Haklısınız
dostlarım,
insanı
karamsarlaştıracak,
ümitsizliğe
sevk
edecek
birçok
neden
var.
Ama bu
her
zaman
böyle
devam
edecek
anlamına
gelmez.
Bir gün
bakarsınız,
ansızın
bıçak
gibi
kesilir.
Siz de
şaşar
kalırsınız.
Belki
anımsarsınız,
barajlardaki
su
seviyesi
ne
haldeydi.
Camlara
vuran
bir
yağmurun
sesini
duymaya
hasret
kalmıştık.
Bu durum
bizi
iyiden
iyiye
ümitsizliğe
sevk
etmemiş
miydi?
Karalar
bağlamıştık.
Susuz
yaşamayı
düşünemiyorduk.
Su
demek,
hayat-canlılık
demekti.
İşlerin
ne hale
geleceği
ortadaydı.
Arapsaçına
dönerdi
her şey.
Kurak
geçen
günler,
felaketlerin
habercisiydi.
Bu hava
epey
sürdü.
Büyük
şehir
yetkilileri
su
temini
için
kara-kara
düşünmeye
başladılar.
Sonra ne
olduysa
oldu.
Birden
havaların
değiştiğini
fark
ettik.
Bardaktan
boşanırcasına
hatta
kovalarla
yağış
başladı.
Sadece
yurdumuzu
değil
“bütün
dünyayı,
etki
alanına”
aldı.
Her yer
sel
felaketine
maruz
kaldı.
Çok can
kaybı
yaşandı.
Öyle ki,
bu durum
yaz
mevsiminde
dahi
devam
etti.
Barajlar
doldu
taştı.
Bulgaristan
baraj
kapaklarını
açınca
bu kez
Edirne’yi
su
bastı.
Şaşkındık!
Artık,
kısa
süreli
bir
sağanak,
her
yerin
sular
içinde
kalmasına
sebep
oluyor.
“Bu sel
baskınları
felaket
değil
mi?”
diye
soranlara,
şunu
söyleyebilirim:
Evet,
küresel
ısınma
maalesef
bu
dengesizliği
oluşturdu.
Ama ya
kuraklık
olsaydı?
Hayat
durur,
insanlık
âlemi bu
kez
hastalıklarla
boğuşmak
zorunda
kalır,
büyük
ölümler
yaşanırdı.
Şimdi
umulur
ki
nankörlük
ağır
basmaz,
insan o
günleri
hatırlar,
getirilerini
hayal
eder ve
“şükrünü”
ifade
eder.
Sadece
şükretmeyi
değil,
yetinmeyi
de
bilir.
İnsani
ilişkilerimizle
ilgili
ümitsizlik
örnekleri
de var;
Hissedilir
bir kriz
ortamında
yaşıyoruz.
Keyiflerin
yerinde
olduğu
söylenemez.
Daha tam
olarak
atlatılamadı.
Hangi
formülün
dünyayı
kurtaracağı
pek
bilinemiyor.
Çoğu
insan
işini
kaybetti.
Günlük
kazancını
yitirmek,
aşını da
en az
seviyeye
indirmek
demektir.
Diğer
yandan
Filistin’
de
yaşanan
malum
dram,
tüm
İslâm
âlemini
üzüntüye
boğdu.
Bunu
görmezden
gelip
yan
gelip
keyif
çatan
toplumlar,
bir gün
benzer
akıbetlerle
karşılaşırsa
hiç
şaşırmasın.
Irak’ta
tam 1
milyon
insan,
anlamsız
şekilde
toprağa
girdi.
Yaşananlar
az buz
şeyler
değil.
Bütün
bunlar
“gam
ve
keder”
demektir.
Ne var
ki ilahi
nizam-sistem
bunu
yapıyor,
yapacaktır
da.
Ama biz
yine de
ümitli
olmaya
devam
edelim.
Çünkü
Din
bunu
bize
empoze
ediyor.
Ümitsizliğe
kapılmamızı
engelliyor.
Ayrıca
karamsarlık
arttıkça
işler
düzelmiyor
ki.
Aksine
stres
ortamı
yaratıyor.
Bu
bağlamda
şiddet
yoğunlaşıyor,
durup
dururken,
en dibe
vurmuş
insanlar/toplumlar
birbirine
çatmak
için yer
arıyorlar.
Bu
manidar
hava
yükseldikçe,
ruhumuz
birbirimize
karşı
nefretle
bilenerek
keskinleşiyor
ve bu
keskinlik
her gün
biraz
daha
artıyor.
Kırılma
noktasına
biraz
daha
yaklaşıyoruz.
Anlayacağınız,
toplum,
kendi
şiddeti
ve
nefretiyle
dopdolu.
Halkın
ekseriyetinin
psikolojik
yönden
hasta
durumda
olduğunu,
bilmem
söylememe
gerek
var mı?
Depresyon
içindeyiz.
Aslında
bu
olumsuzluğun
tamamen
dışsallıkla
ilgili
olduğunu
söylemek
yanlış
olur.
Depresyonu
oluşturan
şey,
serotonin
hormonu
ile
alâkalı.
Bu
hormonu
“bağırsak
beynin
ürettiği”,
bilim
adamlarınca
saptanmış.
İnsanda
mutluluğu,
istek ve
arzuları
oluşturuyor. Serotonin
hormonu
az
üretildiğinde
zaten
hassas
olan
bünye
iyiden
iyiye
kırılganlığa
dönüşüyor
ve
depresyona
giriyor.
Buna
malum
etkiler
de
eklenince,
bu kez
“insanın
psikolojisi
tamamen”
bozuluyor
ve
bir
çöküntü
devri başlıyor.
Bakın
cinnet
olayları
had
safhaya
vardı.
Psikolojik
bir vaka
[kıskançlık-geçim
sıkıntısı
-yalnız
kalma
sendromu-
şiddete
dayalı
boşanmalar
vs.]
bütün
aileyi
tamamen
yok
edebiliyor.
Her
Allah’ın
günü,
medyada
psikiyatrların
boy
gösterdiğine
ve
uyarıcı
konuşmalarla
halkı
bilinçlendirmeye
çalıştığına
tanık
oluyoruz.
Şimdi şu
noktaya
varmak
mümkün:
İnsan
ruhunun,
mevcut
ağırlığı
taşımasının
bir
sınırı
var.
Hep
böyle
gitmeyecek;
bir gün
“değişmenin”
işaretleri
gözlemlenecektir.
Nitekim
Kur’an-ı
Kerim
bu
sınırı,
insan
yapısını
da
dikkate
alıp
vurgularken,
“biz
insana
vüsatinin
dışında
bir yük
yüklemedik”
şeklinde
aktarır.
Söz
konusu
yaklaşım,
çılgınlığa
adım
atmak
üzere
bulunan
insanı,
saplandığı
ortamdan
biraz
olsun
kurtarıyor,
kendine
getiriyor.
İnanç
sahipleri,
“hayatın
kendilerini”
ele
geçirdiğini
sandıkları
zor
anlarda,
birdenbire
‘kutsanmış’
bir
varlık
haline
dönüyor.
Ortam
sakinleşiyor.
Sağduyulu
bir
bilinçle-sabırla
meselelere
yaklaşımda
bulunmakta
zorlanmıyor.
Bu
değişim,
“Rahmet
dalgalarının”
eseri.
Çünkü
evrende
var olan
her
dalga
boyunun
bir
anlam
ihtiva
ettiği
bilinen
bir
husustur.
O halde?
Bir
başka
ayet de
dillendirilenleri
teyit
eder
mahiyette.
“Allah’ın
rahmetinden
ümit
kesmeyin”
diyor.
Bunun
anlamı
güzel
günler
yakın
demektir.
Bilinmeli
ki
“ümitsizlik”
yılmak,
güçsüzleşmek
demektir.
Ümidini
kaybeden,
iflah
etmez
halde
olur. En
küçük
bir
meselede
metanetini
kaybeder.
Ümitsizliğin
bütün
korkunçluğuna
rağmen,
hayatın
kuvvetli
direnci,
kendini
ona
karşı
korur.
Ve insan
zihninde
aniden
beliriveren
“ümit”
olgusu
ile
ortaya
çıkar.
Bu, çok
önemli
bir
adımdır.
İnsan
ümitsizlikten,
ümitli
hale
gelmiş,
değişmiştir.
Hassas
yapılı,
feraset
sahibi
ve
basiretli
kişiler
bunu
hisseder.
Hani
insanları
‘nur’a’
gark
eden
evrensel
kitap,
sorunların
çözümünün
önce
“ümit
etmekle
gerçekleşeceğini”
bildirmemiş
miydi?
Buna
inanların
sayısı,
sanılandan
çok daha
fazladır.
Bu
gelişmeler
bireyi
ümitlendirmeli.
Zaten
anlatmaya,
söylemeye
çalıştığımız
da bu.
Mutlak
varlığın
kudreti,
yani
özümüzde
mevcut
olan bu
güç,
ümitsizliğin
sesini
bastıracaktır.
Bundan
hiç
şüpheniz
olmasın. |