İkra

   

     Allah Rasulü’ne Kur’an inzal oldu. Ve ilk olarak İkra dendi.

     “Hz. Muhammed’e (s.a.v),  ‘İkra’ dendiğinde, eline bir yazılı kâğıt verildi mi?

     Hayır!

     Gökten bir kemik, kâğıt, bir yazı, bir şey verildi mi?

     Hayır!

     Eline böyle bir şey düştü mü?

     Hayır!

     Sadece Oku dendi.

     Ama elinde yazılı bir metin yoktu!

     Böyle bir şey söz konusu değil. O zaman      "buradaki ‘Oku’ sözünün anlamı nedir acaba?” diye düşünüyor insan.

     Kafaları karıştıran ve konunun tartışılmasının gerekli olduğunu vurgulayan bir durum var demek ki!

     Eline verilen bir metin olmadığına göre, "olmayan şeyi okuma uyarısı" çok daha farklı bir anlam içeriyor demektir.

     Özellikle okunması istenilen ise günlük-basit düşüncelerin ötesinde IQ su yüksek olanlarca algılanabilen bir şey.

     Öyle ki, okunması istenen, evrenselliğin şekillenmesinde temel taşlar olarak kabul edilmeli ve belleklerden hiç çıkmayacak bir büyülü yaşamın kapılarını sonsuza dek açmalı.

     Ölmeden önce kısacık bir süreye sığdırılmış, günlük yaşamda bunu fark edebilmek,  anlayabilmek sanırım, epeyce zor görünüyor.

      Bunun kanıtı, toplumda okuyabilenlerin sayısının bir elin parmakları kadar az oluşu.

     Zihne takılan sorular, hatırlanan rüyalara, kâbuslara dönen ve yaşanma ihtimali olan her şey işte bu okuma ile alâkalı.

     Doğru ya da yanlış stratejiler bu saydıklarımızın bir parçası.

     Beş duyu boyutu ile olaylara bakanlar, ellerinden geldiğince madde dünyasında yaşam zevkini tadanlar, asi olanlar, ufaktan aklını kaçırdığını düşünmeye başladığımız kimseler hakkında bir şey söylenemeyeceği belli.

     Özetlemek gerekirse kişisel deneyimleriyle hareket edenler en alt noktada kalıyor okuma hususunda. Ancak en uç noktaya uzanmak ise olanaksız değil diye düşünüyorum.

     Bu nedenle okuyabilme yolu tutulmalı.

     Örneğin, bir filmin, bir romanın içeriğin, bir metnin doğru biçimde yorumlanışı. Bir teknik direktörün oyunun gidişatına göre gerekli tedbirleri alması.

     Bununla birlikte en önemlisi, insanın, beyni ve bedeni arasındaki ilişkiyi çözebilmesi.

     İşte okumak denen şey bu!

     Biliyoruz ki okumada; beyinde limbik sistemin ve epifizin varlığı ön sırada yer alıyor. Neden insan bir anda duygusal olabilirken, kimi zaman mantıklı oluyor? Bu rasyonel ve irrasyonel hareketlerinin izahı gerekmiyor mu?

     Okuyabilen insanın bedeni, beynine tabi olurken, okuyamayan, beynini çöplüğe dönüştürüyor.

     Bu şekilde bir arınma söz konusu olamıyor.

     Lâkin kendi körlüğümüz yüzünden göremediklerimiz üzerinde ısrar ettiğimiz, üzerinde bir an bile düşünme gereğini duymadığımız, “gördüğüm bu işte” mantığı ile hareket ettiğimiz içindir ki, okuyamıyoruz.

     İşte o zaman fena çuvallıyoruz. Bu gidişat hiç de iyi görünmüyor.

     Herkes insan olmak için doğuyor aslında. Sonra bir beden olduğunu düşünüp, onun saltanatını sürdürme çabasına giriyor. Çıkarları üzerine bir hayat kuruyor.

     Beynindeki duvarları yıkamazken, haliyle gerekli aktiviteyi de gösteremiyor.

     Evet, yukarıda söylediğim gibi bir anahtar gerekiyor.

     Bu şifre çözücü, beynin çalışma sistemini çözüyor.

     Birey, tekrarlardan, sakarlıktan kurtulabiliyor. Hızlı bir tempo yakalıyor. Mümkün olduğunca gerçeği, hakikati aktarabilme sevdasına düşüyor. Her şeye özen gösteriyor.      Temel kavramların,  yoldaşlık, arkadaşlık fedakârlık ve dostluğun hiçbir şeye yaramayacağını düşünüyor. Hata denilen şeyin sistemde yeri olmadığı kanısına varabiliyor.

     En önemlisi hakikat anlayışının başı ve sonunun olmadığı bilinci ile Kuantum Potansiyele ulaşıyor. Daha açıkçası Kuantum Potansiyelden açığa çıkış oluyor.

      İşte o zaman insanoğlu “ikra'yı ” anlayabiliyor, değerlendirebiliyor.

 

Arkadaşına gönder 

 

 

Paylaş