İçselliğe doğru adım adım...

     Kur’an’ı anlamak dışsallıkta değil, ancak içselliğe geçişle mümkündür.

     Ve birçok mesele bu şekilde deşifre olur.

     Çok enteresandır, içselliği tatmadan, dışa bağımlı şekilde yaşayan toplumlar, bilmedikleri koşullar hakkında kendilerine anlatılanlara inanabiliyor, onları doğru bulabiliyor.

     Ne ki uzun ve çileli bir çalışma sonucu ortaya konan mevcut değişiklikleri ağır ve netameli buluyorlar, ellerindeki ile iktifa ediyorlar.

     Konuya vakıf olmamalarından kaynaklanıyor söz konusu hal.

     Bu dediğimi bir ayet-i kerime ile örneklemek istiyorum:

     Sen dağları görürsün de, yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan, Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.” ( Neml/88 Elmalı Hamdi Yazır tefsirinden)

     Ne var ki Allah ehli tarafından, söz konusu ayet için, bakın nasıl bir yaklaşım mevzubahis:

Dağları (bedenindeki organları) görür de onları sâbit-değişmez sanırsın; onlar bulutların (fikirlerin) geçip gittiği gibi, geçip gider (çeşitli anlayışlara dönüştüğü) hâlde... (Bu nefh-i sur ve o sürece mahsus oluşlar) Allah'ın sanatıdır ki, her şeyi yaşanası değişmez gerçeklik yapmıştır... Muhakkak ki O, yaptıklarınızı (onların yaratanı) Habîr'dir.

     (Neml 88 ayet) (Ahmed Hulûsi- Yansımalarla Kur’an-ı Kerim çözümü)

     Buna göre, çoğu insan içselliği tanıyınca, farkı yakalıyor ve kendine çok yakın gibi gözüken bilgilerin aslında gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu görüyor ve birden afallıyor.

     Böylesine yaklaşımların adeta can çekişmekte olduğu kanaatine varıyor.

     Ayrıca, eskiye takılıp kalmanın üzüntüsünü yaşıyor.

     Burada yapılan uyarıda önem arz eden husus, dağların görünen şekliyle değil, bedendeki organlar olarak tavsif edilmesi.

     Çok ilginç değil mi?

     Gerçi Elmalı Hamdi Yazır’ın veya diğer Kur’an tefsirlerinin değindiği “dağ” kavramı, canlı bir organizmaya ve örtülü bir şuur’a sahip bulunduğunu açıklasa da, bu değerlendirmenin insanla ilişkisinin pek olmadığı görülüyor.

     Düşünebilen beyinlerin bu hususu kavraması gerekir.

     Nitekim benzer bir örneğe daha tanık oluyoruz.

     Ahzap suresinin 72. ayeti Elmalı Hamdi Yazır’a göre; “Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.” şeklinde tefsir edilirken, aynı ayet, Kur’an’dan Yansımalara göre;

     Muhakkak ki biz o Emaneti (Esmâ şuuruyla yaşamayı), semâlara (benlik bilincine), arza (bedene) ve dağlara (organlara) önerdik de, onu yüklenmekten kaçındılar (Esmâ bileşimleri onu açığa çıkarmaya elvermedi) ve ondan korktular! Onu, İnsan (hilâfeti oluşturan Esmâ mânâlarını açığa çıkarma şuuru) yüklendi! Muhakkak ki o zâlim (hakikatini hakkıyla yaşamakta yetersiz) ve cahildir (sınırsız Esmâ'yı bilmede yetersizdir)! şekliyle yorumlanıyor.

     Aradaki fark net biçimde ortada!

     İşaret edildiği üzere dağlardan kasıt “bedenin bünyesindeki organlar.” Bu azalar ile beyin arasında her zaman bir ilişki var. Buna göre “dağ” kavramının mecazi bir yaklaşım olarak kullanıldığı görülüyor.

     Hele bilimsel vurgular; bağırsaklarda mevcut sistemin,[ikinci beynin] malûm olanı etkileyen önemli bir faktör olduğu dikkate alındığında daha gerçekçi bir yaklaşım sağladığı görülüyor.

     İşte onlar yani bedenin organları, emaneti yüklenmekten kaçınıyorlar. Emaneti halife olarak belirlenen “insan-beyin” yükleniyor.

     Bilinen manadaki “dağlar” ise saf dışı kalıyor.

     Bu bilgilere istinaden, içselliğe ulaşmadan yapılan tefsirlerin epeyce sığ kaldıklarını söyleyebiliriz.

     Bendeniz, Elmalı ve benzeri tefsirleri hatalı, eksik ve abartılı bulmuyorum. Yorumlarının sadece zahire yansıdığını düşünüyorum.

     Esasen, mevcut bilgiler dediklerimi teyit eder mahiyette.

     Dolayısıyla arınmadan belirli bir idrake ulaşabilmek söz konusu olmayacak gibi görünüyor!

     Çünkü arınma çok önemli bir meziyet.

     Bu kolay bir iş değil.

     Kur’an, bu hususu özellikle vurguluyor. Bu nitelik geçerlilik kazandığında, anlamlar büyük bir nehir gibi yatak değiştiriyor.

     Önce “tanrının olmadığı” vurgusu ile işe başlangıç yapılıyor.

     İçsellik boyutuna geçişte bedenin kimyası değişiyor.

     Korku ile oluşan ‘direnç’ kırılıyor.

     Ayrıca kararlı korkaklıklara, “iki arada bir derede kalmışlara” kimse bir ödün vermiyor, aldırmıyor.

     Kim neyin, ne olduğunun bilinci içinde, “neyin değişmekte olduğunun” farkına da varıyor.

     Ve gerginliğe girilmeden, çatışmadan içselliğe geçiliyor.

     İçsellikle insan “sıfır noktasına” süratle yaklaşıyor.

     Dışarıdakiler ise “zahire uyum sorununa” takılıp kalıyorlar.

     Gelecekten umudunu kesmiş bu insanların ne yapacakları merak konusu.

     Herhalde, bir zaman bu tavırlarını sürdürdükten sonra değişime ayak uydururlar, gerçeği bulurlar.

     Böyle olmasını ümit ediyorum.

     Bütün dünyanın değiştiği bir çağda, bu noktaya uzanmaları beklenir.

     Ancak asıl tehlike, inat edip ayak diretenlerde.

     Bu biraz “korkudan, biraz da eski bilgilerinin betonlaşma” etkisi yapmasından kaynaklanıyor ve kararlı adımlar atılamıyor.

     Kur’an, bütün bunların ipucunu veriyor zaten.

     Yeter ki çeşitli kılıklardaki “yenilik düşmanı” olanlara karşı dikkatli olalım.

     Bu güzel gelişmelerin değerini bilelim derim.

 
 
 

 

 
 
Bodrum - 11.10.2010
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com