Toplum yaşamında temel eksikliği, önce bilgide,
davranışlarda, değer yargıları ve buna bağlı yorumlarda,
şartlanmalarda aramak gerekir diye düşünüyorum.
Şayet bir toplumda kişiler bilgili, sezgi yanı güçlü,
birbirine saygılı oluyor, çıkarlarını düşünmüyor yani
bencil davranmıyor, karşısındakini kendine tercih
edebiliyor, üretken oluyor, uzun vadeli yaşamayı
dilerken, ölüm ötesini sumen altı etmiyor, etiğe uymayan
davranışlarda bulunmuyor, bu şekilde davrananı yakını
bile olsa kınıyor, özverili davranmayı biliyor, tepki
vermiyor, aşama yapmak, üretebilmek için durup
dinlenmeden çalışıyor, çaba gösteriyor, eleştirel
davranışlar kendine yöneldiğinde samimi tavırlarla
eleştireni haklı buluyor, düşünüyor, muhakeme ediyor,
kendini düzeltmeye gayret ediyor, kaygı ve benzeri
düşüncelerden, maddi ve manevi değerleri (makam-mertebe
gibi) kaybetme anlayışından uzak yaşıyor, aslını
hakikâtini bulmak için çaba gösteriyor, haksızlığa karşı
Allah Rasulü’nün deyimi ile ‘dilsiz şeytan’
konumuna düşmüyorsa böyle bir toplumda kirlilik,
cehalet, derin eşitsizlikler olabilir mi?
Bir de bu yazılanların aksini düşünün: Kişiler birbirine
saygısız, menfaat peşinde koşuyor, çifte standartlı
olarak, ezilenlerin değil, haksız ama gösterişli olanın
yanında yer alıyor, taklitçiliğini bir şekilde devam
ettirirken acayip bir şekilde hem dedikodu ediyor hem de
‘yerin kulağı var’ korkusu ile yaşıyor…
İşte böyle bir toplum veya kişi onurlu bir ahlâka sahip
olabilir, o toplumda işler istenildiği gibi düzgün
gidebilir mi?
Bu değer yargıları, etik değerler arasında yer bulabilir
mi?
Herhalde hayır!
Olaylar sırasında, bu temel eksiklikleri, değer
yargıları, zaafları, peşin hükümlülükleri dikkâte
alındığında insanlara güvenle, emin bir şekilde bakmanın
bir gerekçesi kalmıyor demektir.
Yazılan ve söylenenlerle yapılanlar arasında büyük bir
farkın olduğunu dile getirmek mümkün. Şimdi böyle bir
ortamda nasıl bir değişimin yaşandığını, farklılaşmanın
oluştuğunu söyleyebiliriz?
Manevi öğeler/değerler içeren yaşam kalitesinin
bir an önce topluma ayna olmasını beklemekten başka çare
yok gibi. Bu hususun altını çizerek söylüyorum. Zira, ne
kadar çağdaş, ne kadar uygar olursak olalım durum hiç
değişmiyor. Sanki insanlar birbirini yemek, alt etmek
için uğraş veriyorlar. Ve bunu hayatın/var oluşun bir
şartı olarak kabul ediyorlar. ‘Yaratılanı severim,
Yaratandan ötürü’, ‘Bütün Müslümanlar kardeştir’
veya benzeri türden sözlerin biraz boşlukta kaldığına
tanık olunuyor. Yani bu harika uyarılar sadece kâğıt
üzerinde kalıyor, unutulup gidiyor.
Dostlarıma her zaman şunu söylerim: Bizim toplumsal bir
illetimiz var; görülmemesi gerekeni görmek hiç akılcı
bir iş değildir. Çoğu kez insanın başına dert
açtığı için genelde çoğumuz gözlerimizin önünde olup
biteni görmek istemeyiz. Şahit olmaktan kaçınırız. Çünkü
görmemek daha rahatlatıcı bir durum yaratır. Ayıca, bu
bir kaçışın işaretidir. Nedense bazı yerlerde bu
özveriyi çıkarlarımız uğrunda kullanırken ‘görmemiz
gereken yerlerde’ görmemeyi, ‘ görmememizi
gerektiren durumlarda ise sanki üzerimize vazifeymiş
gibi görmeyi’ yeğliyoruz. Yani sorumluluğu üzerimize
almak istemiyoruz ya da bazı olayların üstüne balıklama
gidiyoruz. Çünkü, duygularımıza, terkibi yapımıza uygun
düşüyor.
Bacon ‘Bilgi kuvvettir’
der. Kuvvet ise bize özümüzden gelmektedir. Artık
bu söze kulak verip eksikleri gidermenin tam zamanıdır.
Yoksa bizleri daha birçok vahim sayılabilecek meselenin
beklemesi işten bile değildir.
Sevgi ile kalın. Allah’a emanet olun.
Bu yazı Akşam gazetesinde 10.10.2007 tarihinde
yayınlanmıştır. |