulmeden ALLAH değildir, onlar kendi nefislerine zulmettiler.." dir...

İblis ve Âdem, Cennet’ten kovulma hâdisesi sonrasında, bu işledikleri hakkında iki farklı sonuca varırlar. Her ikisi de yaptıklarının Allah takdiri olduğu bilgisine sahip olmalarına rağmen, Âdem "nefsine zulmedenin kendisi olduğunu" (yani kendi yaptığın neticesine katlandığını) itiraf ederken; İblis, karşılaştığı olayı, "beni azdıran Sensin" diyerek ilâhi takdire bağlar...

Âdem, yaptığı hatayı kendine maleder: "Ben bu halde kendi nefsime zulmettim", der, ve bu değerlendirmesinden dolayı mağfiret bulur. İblis’in ifadesi ise, "beni azdıran sendin" Fakat bu değerlendirme onun helâkına sebep olur.

Kendinden istenenin zıddını yapmasıyla İblis’in helâkine sebep, işte bu sorunuzun cevabında gizli. O halde, karşılaştığı şeyden sıkılan, belâ algılayan demelidir ki:

"ALLAH'ım, şu halde Sen, benim değerlendirmemden Subhansın; kendi nefsimin hakikatini görememekle bu duruma mâruz kalarak nefsime zulmeden ise benim..."

Takdir, düşüncede bilinmeli, ancak belâyla karşılaşıldığında böyle diyebilmeli ve böylelikle "SEN"e değil "ÖZ"e dönmelidir...

 Hepinize sabrınız için teşekkür ederim...

Okyanus 1 isimli eserin 166. sayfasındaki, bir okurun açıklamalarına yer verdik... 

Ben meseleye biraz daha farklı açıdan bakmak istiyorum. Niyetim, kesinlikle eleştiri değil. Maksadım, konunun derinliklerine inebilmektir.

Bu metinde şayet dikkât ettiyseniz, öncelikle hakikât düzeyinde bir vurgulama yapıldığı ifade edilirken pek derinliğine inilmediği görülmüş, düz bir mantık sergilenmiş, olaya pek de öyle yaklaşılamamıştır.

Şöyle ki; "Hayır ve şer Allahtan’ dır uyarısı görmezden gelinmiş" (bkz. Nisa suresi 78/79 ayet),  Allah Rasulü-Nebisi olan Hz. Âdem, bilgisiz-yaşamı olmayan, hisleri ile hareket eden sıradan biri gibi kabul edilirken, nebilik vasfını taşıdığı ve nebi olanın "…anne karnında nebi olduğunun" ne anlama geldiği ve buna bağlı özellikleri, dolayısıyla, bebeklik halinden itibaren meleki tesirlerle yaşamına devam ettiği, "hata yapmasının mümkün olamayacağı, yani günahsız olduğu unutulmuş", hani neredeyse, şeytan ile aynı boyutta anılır olmuştur.

Deruni bir şekilde incelendiğinde Allah ehlinin, Âdem nebinin cennetten kovulmasında, yani tard edilmesindeki meselenin çok farklı şekilde tezahür ettiği ve ‘Halife’ lik özelliği dolayısıyla cennette –mülhime boyutunda- ortaya koyamadığı bazı manaların -malum olan boyutta kuvveden fiile çıkabilmesi, yaşanabilmesi sebebiyle –örneğin "sabır", "fettah" vs isimler gibi- oluştuğu akla getirilmemiştir.

Kuşkusuz, Cebrail as’ ın Hz. Muhammed’i sıkması, beyninde kuvvede kalan manaların varlığını ortaya çıkarması da esasen daha farklı, ancak benzer sisteme dayanmaktadır. Hikmetler âleminde yaşadığımıza göre Âdem Nebi’ deki bu tavrın pek yadırganacak bir yanının olmaması gerekir.

Bir başka önem arz eden durum ise bir nebinin tövbe edemeyeceği gerçeğine iman etmek veya algılamaktır. Şirk’ten arınmış bir mahal tövbe eder mi?. Ederse tekliği yaşamıyordur. Bu hususun teyidi başka örneklerde mevcuttur.

Rasullerin iman edişi ve Hz. Muhammed’in günde 70 defa istiğfar edişi gibi. Şayet onun istiğfarını da bildiğimiz manada tövbe gibi algılıyorsak, o takdirde bu; "Rasul de iman etti rabbinden inzal olunana " ayetinin yanından bile geçilmediği, klasik değerlendirmelerin devam ettiği anlamına gelir.

Dönüp dönüp hatırlatmalıyız;

Kuantum fiziğini takip edersek, ilginç bir saptamanın varlığına tanık oluruz. Şöyle ki ağızdan çıkan her kelime, yazılan her söz aslında yok olmuyor kâinatta. 3 ile 5’ i topluyorsunuz, bu işlem evrenin bir yerinde duruyor, bir yerlerde birikiyor. Hiçbir gıybet yani dedikodu asla kaybolmuyor.

Tövbeyi gerektiren haller de aynen böyle ve bunu yapan kişiyi bir gün mutlaka buluyor.

Şahsen ben Arafat’ta günahların sıfırlandığına inanırım. Ancak, günahların sıfırlanması; ruhta eksi dalgaların bulunmaması, kayıtlarının olmaması demek değil ki!

Bu dahi kişinin tümden cennete gideceğini göstermiyor. Kaldı ki şuurun değişmesi, kaybolması anlamına hiç gelmez.

Nitekim hatırlanıyor. Ve bu günah, bir gün kendisini buluyor. Sistem böyle.

Burada konuyu saptırmamak için detaylarına girmiyorum.

Bir diğer ayrıntı ise metinde bahsi geçen şeytanın durumudur. Şunu hatırdan çıkarmayalım: Her birim, varoluş gayesini yaşar. Şeytan da bu gaye ile kendine verilen görevi ifa etmiş, yaklaşmayın denilen ağaca yaklaşmalarına, sonra seks suçu işlemelerine, ama nihayetinde Adem’e halifelik özelliğinin kazandırılmasına sebep olmuştur.

Hafızamız o kadar zayıf değil.

Bakın İnsan-ı Kamil’ de bu konu nasıl özetlenmiş:

İşte… Anlatılan sebepten İblis;

"Ben ondan daha hayırlıyım...Beni ateşten yarattın; onu da çamurdan." (38/76)

Dedi;  buna daha başka bir şey eklemedi…

Sebebine gelince, biliyordu ki: Allah-ü Taâlâ sırrına muttalidir…

Yine biliyordu ki; makam kabz makamıdır; bast (yaşama, uzun uzadıya anlatma) makamı değil

Yani kapanma zamanıdır; açılma zamanı değildir..

Eğer bast makamı olsaydı, o sözünden sonra şöyle derdi:

"Senden başkasına ibadet etmemek emrine itimat ettim".

Ancak baktı ki; Mahal, itap mahallidir. Dolayısıyla edep tavrını takındı.

Yine anladı ki; iş kendi için, esasta teşvişe büründü…

Hâsılı, bu basit, sıradan bir insanın değil, babası olmayan bir İnsan-ı Kamil’in açıklamasıdır.

Sonuç; Okyanus’ ta ve yukarıda bahsi geçen analitik çabanın yanlış ve yetersiz olduğunu, kayıt dışı kabullenme anlamında düşünülmesi gerektiğini savunmuyorum. Böyle bir bakiyenin toplumla bağ kurma konusunda endişeler yaratabileceğini dile getiriyorum

Ve bu şekildeki bir açıklamanın; "Biz Lâyüs’eliz, Bize hesap sorulmaz" mantığı ile yazılmasını da doğru bulmuyorum.. 

Biliyoruz ki eleştirilerde duygusal yaklaşımların olmaması şarttır. Zira bir eleştirinin "haklı" görünebilmesinin asgari düzeyi, tutarlı olan taraflarının bulunması, basit izahlarla kendini tüketmemiş olmasıdır.

Özetle, konuya belirli bir noktanın akabinde bakılması gerektiğini düşünüyorum. Yani belli bir temel üzerine bu bakış geçerli olabilir. Ve haliyle varlık bölünmez, parçalanmaz olur.

Nitekim Yaşlı Bilge (aslında bu tanımlamayı kim yapmış bilemiyorum, ama bana hiç uygun gelmiyor) söz konusu metnin ne anlama geldiğini açıkça ifade etmiş, sağlıklı bir zemine oturtmuştur. Esasen, onun bu noktalara yaklaşımı, üstlendiklerinin gereğidir desek daha makul olur.

Değerli okurlar! Bizim yaklaşımımız her zaman olduğu gibi olumlu eleştirilerde bulunmak, mevcut kaygılarımızı belirtmektir.

Bunu yapmaya mecburuz.

Şayet  "Bana ne yahu, nasıl bir yaklaşım olursa olsun" diyorsak, bu ayıp ötesi, günah olur.

 

 
 
İstanbul - 11.01.2009
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com