“Allah
indinde
din
İslâm’dır”
diyor
ayeti
kerime.
Yani
dinin
bilgisizce
uygulamalara,
keyfi
davranışlara
göre
değil,
ismi
Allah
olanın
dileği,
onun
adına
konuşma
yetkisine
sahip
olan tek
insan
Hz
Muhammed’in
(s.a.v.)
uyarıları
istikametinde
yaşanıp
uygulanması
anlamına
gelir bu
hüküm.
Bu
durumda
insanlar,
fıtrat
itibariyle
ikiye
ayrılır.
Kimisi
delalet/gaflet
içinde
hayatını
sürdürür.
Kimi de
hidayet
ehli
olarak.
Dünya
nimetlerine,
zenginliğine
kafayı
takanların
dine
yaklaşımı,
tabir
yerindeyse
“ucundan
tutarak”
olur.
Karalama
mantığı
ile
yaşarlar.
Onların
zaten ne
olduğu
bellidir.
Allah’ın
inamda
bulunmadığı
kullarının
hali
böyledir.
Kimileri
de işi
ciddiye
alırlar.
Emaneti
sahibine
iade
etmeye,
benliklerini
imar
etmeye
çalışırlar.
Yapay
işlerle
uğraşmaz,
kendilerine
dönük
çalışmalar
içinde
olurlar.
Tabi her
türlü
çalışmanın
bir
bedeli
vardır.
Herkes,
kendi
yaptıklarının
(veri
tabanında
mevcutların
olanların)
sonuçlarına
katlanır.
İstisnaları
dışında,
insanların
hangi
sınıfı
temsil
ettikleri,
konuşmalarından
aşağı
yukarı
belli
olur.
İşe
buradan
başlamak
gerekir.
Yorgun,
kaykık
bakışlarla
dolaşanların
hali
hemen
fark
edilir.
Enerji
ve bilgi
dolu
insanları
pek
ortalıkta
göremezsiniz.
Ancak
onlar,
yaklaşımlarıyla/konuşmalarıyla
daha çok
etkilerler
insanları.
Baştan,
birçok
insanın
ilgisini
çekmiyor
gibi
görünürlerse
de mevzu
derinleştikçe
ister
istemez
fark
edilirler.
Şayet
dini
deruni
şekilde
inceleme
arzusu
içinde
değilseniz,
meselelere
tek
taraflı
bakıyorsanız
ya da
duygusal
şekilde
yaklaşıyorsanız,
hidayet
ehlini
anlamanız
imkânsızdır.
Ne
hikmetse,
bu
duruma
alışkın
değildir
toplum.
Çünkü
kimse
kafasını
kaldırıp
etrafı
şöyle
bir
kolaçan
etmek,
taze bir
nefes
almak
istemez
gibi
yaşamaktadır.
İyi
niyetin
yeterli
olacağını
düşünenlerin,
Allah’ın
affedici
özelliğini
hatırlayanların
düşecekleri
konumu
kelimelerle
anlatabilmek
mümkün
olamaz.
Bu öyle
düşünce
aşamasında
falan
değil,
yaşanacakların
bizatihi
kendisidir.
Haliyle,
gaflet
durumları
peşi
sıra
birbirini
takip
eder.
Atılan
küçük
adımlar
büyür,
hidayet
gerçeğini
yakalamak
artık
olanaksızdır.
Nerde,
hangi
idrak
düzeyinde
olduğunu
bilmeyen
bir sürü
insan
var
aramızda.
Neye
üzüleceğini
ya da
sevineceğini
bilmeyenler.
Âşık
olduğunu
düşünen,
sonra bu
sevgiden
nefret
ettiğini
açıklayan,
“çok
yaşlıyım,
çok
zenginim,
çok
şişmanım,
çok
zayıfım,
çok
kısayım,
çok
uzunum,
çok
güçsüzüm,
çok
narinim,
çok
karayım,
çok
beyazım…”
diyen,
hastalığını
doyasıya
yaşayan,
taraf
olan,
şükretmeyen,
nankörlük
eden,
kula
teşekkürü
bile zül
gören,
beşeri
mutluluklar
peşinde
olan,
istendiği
halde
yardımı
esirgeyen,
hırslanan,
birden
bire
kibirlenen,
“çocuk,
anne,
baba”
kavramlarının
kıskacında
kalan,
iş
dünyasının
sarmalına
takılan,
sahiplenen
(sadece
bana ait
diyen),
üzülen,
alınan,
darılan,
kıskançlık
düzeyinde
seven,
eleştirilmekten
hazzetmeyen,
ama
kendisi
de
bundan
geri
kalmayan,
en basit
bir
konuda
şek ve
şüphe
duyan,
zengin
olmayı
hayal
eden,
gururlanan,
böbürlenen
insan.
Kendini
unutup
beşeri
bir
yaşamda
zirve
yapmayı
yeğleyenler,
sonunda
“pardon”
demeyi
deneyecekler,
ama iş
işten
geçecektir.
Evet,
böyle
bir
zihni
kalıbı
geliştirenler,
gafletin
tarifini
yapmaktadırlar.
Neyi
başarırsa
başarsınlar,
neyi
elde
ederse
etsinler,
kendilerine
uygun
gelmeyen
“en
basit
bir olay
karşısında
yanıyorlarsa”
asla
hidayeti
bulamayacak,
ileriyi
asla
göremeyecek
ve
doyumsuzluk
içinde
hayatlarını
sürdüreceklerdir.
Ahiret
yaşamında
dahi bu
yanmanın
devam
edeceğini
söylemek
için
veli
olmak
gerekmiyor.
Saydıklarım
kimilerine
boş
gelebilir,
aldırmayabilirler.
Ama bu
beceriksizliğe
adım
atmak
istemeyen
insanlar
da var
aramızda.
İşte bu
zümreye
hidayet
ehli
deniyor.
Onlar;
farkı
yakalayabilen,
İn'amda
olan
veya
bulunanların
yolunda
giden,
ayetlerin
ve
hadislerin
içeriğini
anlayan,
değişik
perspektiften
bakmayı
bilen,
bilimselliğe
önem
veren,
hizmeti
bilinçli
yapan,
beyni
iyi
tanıyan,
nebilik
kemalâtının
neye
işaret
ettiğini
bilen.
Rasul’ün
neden
iman
sahibi
olduğunu
düşünen
insanlar.
Meydana
gelen
her
gelişmeyi
yakından
takip
etmeleri
de bunu
göstergesidir.
Bütün
bunlar
hidayete
neden
olabilen
etkenler
şeklinde
temayüz
ediyor.
İki elin
parmaklarının
sayısı
kadar az
kişi
bunu
başarıyor.
Kur’an,
bunları
“seçilmiş
olanlar”
diye
tanımlıyor.
İn’am
ehlini
takip
etmek
kolay
olmuyor.
Çünkü
akla ve
mantığa
uyan
işler
peşinde
değiller.
İmana
dayalı
haller
zuhur
ediyor
kendilerinden.
İşin
ilginç
yanı,
“Hidayet”
kavramı
ile
ilgili
tanımın
biraz
yanlış
yapılması.
Öyle her
olumlu
hareket
buna
işaret
değil.
Örneğin,
insanın
yan
komşusuyla
sağlıklı
ilişkiler
içinde
olmasını
emreder
dinsel
veriler.”İnsan
komşusuyla
yurt
dışında
bir
kahvede
tanışır
mı?
Müslümanlığa
sığar mı
bu?”
şeklindeki
düşünceye,
“Evet,
tanışmaları
iyi olur
ve
gereklidir”
diye
cevap
vermek
mümkün.
Bu husus
delalet
vesilesi
değildir,
ama
hidayet
vesilesi
de
sayılmaz.
Bunun
yanı
sıra
“Komşusu
açken
yatan
bizden
değildir”
hadisini
ele
alalım.
Bir
yerde,
suskunlukta
kalan
için
delalet
sayılır,
ama
talep
olmadan
yardım
etmeyen
Allah
ehli
kimseler
için
hidayet
vesilesi
sayılmaz.
Çünkü
hidayette
varlık
müşahedesi
olur. Bu
görüşe
göre aç
olan
komşu,
Hakk’ın
varlığıdır.
Hakk’ın
varlığına
acımak,
durumuna
üzülmek
hidayet
ehline
yakışmaz.
Size; bu
hareket
hiç de
mütevazı
gelmeyebilir,
ama
durum
budur.
Sevgili
dostlar!
Dışarı
çıkmaya
pek
gerek
yok.
Aile
içinde
tartışalım
konuyu.
Oğluna
oğlu,
eşine
eşi,
malına
malı
gibi
bakan,
sahip
çıkan,
ama
bunun
yanı
sıra
bütün
dini
vecibelerini
yerine
getiren
biri
sizce
hidayet
mi,
yoksa
delalet
içinde
midir,
ne
dersiniz?
Bu
sorunun
cevabını
vermeden
iyice
bir
düşünmenizi
öneririm.
Şayet
bana
soracak
olursanız,
bu hal
dışsal
hedefler
peşine
düşebilenler
için
hidayettir,
ancak
bütünlük
içinde
yaşayanlar
için
hidayet
değil,
delaletten
başka
bir şey
değildir
derim.
|