İnsanın özüne yapacağı yolculuğun bir hayli zor
olabileceğini düşündüğüm olmuştu; ama bir ömür boyunca,
kendi geçmişi ile hesaplaşmanın, geçmişin üzerinde tek
tek durmanın o kadar çetin geçebileceğini aklımın
ucundan bile geçirmemiştim.
Çünkü hayatın akışı, abartmaları kişinin başını
döndürüyor. Öyleleri var ki zirveye ulaştıklarında, bir
daha o noktadan hiç ayrılmak istemiyorlar. Kişilikli
zirve, kimlik anlayışının bozulmasına, insanın kendisini
bağlı olduğu değerlerin üstünde görmesine ve toplum
ruhundan kopmasına neden olabiliyor.
Bu ortamda kişi, kendini “yabancı” ve herkesten
”üstün” görmeye başlıyor; övgülerin sadece
kendisine yapılmasını istiyor. Övülmek ve övünmek onlar
için yaşamsal gereksinme haline geliyor. Dünyayı
yeniden yaratmak için yola çıktıklarını düşünüyorlar
herhalde.
Sonuçta, var olan, asla kaybolmayan nesnel (izafi)
benlik iyice ortaya çıkıyor, arkadaşlık ve dostluklar
bitiyor.
Ve farkında olmadan insan, giderek kendinden, öz
benliğinden uzaklaşıyor, rengârenk bir dünyanın
kapısını aralıyor. Kendi dünyasını yaratırken bize de
dünyasını göstermeyi ihmal etmiyor. Hiç eksilmeyen
yaşama sevinci, adeta kişiliğine yapışıp kalıyor.
Bunları çok gördük, yaşadık diyebilirim!...
İnsan, bunu dışarıda, başkalarında açık ve net bir
şekilde hissedebiliyor. Bilinçsiz bir gözün fark
edemeyeceği nice incelikler ise heba olup gidiyor.
Ancak, iş kendisine gelince söz konusu durum hiç fark
edilemiyor. Nasıl olsun ki, gün içinde “kişisel
benlikle yoğrulan-gelişen olayların yoğunluğu” ile
bu çok önemli ayrıntılar gözden kaçıyor...
Sistemin getirdiği bir koşul var. Şöyle ki; birey
devamlı menfi olamaz, eksi üretemez. Eksiler bile zaman
içinde mutlak artıyı da getirecektir. Bu önermeden yola
çıkarsak, kendi başına, bireyci ve birimsel olarak
yaşayamayacağı için bir yerde geçmişiyle mutlaka
hesaplaşma durumuna gelecektir.
Şayet vicdanını emanete vermemiş ise doğruyu, gerçeği
yakalayabilir. Bir şekilde bu hesaplaşmadan, kendini
haksız çıkartacak sebepleri bulur. Ancaaaak objektif
karar verme yetisine sahip olmadığı için, duygularına
bir kılıf uydurmayı, olaylara göre, benliğine değişik
kimlikler giydirmeyi çok güzel becerir.
Bu nedenle yapılan bir yığın hata, insanı aslına-gerçek
ben'e götürecek yola engel olur.
Şahsen, ”öz benliğe” uzanma sevdasında olanların
böyle bir konumdan kendilerini kolaylıkla
sıyırabileceklerini düşünemiyorum.
Kısaca Backmann’ın dediği gibi hep ”ben”
diyebilmenin zorluklarını yaşamın her karesinde
buluyoruz.
Hiç kuşkusuz, BEN! Basit bir kelime gibi
görünüyor. Ama, sadece üç harften oluşan bu minik
sözcüğün altında büyük anlamlar, farklılıklar, nice
dünyalar yatıyor. Kast ettiğim, Öz benliktir.
Nesnel benlikle, izafi benlikle arasındaki fark- kıyas
kabul etmez. Öz benlik bir şuurdur, üretir. Yapay olanı
kendini bir beden et-kemik yığını gibi kabul
eder.
Rasulûllah
Efendimizin (s.a.s) bu konuya atfen çok anlamlı
bir sözü var:
“Hz. Âdem suyla çamur halinde karılı iken “ben”
nebi idim.”
Dikkât edin bu sözde; Âdem suyla çamur halinde
karılı iken diyor! Hz. Âdem’le “ben” aynı boyutu
paylaşıyoruz demiyor. Burada akla gelebilecek bir önemli
soru şu: Hz Muhammed, Âdem suyla çamur karılı
haldeyken Nebi idi. Peki, Hz. Âdem o anda
neredeydi?
Hiç kuşkusuz, Efendimiz (s.a.s) ilim/mutlak
ben boyutuna işaret ediyordu!
İşte insanın bu “ben” dediği şeyle irtibat
kurabilmesi bir şekilde içsel yolculuğu ile
ilgili. Kişinin amacı, onca olayın, duygu kümelerinin
arkasında bulunan ve bizim ”ben” diye tabir
ettiğimiz et/kemik yığını ile asla bir
ilişkisi olmayan bu gerçek ”ben”e
ulaşabilmek, onun tanıdığı özgürlük anlayışına dayalı
şekilde evrenin sonsuzluğuna kavuşabilmek, zerrede
küllü, külde zerreyi müşahede edebilmek, sistemi
benimsemek-okumak olmalıdır.
Ne var ki sanıldığı gibi kolay görünmüyor.
Bu çok önemli noktayı bir kalemde silip atarak
izafi/yapay bir benliği, gerçek ”ben” ile
karıştırmak/yaşamak hiç de mantıklı olmuyor.
Zira, bu hissedişte hile ve kandırmaca dolu bir oyunun
sergilenmesi, uğruna özveride bulunuluyor gibi
davranılması da doğru değil. O nedenle gerçek ”ben”
edası ile davrananın belirli sürelerde ”ben ondan
böyle bir hareketi asla beklemiyordum”, “bana
bunu yapmamalıydı” gibilerinden isyankâr havalara
girmesi, üzgün/mahzun tavırlar takınması
sırıtır. Böylesi düşünceler, yarattığı puta, kendisini
kurban etmesi durumuna getirir.
Bu ve benzeri davranışları ortaya koyanların şimdi
”Ah-ahh” diye iç geçirdiğini hisseder gibiyim.
Öz bilince-benliğe emin
adımlarla koşan, kendine güvenmiş akıl ve bilim
sahibi birinin;” onun maksadını önceden anlasaydım şimdi
bu hallere düşmezdim!”
demesi ne kadar acı değil
mi? |