İnsan,
mükemmel bir varlıktır; fıtratı gereği, özellikle
vicdanının sesini duyarak hareket eder. Vicdan denilen
şey ise onun özüdür. Bu manayı kastederek söylüyorum.
Doğruyu yakalamaya çalışır. Ancak, arayışları sırasında
bazen farkına varmadan hatalara sebebiyet verebilir.
İnsan,
özündeki ilmi ve kudret vasfını potansiyel olarak ortaya
koyabilen “beyin-kalp” gibi çok kıymetli iki
muhteşem organa sahip, şerefli (mükerrem) bir varlıktır.
Gerçekleşmesini istediği şey için aşırı bir çaba
gösterir. İnsanın kemale ulaşmasında en önemli engeli
ise; benliği, ‘ego’ sudur. Buna rağmen, bu yapay
vasfını ekarte ederek orijin anlamdakine kavuşabilir.
Mutlak yaratıcı, Hz Musa’ya ‘sen beni
göremezsin’ derken, orijin olan gerçeğe işaret etmiş
ve açığa çıkmasını dilemiştir.
İnsanın
kendini bulma yolunda yüce bir ideali vardır. Ne var ki,
teoride gerçeği özünde duymakla beraber, onu kuvveden
fiile kemaliyle çıkaramaz.
Bu
pasifize durum mutlaka dikkate alınmalı, nedenleri niçin
leri sorgulanmalıdır!
Mümin
mümine, takvayla, ilimle ve yaşamla yönlenmek
durumundadır. İnsan olabilmek için Kur’an
muhteşem bir rehberdir. Ancak, ilahi kitabı anlamak için
sadece Arap olmak, Arapça bilmek yeterli değildir.
Bugün, Arapların büyük bir çoğunluğu Kur’an’ı
algılayamamakta, sadece tefsir yanıyla yetinmektedir.
Zahirde kaldıkları için bir noktaya kilitlendiklerini
görüyoruz. Onları küçümsemek anlamında bu sözleri sarf
etmedim. Maalesef öğrenmiyorlar veya öğrenmek
istemiyorlar. Öyle düşünüyorum.
İnsan
gerçekten de dini, aykırı düşüncelerle-hurafelerle
boğan ve öz vasıflarını ortaya koymanın dışında, şahsi
nüfuz sağlamak aracı olarak gören kişi ya da zümrelerle
mücadele etmek veya cahil kesimi bilgilendirmek
zorundadır. Bu felsefeyi benimseyenler anlatılan
nedenin üstesinden gelebiliyor.Yaptıkları iş,
kendilerine gelen topluluğa sistemi ve var edicisini
bağlantıları ile anlatmaları. Algılayabilenin
ilk düşüncesi ise tanrının olmayışı şeklinde gelişiyor.
Diğer
yandan Varlığı özünde bulanın, ister istemez kendisinden
ulvi anlamda bazı vasıfların sadır olacağı ise muhakkak
gibi.
İşin rüyete ve sadece harikulade/olağanüstü şeylere
vardırılması amaçlanıyorsa, bu tür düşünce-eylem yanlış
olur.
İstidadı
(mizacı) olan ve alemlerin hayal olduğunu idrak
edebilen, niteliği yani kabiliyeti ile var oluş
nedenini bulmaya müsait olan insan, bakış açısını mutlak
surette içselliğe doğru yönlendirir. Bu aşama, ona
"kendi" si olmaya davetiye çıkarır.
Daha
açıkçası benliği aradan çekilir ‘gerçek’ zahir
olur.
Artık
dünyevî tutkuları yanı sıra uhrevi arzulara da itibar
etmez, makam mevki ile ilgilenme arzusu kalmaz, baş
olma lider olma gibi vasıfları istemez, ilgilenmez.
Cin
denilen yapılarda vahdet-kader algısını ortaya
koyabilme –istisnaları dışında- yoktur. Bu itibarla,
insan cinnin üstündedir.
İnsan,
kendisini aşabildiği ölçüde özüne ulaşır. Bunları
uygulamayan Hak’tan perdelenir. Esfeli
safiline iner ve mahkum olduğu yerde tutukluluk hali ile
yaşamına devam eder. Gelecek endişesi taşır, çünkü
tam bir beşer gibi düşünmektedir. Bu husus onda akıl,
irade ve şuurun örtülmüş olması ile
tanımlanabilir. Yani bu tanıma, insani düşüncedeki
çelişkinin bir boyutudur demek doğru olur.
İnsanı
insanlıktan çıkaran en önemli neden "kin ve
düşmanlık" tır.
Şayet birey
nefsine/öz benliğine rağmen yanlışlıklar peşinde
koşuyorsa bu hareket ona yakışmaz.
Bütün
uyarılara rağmen kimilerinin gerçeği görmemekte ısrar
etmesi, özetle bir ideale bağlı kalamaması, çok önemli
ciddi tespitleri kaçırmasına neden teşkil eder.
Hareketlenmeye sevk eden mesajları fark edemez ve
böylece vicdanını kandırmaya çalışır. Rakip olarak
gördüğü mahal, onun kesinlikle Allah’tan
perdelenmesine vesile olur.
Evet, bugün
sohbet ortamlarında toplumun büyük çoğunluğuna ve
bilhassa İslâm’ın değerlerine özen göstermeyip,
kin ve düşmanlık kusanların, olaylara vakıf da olsalar,
bilgili de olsalar, hep aynı konumda kaldıkları
görülüyor.
İşin
doğrusu bu tipler fark edildiklerinin farkına dahi
varamıyorlar.
Yeni bir
karşılaşma, yeni bir yazı ile buluşma umuduyla
hoşçakalın. |