Her yerde 'ümit' var!

     Haklısınız dostlarım, insanı karamsarlaştıracak, ümitsizliğe sevk edecek birçok neden var.

     Ama bu her zaman böyle devam edecek anlamına gelmez.

     Bir gün bakarsınız, ansızın bıçak gibi kesilir.

     Siz de şaşar kalırsınız.

     Belki anımsarsınız, barajlardaki su seviyesi ne haldeydi. Camlara vuran bir yağmurun sesini duymaya hasret kalmıştık.

     Bu durum bizi iyiden iyiye ümitsizliğe sevk etmemiş miydi?

     Karalar bağlamıştık. Susuz yaşamayı düşünemiyorduk.

     Su demek, hayat-canlılık demekti.

     İşlerin ne hale geleceği ortadaydı. Arapsaçına dönerdi her şey. Kurak geçen günler, felaketlerin habercisiydi.

     Bu hava epey sürdü. Büyük şehir yetkilileri su temini için kara-kara düşünmeye başladılar.

     Sonra ne olduysa oldu. Birden havaların değiştiğini fark ettik. Bardaktan boşanırcasına hatta kovalarla yağış başladı. Sadece yurdumuzu değil “bütün dünyayı, etki alanına” aldı. Her yer sel felaketine maruz kaldı. Çok can kaybı yaşandı. Öyle ki, bu durum yaz mevsiminde dahi devam etti. Barajlar doldu taştı. Bulgaristan baraj kapaklarını açınca bu kez Edirne’yi su bastı.

     Şaşkındık!

     Artık, kısa süreli bir sağanak, her yerin sular içinde kalmasına sebep oluyor.

     “Bu sel baskınları felaket değil mi?” diye soranlara, şunu söyleyebilirim:

     Evet, küresel ısınma maalesef bu dengesizliği oluşturdu.

     Ama ya kuraklık olsaydı? Hayat durur, insanlık âlemi bu kez hastalıklarla boğuşmak zorunda kalır, büyük ölümler yaşanırdı.

     Şimdi umulur ki nankörlük ağır basmaz, insan o günleri hatırlar, getirilerini hayal eder ve “şükrünü” ifade eder.

     Sadece şükretmeyi değil, yetinmeyi de bilir.

     İnsani ilişkilerimizle ilgili ümitsizlik örnekleri de var;

     Hissedilir bir kriz ortamında yaşıyoruz. Keyiflerin yerinde olduğu söylenemez. Daha tam olarak atlatılamadı. Hangi formülün dünyayı kurtaracağı pek bilinemiyor. Çoğu insan işini kaybetti. Günlük kazancını yitirmek, aşını da en az seviyeye indirmek demektir.

     Diğer yandan Filistin’ de yaşanan malum dram, tüm İslâm âlemini üzüntüye boğdu. Bunu görmezden gelip yan gelip keyif çatan toplumlar, bir gün benzer akıbetlerle karşılaşırsa hiç şaşırmasın.

     Irak’ta tam 1 milyon insan, anlamsız şekilde toprağa girdi.

     Yaşananlar az buz şeyler değil.

     Bütün bunlar “gam ve keder” demektir.

     Ne var ki ilahi nizam-sistem bunu yapıyor, yapacaktır da.

     Ama biz yine de ümitli olmaya devam edelim.

     Çünkü Din bunu bize empoze ediyor.

     Ümitsizliğe kapılmamızı engelliyor.

     Ayrıca karamsarlık arttıkça işler düzelmiyor ki. Aksine stres ortamı yaratıyor. Bu bağlamda şiddet yoğunlaşıyor, durup dururken, en dibe vurmuş insanlar/toplumlar birbirine çatmak için yer arıyorlar. Bu manidar hava yükseldikçe, ruhumuz birbirimize karşı nefretle bilenerek keskinleşiyor ve bu keskinlik her gün biraz daha artıyor.

     Kırılma noktasına biraz daha yaklaşıyoruz.

     Anlayacağınız, toplum, kendi şiddeti ve nefretiyle dopdolu.

     Halkın ekseriyetinin psikolojik yönden hasta durumda olduğunu, bilmem söylememe gerek var mı?

     Depresyon içindeyiz.

     Aslında bu olumsuzluğun tamamen dışsallıkla ilgili olduğunu söylemek yanlış olur. Depresyonu oluşturan şey, serotonin hormonu ile alâkalı. Bu hormonu “bağırsak beynin ürettiği”, bilim adamlarınca saptanmış. İnsanda mutluluğu, istek ve arzuları oluşturuyor. Serotonin hormonu az üretildiğinde zaten hassas olan bünye iyiden iyiye kırılganlığa dönüşüyor ve depresyona giriyor. Buna malum etkiler de eklenince, bu kez “insanın psikolojisi tamamen” bozuluyor ve bir çöküntü devri başlıyor.

     Bakın cinnet olayları had safhaya vardı. Psikolojik bir vaka [kıskançlık-geçim sıkıntısı -yalnız kalma sendromu- şiddete dayalı boşanmalar vs.] bütün aileyi tamamen yok edebiliyor. Her Allah’ın günü, medyada psikiyatrların boy gösterdiğine ve uyarıcı konuşmalarla halkı bilinçlendirmeye çalıştığına tanık oluyoruz.

     Şimdi şu noktaya varmak mümkün:

     İnsan ruhunun, mevcut ağırlığı taşımasının bir sınırı var.

     Hep böyle gitmeyecek; bir gün “değişmenin” işaretleri gözlemlenecektir.

     Nitekim Kur’an-ı Kerim bu sınırı, insan yapısını da dikkate alıp vurgularken, “biz insana vüsatinin dışında bir yük yüklemedik” şeklinde aktarır.

     Söz konusu yaklaşım, çılgınlığa adım atmak üzere bulunan insanı, saplandığı ortamdan biraz olsun kurtarıyor, kendine getiriyor.

     İnanç sahipleri, “hayatın kendilerini” ele geçirdiğini sandıkları zor anlarda, birdenbire ‘kutsanmış’ bir varlık haline dönüyor.

     Ortam sakinleşiyor.

     Sağduyulu bir bilinçle-sabırla meselelere yaklaşımda bulunmakta zorlanmıyor.

     Bu değişim, “Rahmet dalgalarının” eseri.

     Çünkü evrende var olan her dalga boyunun bir anlam ihtiva ettiği bilinen bir husustur.

     O halde?

     Bir başka ayet de dillendirilenleri teyit eder mahiyette.

     “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin”  diyor. Bunun anlamı güzel günler yakın demektir.

     Bilinmeli ki “ümitsizlik” yılmak, güçsüzleşmek demektir.

     Ümidini kaybeden, iflah etmez halde olur. En küçük bir meselede metanetini kaybeder.

     Ümitsizliğin bütün korkunçluğuna rağmen, hayatın kuvvetli direnci, kendini ona karşı korur.

     Ve insan zihninde aniden beliriveren “ümit” olgusu ile ortaya çıkar.

     Bu, çok önemli bir adımdır.

     İnsan ümitsizlikten, ümitli hale gelmiş, değişmiştir.

     Hassas yapılı, feraset sahibi ve basiretli kişiler bunu hisseder.

     Hani insanları ‘nur’a’ gark eden evrensel kitap, sorunların çözümünün önce “ümit etmekle gerçekleşeceğini” bildirmemiş miydi?

     Buna inanların sayısı, sanılandan çok daha fazladır.

     Bu gelişmeler bireyi ümitlendirmeli.

     Zaten anlatmaya, söylemeye çalıştığımız da bu.

     Mutlak varlığın kudreti, yani özümüzde mevcut olan bu güç, ümitsizliğin sesini bastıracaktır.

     Bundan hiç şüpheniz olmasın.

 
 
 

 

 
 
İstanbul - 09.07.2010
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com