İnsanın
işleyebileceği ve denetimi altında tutabileceği her şey
sahip olduğu ilim sayesinde olmaktadır. İlim için
gerekli ruh ta insanda mevcuttur. Yeter ki kendi
dışındaki doğal dünyayı tahakküm altına almayı kafasına
koymasın.
İlim; peşinde koşan insanlar için, üzerinde titizlikle
durulması ve kol kanat gerilmesi beklenen, aynı zamanda
da hızlanmayı gerektiren çok büyük bir olanak ve çok
büyük bir rahmettir.
Ne yazık ki bu olgunun değerini yeterince bildiğimizi
sanmıyorum. Özellikle, kendini şekilden sıyıramamış bazı
mistik çevrelerin, bundan haberli olduğunu dahi
düşünemiyorum.
Herhalde, ilim ruhu dediğimiz şey yeterince
yansıtılamıyor, anlatılamıyor, dolayısıyla somut
hale gelemiyor. Sebebi bu olsa gerek.
Zira, meşruiyeti olmayanın ne haklılığı olur ne de ruhu.
Bu gerçeği görmemek, görmezlikten gelmek normal değil,
anormal bir durumdur.
Meşruiyeti olmayana, varmış gibi bakmanın da bir esprisi
yoktur.
Peki, biz nasıl yaşatıp geliştireceğiz bu ruhu?
Düz mantığımız bile zafiyete uğramış bir halde, hangi
kafayla buna çözüm oluşturacağız?
Ayrıca, bir şekilde kazanılan ve meşru hale gelen bu
olguyu yitirdiğimizde geriye ne kalır, onu iyice
düşünebilmeliyiz.
Bu coşkuyu yansıtmak için çok büyük heyecanlarla, geniş
tefekkür gücüyle, duygu birikimlerinin aksine “duygusallığın
yitimiyle” yaşamak ve yaşatmak şarttır.
Gözden kaçmaması gereken bir konu da; aradan uzun yıllar
geçse de mevcut birikimleri yeniden gözden geçirmek,
değişikliklere uygun olarak “yeniden yorumlamak”
zorunda oluşumuzdur.
Hiç kuşkusuz, bir şeyi koruyabilmek sürekli değişim
ister.
Yoksa “Tecdit görevini üstlenen Mücedditlere” ne
gerek vardı, demek mümkün.
İlim, kuşkusuz ezber manzumesi gibi tekrarlanacak
bir konu değildir.
Bizden bu yönde çok büyük görevler beklendiği açıktır ve
bu beklenti, bütün düşünen beyinlerce karşılanmalıdır.
Belki size sıkıcı gelecek, ama bunu basit şekilde
anlatmaya çalışacağım.
İnsanlar, nutuk atar şekilde konuşacaklarına, dünya
nimetleri ile ilgileneceklerine, kendilerini ve
zamanlarının bir bölümünü Allah ilmine verseler
ne kadar mantıklı bir iş yapmış olurlar.
Oysa, dünyada bırakıp gidecekleri nesneler ve değerlerle
ilgileniyorlar. Birikimleri yok. Beşeri düşünce ve
duygu dünyasını, değerlerini, gerçek ve
doğru olarak kabul edip bu değerlerle yaşamayı
tercih ediyorlar.
Sorulduğu takdirde yaklaşım yapmaya özen gösterip,
akabinde bahsi geçen şeylerden süratle uzaklaşmayı
yeğliyorlar.
İlmin bizden istediği ise ‘özden’ olmamız.
Yani ‘iç’ ten bir oluş.
“Kendini sadece et-kemik yapı, özetle bir şekil
olarak kabul eden bir insan acaba neye benzer?”
diye düşünmüş ve sormuşumdur. Çünkü, mistisizmin
bize sunduğu ve bizden beklediği, daha doğrusu bizim bir
türlü yaklaşım yapamadığımız veya yapmak istemediğimiz
bir anlayış var ki, o da; hep alışılagelmiş,
basmakalıp kavramlarla, bedensel dürtüler istikametinde,
düşünmeyi tercih etmemizdir.
Sorun şurada yatıyor: İnsanlar farklı düşünce
dünyasına dalamayıp, daha ziyade kendilerini farklı
gösterme çabası içine girdikleri için bu konuya vakit
ayıramıyorlar. Ve ister istemez, olay bu şekilde
basitleşiyor.
Bir önemli nokta da ‘inançlı’ olmaktır. İlim
ruhuna sahip birey, iman sahibi olduğu konulara her
zaman özlem duyar, duymalıdır.
Özetle, o geleceğin ufkuna yönlenmiş, ‘Her an yeni
bir şanda oluşun’ evrensel kavramlarla farklı
yanlarını seçmeye ve değerlendirmeye koyulmuştur. İlmin
ağır bastığı ve zulmün giderek kalktığı bu ortamda,
böylesine bir yaşam en tabii hakkıdır.
Ama, içten pazarlıklı biçimde yaşayan ve her taşın
altında belli bahaneler arayan, tanrıya dayalı,
tapınmaya programlı, hayali güce tapınmaya dünden razı
zavallıların, kimliklerini dahi kaybetmiş biçarelerin
bırakın kendini bulmayı, ilim ruhunu yakalamayı, basit
tarzda bir yaşamı sürdürmeleri dahi zordur. |