Üstad
-Evet ... bekliyorum....?
Soru
-Anlayabildiğim kadarıyla, bir belâ ile
karşılaşıldığında, "bu ilâhi takdirdir" veya "bu
yaptığımın karşılığıdır" düşünceleri arasında
yapılacak seçim son derece önemli...
Hangi bakış açısını seçmeliyiz ki, bu, bizi hakikati
müşahededen uzak düşürmesin?...
ALLAH isminin işaret ettiği mânâ hakkında bilgisi olan
herkes biliyor ki, ALLAH'ın takdiri dışında hiçbir iş
meydana gelmez. Ancak burada çok ince bir noktaya
işaret var...
Cevabımı Kur’ân'dan bir misâlle vermek istiyorum.
Öncelikle, karşılaştığımız bir olayı "belâ" olarak
nitelendirmek, o noktai hakikati müşahede edememekten
kaynaklanır.Hakikati müşahede edememenin verdiği
zorluktur, aslında karşılaşılan...
Dolayısıyla hakikati görememe durumu "nefse
zulüm" diye anlatılan hâli ifade eder. Böyle bir
durumda bize yol gösteren Kur’ân işâreti: "Zulmeden
ALLAH değildir, onlar kendi nefislerine zulmettiler.."
dir...
İblis ve Âdem, Cennet’ten kovulma hâdisesi sonrasında,
bu işledikleri hakkında iki farklı sonuca varırlar. Her
ikisi de yaptıklarının Allah takdiri olduğu bilgisine
sahip olmalarına rağmen, Âdem "nefsine zulmedenin
kendisi olduğunu" (yani kendi yaptığın
neticesine katlandığını) itiraf ederken; İblis,
karşılaştığı olayı, "beni azdıran Sensin" diyerek
ilâhi takdire bağlar...
Âdem, yaptığı hatayı kendine maleder: "Ben bu
halde kendi nefsime zulmettim", der, ve bu
değerlendirmesinden dolayı mağfiret bulur. İblis’in
ifadesi ise, "beni azdıran sendin" Fakat bu
değerlendirme onun helâkına sebep olur.
Kendinden istenenin zıddını yapmasıyla İblis’in helâkine
sebep, işte bu sorunuzun cevabında gizli. O halde,
karşılaştığı şeyden sıkılan, belâ algılayan demelidir
ki:
"ALLAH'ım, şu halde Sen, benim değerlendirmemden Subhansın; kendi nefsimin hakikatini görememekle bu
duruma mâruz kalarak nefsime zulmeden ise benim..."
Takdir, düşüncede bilinmeli, ancak belâyla
karşılaşıldığında böyle diyebilmeli ve böylelikle "SEN"e
değil "ÖZ"e dönmelidir...
Hepinize sabrınız için teşekkür ederim...
Okyanus 1 isimli
eserin 166. sayfasındaki, bir okurun açıklamalarına yer
verdik...
Ben
meseleye biraz daha farklı açıdan bakmak istiyorum.
Niyetim, kesinlikle eleştiri değil. Maksadım, konunun
derinliklerine inebilmektir.
Bu
metinde şayet dikkât ettiyseniz, öncelikle hakikât
düzeyinde bir vurgulama yapıldığı ifade edilirken pek
derinliğine inilmediği görülmüş, düz bir mantık
sergilenmiş, olaya pek de öyle yaklaşılamamıştır.
Şöyle ki; "Hayır ve şer Allahtan’ dır uyarısı görmezden
gelinmiş" (bkz. Nisa suresi 78/79 ayet), Allah
Rasulü-Nebisi olan Hz. Âdem, bilgisiz-yaşamı
olmayan, hisleri ile hareket eden sıradan biri gibi
kabul edilirken, nebilik vasfını taşıdığı ve nebi olanın
"…anne karnında nebi olduğunun" ne anlama geldiği
ve buna bağlı özellikleri, dolayısıyla, bebeklik
halinden itibaren meleki tesirlerle yaşamına devam
ettiği, "hata yapmasının mümkün olamayacağı, yani
günahsız olduğu unutulmuş", hani neredeyse, şeytan
ile aynı boyutta anılır olmuştur.
Deruni bir şekilde incelendiğinde Allah ehlinin, Âdem
nebinin cennetten kovulmasında, yani tard edilmesindeki
meselenin çok farklı şekilde tezahür ettiği ve
‘Halife’ lik özelliği dolayısıyla cennette –mülhime
boyutunda- ortaya koyamadığı bazı manaların -malum olan
boyutta kuvveden fiile çıkabilmesi, yaşanabilmesi
sebebiyle –örneğin "sabır", "fettah" vs isimler gibi-
oluştuğu akla getirilmemiştir.
Kuşkusuz, Cebrail as’
ın Hz. Muhammed’i sıkması, beyninde kuvvede
kalan manaların varlığını ortaya çıkarması da esasen
daha farklı, ancak benzer sisteme dayanmaktadır.
Hikmetler âleminde yaşadığımıza göre Âdem Nebi’ deki bu
tavrın pek yadırganacak bir yanının olmaması gerekir.
Bir
başka önem arz eden durum ise bir nebinin tövbe
edemeyeceği gerçeğine iman etmek veya algılamaktır.
Şirk’ten arınmış bir mahal tövbe eder mi?. Ederse
tekliği yaşamıyordur. Bu hususun teyidi başka örneklerde
mevcuttur.
Rasullerin iman edişi ve Hz. Muhammed’in günde
70 defa istiğfar edişi gibi. Şayet onun istiğfarını
da bildiğimiz manada tövbe gibi algılıyorsak, o takdirde
bu; "Rasul de iman etti rabbinden inzal olunana "
ayetinin yanından bile geçilmediği, klasik
değerlendirmelerin devam ettiği anlamına gelir.
Dönüp dönüp hatırlatmalıyız;
Kuantum fiziğini
takip edersek, ilginç bir saptamanın varlığına tanık
oluruz. Şöyle ki
ağızdan çıkan her kelime,
yazılan her söz aslında yok olmuyor kâinatta. 3 ile 5’ i
topluyorsunuz, bu işlem evrenin bir yerinde duruyor, bir
yerlerde birikiyor. Hiçbir gıybet yani dedikodu asla
kaybolmuyor.
Tövbeyi gerektiren haller de aynen böyle ve bunu yapan
kişiyi bir gün mutlaka
buluyor.
Şahsen ben Arafat’ta günahların sıfırlandığına
inanırım. Ancak, günahların sıfırlanması; ruhta eksi
dalgaların bulunmaması, kayıtlarının olmaması demek
değil ki!
Bu
dahi kişinin tümden cennete gideceğini göstermiyor.
Kaldı ki şuurun değişmesi, kaybolması anlamına hiç
gelmez.
Nitekim hatırlanıyor. Ve bu günah, bir gün kendisini
buluyor. Sistem böyle.
Burada konuyu saptırmamak için detaylarına girmiyorum.
Bir
diğer ayrıntı ise metinde bahsi geçen şeytanın
durumudur. Şunu hatırdan çıkarmayalım: Her birim,
varoluş gayesini yaşar. Şeytan da bu gaye ile kendine
verilen görevi ifa etmiş, yaklaşmayın denilen ağaca
yaklaşmalarına, sonra seks suçu işlemelerine, ama
nihayetinde Adem’e halifelik özelliğinin
kazandırılmasına sebep olmuştur.
Hafızamız o kadar zayıf değil.
Bakın İnsan-ı Kamil’ de bu konu nasıl özetlenmiş:
İşte… Anlatılan sebepten İblis;
"Ben ondan daha hayırlıyım...Beni ateşten yarattın; onu
da çamurdan." (38/76)
Dedi; buna daha başka bir şey eklemedi…
Sebebine gelince, biliyordu ki: Allah-ü Taâlâ
sırrına muttalidir…
Yine
biliyordu ki; makam kabz makamıdır; bast (yaşama, uzun
uzadıya anlatma) makamı değil
Yani
kapanma zamanıdır; açılma zamanı değildir..
Eğer
bast makamı olsaydı, o sözünden sonra şöyle derdi:
"Senden başkasına ibadet etmemek emrine itimat ettim".
Ancak baktı ki; Mahal, itap mahallidir.
Dolayısıyla edep tavrını takındı.
Yine
anladı ki; iş kendi için, esasta teşvişe büründü…
Hâsılı, bu basit, sıradan bir insanın değil, babası
olmayan bir İnsan-ı Kamil’in açıklamasıdır.
Sonuç;
Okyanus’ ta ve yukarıda bahsi geçen analitik çabanın
yanlış ve yetersiz olduğunu, kayıt dışı kabullenme
anlamında düşünülmesi gerektiğini savunmuyorum. Böyle
bir bakiyenin toplumla bağ kurma konusunda endişeler
yaratabileceğini dile getiriyorum
Ve
bu şekildeki bir açıklamanın; "Biz Lâyüs’eliz, Bize
hesap sorulmaz" mantığı ile yazılmasını da doğru
bulmuyorum..
Biliyoruz ki eleştirilerde duygusal yaklaşımların
olmaması şarttır. Zira bir eleştirinin "haklı"
görünebilmesinin asgari düzeyi, tutarlı olan
taraflarının bulunması, basit izahlarla kendini
tüketmemiş olmasıdır.
Özetle, konuya belirli bir noktanın akabinde bakılması
gerektiğini düşünüyorum. Yani belli bir temel üzerine bu
bakış geçerli olabilir. Ve haliyle varlık bölünmez,
parçalanmaz olur.
Nitekim
Yaşlı Bilge (aslında bu tanımlamayı kim yapmış
bilemiyorum, ama bana hiç uygun gelmiyor)
söz konusu
metnin ne anlama geldiğini açıkça ifade etmiş, sağlıklı
bir zemine oturtmuştur. Esasen, onun bu noktalara
yaklaşımı, üstlendiklerinin gereğidir desek daha makul
olur.
Değerli okurlar!
Bizim yaklaşımımız her zaman olduğu gibi olumlu
eleştirilerde bulunmak, mevcut kaygılarımızı
belirtmektir.
Bunu
yapmaya mecburuz.
Şayet "Bana ne yahu, nasıl bir yaklaşım olursa
olsun" diyorsak, bu ayıp ötesi, günah olur. |