İlim ruhu
Ahmed F. Yüksel
 

İnsanın işleyebileceği ve denetimi altında tutabileceği her şey sahip olduğu ilim sayesinde olmaktadır. İlim için gerekli ruh ta insanda mevcuttur. Yeter ki kendi dışındaki doğal dünyayı tahakküm altına almayı kafasına koymasın.


İlim; peşinde koşan insanlar için, üzerinde titizlikle durulması ve kol kanat gerilmesi beklenen, aynı zamanda da hızlanmayı gerektiren çok büyük bir olanak ve çok büyük bir rahmettir.

Ne yazık ki bu olgunun değerini yeterince bildiğimizi sanmıyorum. Özellikle, kendini şekilden sıyıramamış bazı mistik çevrelerin, bundan haberli olduğunu dahi düşünemiyorum.

Herhalde, ilim ruhu dediğimiz şey yeterince yansıtılamıyor, anlatılamıyor, dolayısıyla somut hale gelemiyor. Sebebi bu olsa gerek.

Zira, meşruiyeti olmayanın ne haklılığı olur ne de ruhu.

Bu gerçeği görmemek, görmezlikten gelmek normal değil, anormal bir durumdur.

Meşruiyeti olmayana, varmış gibi bakmanın da bir esprisi yoktur.

Peki, biz nasıl yaşatıp geliştireceğiz bu ruhu?

Düz mantığımız bile zafiyete uğramış bir halde, hangi kafayla buna çözüm oluşturacağız?

Ayrıca, bir şekilde kazanılan ve meşru hale gelen bu olguyu yitirdiğimizde geriye ne kalır, onu iyice düşünebilmeliyiz.

Bu coşkuyu yansıtmak için çok büyük heyecanlarla, geniş tefekkür gücüyle, duygu birikimlerinin aksine “duygusallığın yitimiyle” yaşamak ve yaşatmak şarttır.

Gözden kaçmaması gereken bir konu da; aradan uzun yıllar geçse de mevcut birikimleri yeniden gözden geçirmek, değişikliklere uygun olarak “yeniden yorumlamak” zorunda oluşumuzdur.

Hiç kuşkusuz, bir şeyi koruyabilmek sürekli değişim ister.

Yoksa “Tecdit görevini üstlenen Mücedditlere” ne gerek vardı, demek mümkün.

İlim, kuşkusuz ezber manzumesi gibi tekrarlanacak bir konu değildir.

Bizden bu yönde çok büyük görevler beklendiği açıktır ve bu beklenti, bütün düşünen beyinlerce karşılanmalıdır.

Belki size sıkıcı gelecek, ama bunu basit şekilde anlatmaya çalışacağım.

İnsanlar, nutuk atar şekilde konuşacaklarına, dünya nimetleri ile ilgileneceklerine, kendilerini ve zamanlarının bir bölümünü Allah ilmine verseler ne kadar mantıklı bir iş yapmış olurlar.

Oysa, dünyada bırakıp gidecekleri nesneler ve değerlerle ilgileniyorlar. Birikimleri yok. Beşeri düşünce ve duygu dünyasını, değerlerini, gerçek ve doğru olarak kabul edip bu değerlerle yaşamayı tercih ediyorlar.

Sorulduğu takdirde yaklaşım yapmaya özen gösterip, akabinde bahsi geçen şeylerden süratle uzaklaşmayı yeğliyorlar.

İlmin bizden istediği ise ‘özden’ olmamız.

Yani ‘iç’ ten bir oluş.

“Kendini sadece et-kemik yapı, özetle bir şekil olarak kabul eden bir insan acaba neye benzer?” diye düşünmüş ve sormuşumdur. Çünkü, mistisizmin bize sunduğu ve bizden beklediği, daha doğrusu bizim bir türlü yaklaşım yapamadığımız veya yapmak istemediğimiz bir anlayış var ki, o da; hep alışılagelmiş, basmakalıp kavramlarla, bedensel dürtüler istikametinde, düşünmeyi tercih etmemizdir.

Sorun şurada yatıyor: İnsanlar farklı düşünce dünyasına dalamayıp, daha ziyade kendilerini farklı gösterme çabası içine girdikleri için bu konuya vakit ayıramıyorlar. Ve ister istemez, olay bu şekilde basitleşiyor.

Bir önemli nokta da ‘inançlı’ olmaktır. İlim ruhuna sahip birey, iman sahibi olduğu konulara her zaman özlem duyar, duymalıdır.

Özetle, o geleceğin ufkuna yönlenmiş, ‘Her an yeni bir şanda oluşun’ evrensel kavramlarla farklı yanlarını seçmeye ve değerlendirmeye koyulmuştur. İlmin ağır bastığı ve zulmün giderek kalktığı bu ortamda, böylesine bir yaşam en tabii hakkıdır.

Ama, içten pazarlıklı biçimde yaşayan ve her taşın altında belli bahaneler arayan, tanrıya dayalı, tapınmaya programlı, hayali güce tapınmaya dünden razı zavallıların, kimliklerini dahi kaybetmiş biçarelerin bırakın kendini bulmayı, ilim ruhunu yakalamayı, basit tarzda bir yaşamı sürdürmeleri dahi zordur.

 

 

 
 
İstanbul - 18.11.2008
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com